30 Temmuz 2019 Salı

Yatağan'ın içme suyu termik santrale tahsis edildi


 30 Temmuz 2019 17:42


Muğla’da DSİ, Yatağan bölgesine verilen içme suyunun 13 katına denk gelen kaynak suyunu termik santrale kiraladı.


Yatağan'ın içme suyu termik santrale tahsis edildi

Özer AKDEMİR
İzmir
Muğla’da DSİ, Yatağan bölgesine verilen içme suyunun 13 katına denk gelen kaynak suyunu termik santrale kiraladı. Yapılan protokole göre Yatağan Termik Santrali 10 yıl boyunca Dipsiz Kuyularından 650 lt/sn su alabilecek.
KAYNAK SUYU 10 YIL TERMİK SANTRALİN OLACAK
Küresel ısınmanın tatlı su kaynaklarına etkisi, Türkiye'nin "su stresi çeken ülke" olması gerçeği, her geçen gün azalan kullanılabilir su kaynaklarımız gibi gerçekler ortadayken Yatağan ve yöresinin yıllardır kabusu olan termik santral şimdi de içme suyu kaynaklarını sömürmeye başladı. Yatağan ve çevresindeki birçok köyün tarım alanlarını, tarihsel dokusunu, sosyal yaşamını geri dönüşümsüz bir şekilde bozan termik santral şimdi de ilçeye içme suyu sağlayan Dipsiz Kaynağını almak için DSİ ile protokol imzaladı. DSİ 21. Bölge Müdürlüğü ve Yatağan termik santrali A.Ş. arasında imzalanan protokol termik santralin proses suyu ihtiyacının karşılanması için Nebiköy sınırları içindeki Dipsiz kaynaklarından 10 yıl süreyle 650 lt/sn su kullanacak. Kaynaktaki suyu, su sulama mevsiminde 1000 lt/sn olması durumunda kullanabilecek olan şirket protokole göre suyu başka bir amaçla değerlendiremeyecek.
YATAĞAN'A VERİLEN SUYUN 13 KATI TERMİK SANTRALE!
Protokolde dikkat çeken bir başka rakam ise Yatağan ve çevresine verilen su miktarı il ilgili. Protokole göre Yatağan ilçe merkezi ve çevre yerleşim birimlerinin içme-kullanma suyu ihtiyacı için tahsis edilen 50 l/sn suyun yetersiz kalması durumunda Dipsiz kaynaklarından öncelikli olarak içme-kullanma suyu ihtiyacının karşılanacağı belirtiliyor. Yani Yatağan ve çevresinin içme kullanma suyunun 13 katı termik santralin kullanımına tahsis edilmiş durumda. Ayrıca protokolde tahsis edilen suyun ücretlendirilmesine dair herhangi bir vurgu da bulunmuyor. Şirket, 10 yıl sonra da suyu kullanmak istediğinde kiralama süresinin bitimine 6 ay kala DSİ'ye başvurarak süre uzatımı isteyebilecek.
TARIM TAMAMEN ÖLÜR!
Termik santrale karşı açılan davada bölgedeki su kaynaklarına dair hidrojeoloji raporu oluşturmak için bilirkişiler geçtiğimiz günlerde keşif yaparken, Prof. Dr. İlyas Yılmazer'in konuya dair görüşü dava dosyasına konuldu. Termik santralin ruhsat alanının birinci sınıf tarım alanı olduğuna dikkat çeken Yılmazer, Bölgedeki bütün yeraltısuyu düzenini bozacak olan bu işlemin yeraltısuyunu Akdeniz’e akıtacağını, bunun ise sadece zeytin ve orman ağaçları değil tarımı tamamen öldüreceği uyarısında bulundu. Yılmazer, “Bu tür alanlarda yeraltı kömür işletmeciliğinin (YKİ) yaratacağı sorunun boyutu sonsuza uzanır” dedi.
TERMİK SANTRAL TARIMI, ÇEVREYİ TARİHİ YOK EDİYOR
 
Fotoğraf. Özer Akdemir/Evrensel
Yöre halkı termik santrale karşı uzun zamandır mücadele ediyor. Muğla Çevre Platformu ve Turgut Çevre Kültür Derneği termik santralin tarıma, çevreye, suya ve tarihe verdiği zararlara karşı yıllardır mücadele ediyor. Her geçen gün alanını genişleten santrale kömür sağlayan ocaklar onlarca köyün, on binlerce zeytin ağacının yanı sıra Lagina ve Stratonikea antik kentlerine ait birçok eseri de tahrip ederek büyüyor.
Doğu Biga Madencilik ağaç katliamı için teşvik edilmiş


28 Temmuz 2019 Pazar

Avşar ağıdı (Pazar yazısı)


28 Temmuz 2019 08:32

 Ã–zer AKDEMÄ°R
Madran Dağı’nın doruğuna yakın bir çeşmenin başına serdiğimiz sofraya bağdaş kurup oturmuşken “Yarın seni benim köye götüreceğim” dedi Cabbar abi. Sorar gözlerle baktım yüzüne. Cabbar abinin köyü sıska birkaç çam ağacının gölgelediği soframızdan bin kilometre ötede, Binboğa Dağlarına yaslanmış Kayseri Pınarbaşı ilçesinin bir köyü idi. Güldü, açıkladı kafamdaki soruyu. “İlk öğretmenlik atamamın yapıldığı yerdi bu köy. Gençliğimin en civcivli zamanlarıydı. Bir yanda devrimcilik, bir yanda bekarlık, bir yanda gençlik…”

Avşar ağıdı
Cabbar abinin 5-6 yıl kadar öğretmenlik yaptığını, 12 Eylül ile birlikte cezaevi günlerinin başladığını biliyordum. Cezaevinden sonra da çok sevdiği mesleğinden koparılmış, ancak o kısacık meslek yaşamını hiç unutmamıştı. Uzun yıllar süren işsizlik, kumaşçılık, kahvecilik, tekstil işçiliği, kitap pazarlamacılığı gibi işlerin ardından emekli olmuştu. Bir iki dönemdir ise kurucuları içinde bulunduğu Emek Partisinin İzmir il başkanlığını yapıyordu.
SAZ ÇALDIK, TÜRKÜLER SÖYLEDİK…
Akşamın ilk yıldızları görünene kadar Madran’da oturduk. Kekik kokuları içerisinde soğuk sularla karıştırıp beyazlattık içkimizi. Akşam serinliği içimizi ürpertmeye başladığında Kavşit köyünde, bir sulama barajını tepeden gören, geniş bahçeli, içinde türlü türlü sebze, meyve, çiçeklerinin yetiştiği bir köy evine gittik. Sabahın ilk ışıkları dağın koyu maviliğini yavaşça ağartmaya başladığı saatlere kadar oturduk. Saz çaldık, türküler söyledik…
Sabah birkaç saatlik uykunun ardından hemen bir şeyler atıştırıp Gerga Antik Kenti’nde aldık soluğu. Çine’nin kuzey batısında, dağların arasında unutulmuş, tarihi, gizi belli olmayan Gerga’yı dolaştık bir zaman. Onu biraz da biz anlamaya, çözmeye çalıştık. Öğleye doğru Çineli arkadaşlarımızla vedalaşıp “Cabbar abinin köyü”ne doğru yola koyulduk.
 
***
ANILARINA DOĞRU YOLCULUK
Aydın’ın kuş uçmaz kervan geçmez bu dağ köyüne tırmanırken aslında Cabbar abinin anılarına doğru yolculuk yapıyorduk. Ara ara gençliğinin baharında öğretmen olarak atandığı köye gidişini, köylülerin kendisini karşılayışını, öğrencilerini anlatıyor ama çoğunlukla derin bir suskunluk içinde etrafını izliyordu. Döne kıvrıla tırmandıkça arada çıplak tepelerin üzerinde öbek öbek evlerden oluşan köy görüş açımıza giriyordu. Köye yaklaştıkça ağaçların türü de azalıyordu. Zeytinden, incire, türlü meyve ağaçlarından kızılçamlara kadar yol boyu bize eşlik eden ağaçlar artık iyice seyrekleşmişti. Çıplak tepeler, çakıllı kumlu topraklar, gittikçe yükselen güneşin alnında masmavi gökyüzü ile ufukta birleşiyordu. Gökte maviliğin üzerine gelişi güzel serpilmiş pamuk demetleri gibi birkaç beyaz bulut süzülüyordu.
Yol kenarında tek başına duran asırlık bir ardıç ağacına gelince arabayı durdurdu Cabbar abi. Köyün ilk evlerine birkaç yüz metre kalmıştı. Hiçbir şey demedi, kapıyı açtı ve çıktı. Ardından gitmedim. Hiç inmedim arabadan. Beni, hatta bugünü unutmuş gibiydi. Anıların içine dalmış, elleri cebinde ardıç ağacının gölgesinden aşağıda pus çökmüş ovayı seyrediyordu. Epey bir zaman sürdü bu esriklik hali. Neden sonra bana döndü, hâlâ arabanın içinde, pencereyi açmış ona bakıyordum. Yüzü ışıldadı, güldü, el etti gel diye. Yanına vardım. Bulunduğumuz tepenin sarp yamaçları aşağıya doğru sayısı gittikçe artan kızılçamlarla örtülüydü. Tepenin eteğinden derin yarın içinden ince çizgi halinde birbirine geçmiş ağaçlar ovaya doğru uzuyordu. Bu, orada bir suyun aktığını gösteriyordu. İnce yeşil çizgi ovanın yeşiline, sisine karışıp kayboluyordu bir süre sonra.
“Bu ağacın altında ne günlerim geçti bir bilsen” dedi ovaya doğru bakarak. Bir insanın sesi yıllarca öteden gelir mi? Cabbar abinin sesi anıların olanca ağırlığını yüklenmiş, geçmişi arıyor, anıyordu. Sesteki özlem buğu buğu tepeden, ardıç ağacının dallarına, oradan beyaz bulutlarla süslü gökyüzüne ağıyordu…
***
‘CABBAR ÖĞRETMEN, HOŞ GELDİN’
Köyde hepi topu iki saat kadar kaldık. Tek göz odası bulanan sınıfını, dersliğe bitişik yine iki küçük odacıktan ibaret olan yaşadığı evi gösterdi. Dersliğin yanındaki evin sekisine oturup merakla bize bakan, derin yüz çizgileri birbirine karışmış, bir tutam ak saçı başörtüsünden fırlamış ihtiyar bir kadın hemen tanıdı onu “Cabbar Öğretmen, sen misin? Hoş geldin” dedi. Unutulmamak hoşuna gitti Cabbar abinin ancak her gittiğimiz evden, her geçtiğimiz sokaktan, her yudumladığımız çaydan üstüne üstüne gelip, boğazından yukarı tırmanan özleme, anılara çok fazla dayanamadı. Sürekli nemlenen gözlerini daha fazla saklamak, arada gizli gizli göz ucunu kurulamak zor geldi bir süre sonra ve gün daha tepedeyken, usulca “Gidelim mi artık?” dedi...
Dönüşte, biraz da bu yoğun özlem duygusunu dağıtmak için Avşar fıkraları anlattı ardı ardına. Dik bayırdan aşağıya bir kuş gibi inen arabamızın içi bu sefer kahkahalarla doldu taştı. Gözlerimiz yaşardı gülmekten, ensemizin kökü ağrıdı. Aydın tünellerini geçip İzmir’e doğru yol alırken radyoda “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” türküsü çalmaya başlayınca keyfimiz iyice yerine geldi. Dadaloğlu’nun bu türküsünün hemen ardından “Sarıkamış Ağıdı” gelince bizim sohbet de Avşar ağıtlarına doğru kaydı gitti.
Yaşar Kemal’in yıllar önce derlediği ağıtların belki yüz katı ağıdı bilen bibisini anlattı Cabbar abi. Her ölüye gidip ağıt yakan bibisi yörenin en ünlü ağıtçısıymış. Ağıtçıların binlerce acı öyküyü bildiğini, söyledikleri her ağıtla birlikte o hüznü tekrar tekrar yaşadıklarını, ağlaya ağlaya helak olduklarını söyledi.
***
Pazar yazılarının en düzenli okurlarından birisiydi. Hemen her pazar arar, yazıda geçen birisini, bir olayı, bir bitkiyi ya da kuşu sorardı. Bu onun “Yazını okudum, beğendim” deme biçimiydi. Anadolu’nun tüm güzel yürekli insanları gibi övgüyü ve yergiyi karşısındakinin gözüne sokmadan yapmayı bilirdi.

‘YAŞAR KEMAL BİLE DUYMAMIŞTIR’
Cabbar abiyi en son yaklaşık 15 gün önce gördüm. Bir parti toplantısı için gelmişken büroya uğramıştı. Sağlığı il başkanlığını daha fazla yürütmesine olanak tanımamış ama bu onu mücadeleden geri de bırakmamıştı. Büroya geldiğinde her zaman yaptığı gibi masanın üzerindeki kalemleri teker teker alıp inceledi. Onun en belirgin huylarından birisiydi bu. Hoşuna giden kalemleri alır biriktirir, sonra topladığı bu kalemleri tekrar getirir bize verirdi.
“Tam senlik bir şey var bende. Öyle bir Avşar ağıdı buldum ki, hiç duymamışsındır. Yaşar Kemal bile duymamıştır” dedi. Ağıt bir teyp kasetindeymiş. Tek sorun kaseti dinleyip çözmek dedi ki bu dünyanın en zor işiydi aslında. Ağıttaki sözleri anlamak için o yöreli olmak bile yetmeyebiliyordu çoğu zaman. “Abi, ancak birlikte dinlersek çözebiliriz. Ben sözlerini çıkaramam sen olmazsan” dedim. O kaseti getirecek, ben bir teyp bulacak ve ağıdı yazıya dökecektik, en kısa zamanda.
Olmadı!..
Cabbar abi, 10 günlük izinden dönüşümü bekleyemedi. Ani bir beyin kanaması sonrası arkasında anıları ve ağıtları bırakarak göçüp gitti aramızdan. Bir kasette çözülmeyi bekleyen Avşar ağıdı Cabbar abinin ağıdı oldu artık!..
https://www.evrensel.net/yazi/84438/avsar-agidi

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Aydın’da 64 yeni JES ihaleye çıkarıldı


24 Temmuz 2019 14:50


Aydın'da 64 jeotermal arama, 7 jeotermal kaynak işletme ve 39 doğal mineralli su ruhsat sahası ihaleye çıkarıldı.


Aydın’da 64 jeotermal arama, 7 jeotermal kaynak işletme ve 39 doğal mineralli su ruhsat sahası ihaleye çıkarıldı. Aydın Barosu Çevre Komisyonu Üyesi Avukat Bülent Tokuçoğlu, yeni yapılacak kaynakların üreticilere zarar vereceğini belirterek, hukuksal mücadeleyi başlatacaklarını söyledi. CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı'nın cevaplaması istemiyle soru önergesi verdi.

Aydın’da 64 yeni JES ihaleye çıkarıldı
Aydın Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı, kentin farklı ilçelerinde 7 jeotermal kaynak işletme, 64 jeotermal kaynak arama ve 39 doğal mineralli su ruhsat sahası, kapalı teklif ve artırma usulüyle ihale edilerek aramaya açılacağına dair duyurusu 23 Temmuz tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Aydın’ın ilçelerinde bedelleri 50 bin ile 69 bin 708 lira arasında değişen 39 doğal mineralli su ruhsat sahasının ihalesi 5 Ağustos tarihinde, bedelleri 50 bin ile 85 milyon 44 bin 456 lira arasında değişen 7 jeotermal kaynak işletme ve 64 jeotermal kaynak arama ruhsatlı sahaların ihaleleri ise 6-8 Ağustos tarihlerinde Aydın Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı Doğal Kaynaklar Ruhsat ve Kültür Varlıkları Müdürü odasında yapılacak.
AVUKAT TOKUÇOĞLU: HUKUKSAL MÜCADELEYİ BAŞLATACAĞIZ
Aydın Barosu Çevre Komisyonu Üyesi Avukat Bülent Tokuçoğlu, bu tür tahribatların çevreye, insana, toprağa, zeytin ve incire zarar verdiğini belirterek, üreticilerin bu konuda rahatsız olduklarını dile getirdi. Verilen ihale kararının Aydın’daki çevre sağlığını tehdit edecek boyutta olduğunu vurgulayan Tokuçoğlu, “Anayasanın 17. maddesi herkesin yaşama maddi ve manevi varlığı koruma hakkından söz ediyor. Yine Anayasa’nın 46. maddesi herkesin sağlıklı bir çevrede dengeli bir yaşam hakkının olduğunu söylüyor. Bu anlamda bu JES ile ilgili ihale kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemli bir çalışma yapılıyor. 5 Ağustos’ta bu davanın açılıp biran evvel yürütmenin durdurulması kararının alınması tüm Aydın’ın kurtuluşu anlamına gelir. Aksi takdirde Aydın’da artık yaşanmaz bir durumla karşı karşıya oluruz. Sadece çevre sağlığı açısından değil insan sağlığı açısından da olumsuz yanı da var. Bu anlamda Aydın’ın bütün o güzelliklerinin korunabilmesi mevcut olanların çevreye verdiği zararların engellenebilmesi yeni JES sahalarının açılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bununla ilgili hukuksal mücadeleyi başlatacağız” diye konuştu.
"AYDIN’IN KANSER BÖLGESİ İLAN EDİLMESİ KAÇINILMAZDIR"
TBMM Adalet Komisyonu üyesi CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül, Aydın’da ihaleye çıkarılan jeotermal kaynak işletme ve arama ile doğal mineralli su ruhsatlı sahalarla ilgili Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanının cevaplaması istemiyle soru önergesi veren Bülbül, yazılı açıklama yaptı.
Aydın’da ihaleye çıkan alanların toplamda 2 bin 760 kiometrekare olduğunu belirten Bülbül, "Yani Aydın’ın 3’te biri ihaleye açılmış durumda. Bu ihaleler olur ve işletmeler açılırsa Aydın’ın artık kanser bölgesi olarak ilan edilmesi kaçınılmaz olacaktır” dedi. Projeleri onaylayan Bakan ve Vali dahil tüm sorumluların derhal istifa etmesi ve ihalelerin durudurulması gerektiğini söyleyen Bülbül, "Bu topraklar kimsenin malı değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Aydın’ın bu verimli topraklarını babasının çiftliği gibi kullanamaz” ifadelerini kullandı.
Bülbül'ün, Bakan Aydın'ın yanıtlaması istemiyle yönelttiği sorular şöyle:
* Aydın'da JES'lerin neden olduğu zararlı gaz salınımları konusunda bir resmi ölçüm var mıdır? Resmi ölçümlerin 2014-2019 yılları arasında yıllara göre değerleri nedir?
* JES'ler nedeniyle yeraltı tatlı su kaynaklarındaki kirlenme durumu konusunda ölçüm araştırması var mıdır? Yapılan ölçümlerin  aynı yıllar arasında yıllara göre sonuçları nedir?
* Aydın'da kurulu JES’lerin aynı yıllara arasında yıllara göre sayısı ve  kurulu güçleri ne kadardır? * Söz konusu JES'ler ne kadar elektrik üretmiştir?
* İhale edilen alanlarda hangi kapasitede kaç adet JES kurulması öngörülmektedir?
* Yapılacak yeni ihaleler sonucunda kurulacak JES’lerden elde edilecek elektrik ihtiyacın ne kadarını karşılayacaktır?
* Bu JES'ler nedeniyle ne kadar jeotermal suy yeryüzüne çıkarılacaktır?
* İhaleye çıkılacak olan 7 jeotermal kaynak işletme, 64 jeotermal kaynak arama ve 39 doğal mineralli su ruhsat sahasının ihalesinin olacağının insan sağlığına ve ekosisteme zararlarının ne olacağı araştırılmış mıdır? Yapılan araştırma sonucu nedir? Olumsuz etkilere karşı alınacak önlemlerle ilgili eylem planları nedir?
* Aydın'daki JES'lerden kuruldukları zamandan Temmuz 2019’a kadar kamu ne kadar gelir sağlamıştır?
(HABER MERKEZİ)

Aydın'da hastaneye 300 metre uzaklıkta JES açılıyor!

Çepeçevre Yaşam - Aydın Kızılcaköy halkının JES'e karşı direnişi

Aydın'da 5 köyde 120 JES sondajı yapılacak

JES’ler ölüm saçıyor, iktidar gizliyor



22 Temmuz 2019 Pazartesi

Cengiz Holding, Kaz Dağı’nda faaliyet yürüten altın madenini satın aldı


22 Temmuz 2019 20:47

Kaz Dağı’nda faaliyet gösteren Halilağa Altın Madeni, 55 milyon dolara Cengiz Holding’e satıldı.

Özer AKDEMİR
İzmir
Kaz Dağı’nın Halilağaköyü yakınlarında, ormanlık bir alanda Kanadalı Liberty Gold ve Teck Resorurces’a ait altın bakır madenini Cengiz Holding aldı. Konuya dair Liberty Gold tarafından borsaya “Türkiye’nin kuzeybatısındaki Biga Yarımadası'nda bulunan bakır altın porfir yatağını Türkiye’de satmak için kesin anlaşma imzalandı” açıklaması yapıldı.
55 MİLYON DOLARA SATILDI
Satan şirket tarafından yapılan açıklamada altın madeni projesini Cengiz Holdinge 55 milyon dolara sattığı bilgisi verildi. Cengiz Holding bu miktarı iki yıl boyunca üç aşamada ödeyecek. Halilağayı Cengiz Holdinge satan Liberty yine Kaz Dağı’nda bulunan Kayalıdağ TV Kulesi projesini ise elinde tutmaya devam ediyor. Öte yandan Ticaret Sicil Gazetesine göre yaklaşık 35 milyon Türk lirası sermayesi bulunan şirket sadece Halilağa altın madenini 55 milyon dolara satmış durumda.

 Cengiz Holding, Kaz Dağı’nda faaliyet yürüten altın madenini satın aldı
Fotoğraf: Evrensel
AKP YANDAŞLARI KAZ DAĞI’NA ÜŞÜŞTÜLER
Liberty Gold daha önce Pilot Gold olarak biliniyordu. Şimdi yöredeki altın madenleri arasında Pilot Gold’un adı geçmiyor. Halilağa altın projesinin Cengiz Holdinge geçmesi ile AKP’ye yakınlığı ile bilinen şirketlerden birisi daha Kaz Dağı’nda altın madenine sahip oldu. Lapseki Şahinli Dumanlıdağ’daki altın madeni Çarmıklı ailesine ait Nurol Holdingin TÜMAD şirketinin. Kaz Dağı’nda bir buçuk yıldır faaliyetine devam eden TÜMAD’ın Lapseki Altın Madeni dışında Kaz Dağı’nın kuzey ve güneyinde, Yenice’de, Havran’da, Kalkım’da, İvrindi’de, Bahar Madencilik, Eczacıbaşı, Koza, Chesser, 3S gibi firmaların işletmeye başlamak istediği altın madenciliği projeleri bulunuyor.
İÇİÇE GEÇEN SERMAYE YAPISI VE TÜRK TAŞERONLAR
Çanakkale’nin içme suyunu sağlayan Atikhisar Barajı yakınındaki Kirazlı Altın madeni ile adını duyuran Alamos Gold’un da bölgede üç tane altın madeni projesi var; Ağı Dağı, Çamyurt ve Kirazlı altın işletmeleri. Türkiye’de Orta Truva, Truva Bakır gibi taşeron şirketler eliyle madencilik yapan çok uluslu altın tekellerinin sermayeleri de iç içe geçmiş durumda. Orta Truva şirketinin Ticaret Sicil Gazetesindeki yönetim kurulu üyelerinin ikametgah adresleri Kanada. Alamos Gold’da Kanada sermayeli bir şirket. Ticaret Sicil Gazetesinde şirketin birinci ortağı Pilot İnvestment İnc. İkinci ortağı ise Teck Madencilik San. Tic. AŞ görünüyor. Alamos Gold’un taşeronu ise Doğu Biga Şirketi. Doğu Biga Ticaret Sicil Gazetesinde şu an Hollanda merkezli bir şirket olarak görünüyor.
Liberty Gold’un internet sitesinde Pilot Gold ve Newmont ortaklığından bahsediliyor. Bir başka altın şirketi Frontier ise Newmont tarafından satın alınmıştı.

İÇME SUYU BARAJINA KOMŞU ÜÇ ALTIN MADENİ
Bayramiç taraflarında Orta Truva Madencilik’in ÇED süreçleri tamamlanmış üç tane kuvars-demir madeni var. Yöredeki yaygın iddialara göre, altın madenine karşı yönelen tepkiyi önlemek adına şirketler buradaki madenleri kuvars demir madenleri olarak adlandırıyorlar. Bu üç işletme de Atikhisar barajına 5-7 kilometre uzaklıklarda.
CENGİZ HOLDİNG, CERATTEPE’DEN KAZ DAĞI’NA
Liberty Gold’un açıklamasında Cengiz Holding hakkında şu bilgiler veriliyor:
“Cengiz, inşaat, enerji, madencilik, metalürji ve kimyasal / gübre endüstrisi alanlarında faaliyet göstermektedir. 1970’lerin sonunda inşaat sektöründe ilk faaliyetlerine başladı ve şu anda 12’den fazla ana şirket, 96 bin çalışanı ve yıllık cirosu 6 milyar ABD doları olan Türkiye’nin önde gelen gruplarından biri.”
Cengiz Holding Artvin Cerattepe’deki altın madeninin de sahibi durumunda. Maden Artvin halkının 30 yılı bulan mücadelesine rağmen gerek hukuki süreçlerin arkasından dolanarak ve polis jandarma zoru ile binlerce Artvinlinin direnişini bastırarak geçtiğimiz yıllarda faaliyete geçmişti.
https://www.evrensel.net/haber/383464/cengiz-holding-kaz-daginda-faaliyet-yuruten-altin-madenini-satin-aldi

21 Temmuz 2019 Pazar

Dostum dostum güzel dostum... (Pazar yazısı)


21 Temmuz 2019 09:29

 Dostum dostum güzel dostum...
Cadde bir insan nehri gibi akıyordu. Günün hemen her saati kalabalıktı ama akşam üzerleri, iş çıkış saatinde bir başka doluluk oluyordu. Caddenin girişine yakın bir yerde, belediyenin kültür merkezi olarak kullandığı binanın önünde beş on dakika içerisinde bir kalabalık toplandı. Ellerinde uzun pankartlar, dövizler, fotoğraflar vardı.
Daha kalabalık gelmeden caddeye çıkan sokakların köşe başlarını tutan, telsizli, küçük el kameralı sivil polisler, kitle toplanmaya başlar başlamaz hareketlendi. Telsizlerin sinir bozucu uyarı sesleri sıklaştı, kameralar çalıştırıldı.
Önce, açılan geniş pankartın arkasında gördüm onu, Dostum’u. Patilerinden tanıdım desem yeridir. Beyaza çalan açık sarıydı patileri. Kendisiyle ilgilenenlere iki ayağının üzerinde durarak patilerini uzatırdı hep. Yanında bir arkadaşı vardı bu sefer.
Yine de emin olmak için yan taraftan pankartın arkasına doğru baktım. Evet Dostum’du, yanılmamıştım. Arada, insanların göğüslerine kadar gelen pankartın ötesini görmek için yere eğilip öbür yana bakıyordu. Yanındaki arkadaşının sarı, siyah alaca renkleri vardı gövdesinde.
‘Dostum’ diye seslendim. Hemen döndü seslendiğim yana, kuyruğunu sallayarak koştu geldi yanıma. Patilerini ellerime doğru uzattı. Burnunu bacaklarıma yasladı. Başını okşadım, gözlerine baktım. Uzun kirpikli, sürmeli gözleriyle, her daim hüzünlü bakışlarıyla baktı o da...
Çok uzun sürmedi bu muhabbet faslımız. Bir megafondan yükselen sesler, birbirine iyice sokulup slogan atmaya başlayan kalabalık nedeniyle Dostum’un yanından ayrılıp, pankartın ön tarafına, kitleden birkaç metre uzaklıktaki gazetecilerin yanına yöneldim. Caddenin tam ortasında, yaklaşık 30-40 kişinin katıldığı eyleme polis “Yayaların geçişine engel olmayın” türünden bir iki cılız homurdanma dışında bu sefer ses çıkarmadı. Sadece caddenin tam ortasındaki eylemci grubun yan taraflarından geçmeleri için akıp giden kalabalığa yol göstermekle yetindiler.
Konuşmalar bittikten sonra grup bir süre daha devam etti eylemlerine. Ellerindeki dövizleri pankartların önüne bırakıp alkışlarla dikkatleri çekmeye, dertlerinin duyulmasını sağlamaya çalışıyorlardı.
Resim

Tam bu sırada Dostum ve alacalı arkadaşı pankartın önüne geldiler. Bir süre, sanki yazılanları okuyormuş gibi ağır ağır dolandılar. Önce Dostum, arkasından alacalı arkadaşı yerdeki dövizlerin üzerlerine uzanıp yattılar.
 İstanbul Kısırkaya’da yapımı planlanan hayvan barınağının “bir toplama kampı” olacağı ve hayvanların buralarda acı çekerek öleceği endişesi ile birkaç ilde eş zamanlı yapılan eylemde taşınan dövizlerin birisinin üzerinde “Hayvan deneyleri cinayettir” yazıyordu. Bir başkasında ise “Toplama kampları yıkılsın hayvanlara özgürlük!”. 
Dostum bu sefer kendileri için yapılmış bir eyleme destek veriyordu...
**
Bu tür sokak eylemlerinin birçoğunda Dostum gibi sokak köpeklerinin katılımına tanıklık etmişizdir.
2013 yılındaki Gezi Parkı olayları sürecinde, polisin binlerce göstericiye yoğun gaz ve tazyikli su ile saldırdığı dönemde gazdan etkilenen sokak köpeğinin görüntülerinin yanı sıra ona yardım etmeye çalışan güzel yürekli gençlerin varlığı da unutulmaz karelerden birisi olarak belleklerdedir. “Eylem” adı verilen bu sevimli köpeğin, polisin gözaltına almak için yere yatırıp ters kelepçe taktığı bir gencin başına gitmesi, teselli etmek ister gibi onu koklaması, yalaması ve nihayetinde etraftaki polislerce tekmelerle uzaklaştırılması da görüntüler arasındadır. Geçtiğimiz günlerde bir aracın altında kalarak yaşamını yitirdi Eylem...
Eylem ve Dostum’a çok benzeyen, belki de aynı cins bir köpek bu sefer Aydın Kızılcaköy’de geldi yanımıza. Adı Reks’miş. AYÇEP’li arkadaşlarla ziyaretlerine gittiğimiz Kızılcaköylüler aylardır topraklarında yapılmak istenen JES’e karşı, köy meydanına kurdukları çadırda direniyorlardı. Sohbetlerin ardından çadırın önünde çektirdiğimiz fotoğrafa Reks de girdi.
Dostum bir anda yok oldu ortalıktan. Ne Konak, ne Kıbrıs Şehitleri ne diğer yerlerdeki eylemlerde göründü bir daha. Kimi dedi ölmüş kimi barınağa götürülmüş dedi. Yitip giden binlercesi gibi Dostum’un ayak sesleri de aniden eksildi sokaklarımızdan!.. 
Eylem, Dostum, Reks ve adını bilemediğimiz onlarca köpek... Bu dünyayı birlikte bölüştüğümüz ama çoğu kez bunun farkında bile olmadan diğer birçok canlı gibi yaşamlarını zehir ettiğimiz dostlarımız...
Bizim hep yanımızda oldular. Yaşamı, emeğimizi, özgürlüklerimizi korumak için yaptığımız eylemlerimize katıldılar. En sıkıntılı anılarımızda yanımızda durdular. Onların değerini eksikliklerinin yarattığı boşluğun acısını duyumsamadan bilelim. 
Dünya yalnız bizim değil. Yaşamı bu güzel hayvan dostlarımızla sevelim, bölüşelim...

19 Temmuz 2019 Cuma

Ekoloji Birliği: Kirazlı altın madeni projesi acilen durdurulsun


  19 Temmuz 2019 19:10


Ekoloji Birliği, altın madeni projesi kapsamında Kaz Dağları'nın kuzeyinde 195 bin ağacın kesilmesi ve ÇED raporuna ilişkin açıklama yaptı.

Ekoloji Birliği: Kirazlı altın madeni projesi acilen durdurulsun
Ekoloji Birliği Kaz Dağları'nda yapılmak istenen altın madenciliği ile ilgili yazılı açıklama yaptı.
Alamos Gold'un sahibi olduğu Kirazlı Altın Madeni Projesi, Kirazlı ile birlikte 25 km'lik bir havzada iki projesi daha olan şirketin Kaz Dağları'nın kuzeyinde 195 bin ağaç kesmesi ve Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna aykırı şeklide davranmasına ilişkin Ekoloji Birliği yazılı açıklama yaptı. Açıklamada, "Kaz Dağları ve çevresinde 2'si işletmede olmak üzere farklı uygulama süreçlerinde 40'dan fazlabaşta altın ve gümüş olmak üzere metalik (*kuvars) maden projesi bulunuyor. Bu projeler kadar en az yüzden fazla arama ruhsatının olduğu da biliniyor. Tüm projeler hayata geçtiğinde Kaz Dağların varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır. Daha arama aşamasında doğaya ciddi zarar veren projelerin, ne yazık ki, işletme aşamasına geçtiğinde, vahim bir şekilde, tam bir doğa yıkımı ve talanına dönüştüğünü gördük" denildi.
"195 BİN AĞACIN KESİLDİĞİNE TANIK OLDUK"
Kirazlı ile birlikte 25 km'lik bir havzada iki projesi daha olan şirketin Kaz Dağlarının kuzey eteğinde doğal ve sosyal yaşamı bitireceği ifade edilen açıklamada, "Projenin daha ilk adımını oluşturan doğal örtünün yok edilmesi aşamasında ÇED raporuna aykırı bir şekilde, uydu görüntüleri üzerinden yapılan incelemeler ile 195 bin ağacın kesildiğine tanık olduk. Oysa ÇED Raporunda 45 bin ağacın kesileceği öngörülmüştü. On yıl önce verildiği dolayısıyla ekolojik şartlarının değiştiği iddia edilen projenin ilerleyen aşamalarda değişen başka süreçleri de var mıdır?" diye soruldu. Altın madenciliği sürecinin sadece doğanın yok edilmesinden ibaret olduğunu belirtilen açıklamada, Kaz Dağlarının tarım ve turizmin ile ürettiği ekonomik değerin tüm altın madenlerinin yarattığı ekonomik değerden çok daha fazla, geniş bir tabana yayılmıştır ve kalıcı olduğu ifade edildi.
"TÜM ALTIN MADENİ RUHSATLARI İPTAL EDİLSİN"
Kaz Dağları'nda işletmeye başlamak istenilen altın madenciliği projelerinin dikkatle izlenmesi ve engellenmesi gerektiği ifade edilen açıklama şöyle devam etti:
"Hukuki süreç tamamlanmadan gayri sıhhı müessese izni ve işletme izni alan, ÇED raporunun güvenirliliğini ve geçerliliğini yitirdiği, Çanakkale’nin tek su kaynağını, verimli tarım ovalarını ve Kaz Dağı doğasını yok edecek proje için Çevre ve Şehircilik Bakanını acilen göreve çağırıyoruz. Kirazlı Altın Projesi daha fazla doğa yıkımına yol açmadan acilen durdurulmalı ve bu projeden vazgeçilmelidir. Usulsüz ve hukuka aykırı bir şekilde bu belgeleri imzalayanlar hakkında işlem yapılmalıdır. Bizler çok iyi biliyoruz ki, altın madenciliğinde hiçbir kamu yararı yoktur. Karı, çoğu çok uluslu şirketlere, riski ve zararı da halkadır. Altın madeni çıkartılan hiçbir ülke zenginleşmemektedir. Artık yeter. Kirazlı Altın Madeni acilen durdurulsun. Kaz Dağları ve diğer bölgeler için verilen tüm altın madeni ruhsatları iptal edilsin." (İzmir/EVRENSEL)

Kaz Dağları'nı koruma önergesi AKP ve MHP oyları ile reddedildi

Kaz Dağı’nın yeni kabusu: Kısacık altın madeni

Çanakkale Kent Konseyinden Kaz Dağları için sosyal medyada kampanya çağrısı

18 Temmuz 2019 Perşembe

Ekoloji Birliği: Gezi biziz, Gezi ülkemizin aydınlık geleceğidir


18 Temmuz 2019 21:08


Ekoloji Birliği, Gezi davası ile ilgili yaptığı açıklamada, söz konusu davayı "ülkemizdeki adaletsizliğin dışavurumu" olarak yorumladı.
Ekoloji Birliği: Gezi biziz, Gezi ülkemizin aydınlık geleceğidir

Ekoloji Birliği Gezi davası ile ilgili yaptığı yazılı açıklamada "Gezi biziz, Gezi ülkenin aydınlık geleceğidir" dedi.

Gezi Parkı eylemlerinin tüm dünyanın gözleri önünde yaşandığını ifade eden Ekoloji Birliği, "Çevre duyarlılığı ile başlayıp, demokratik haklara ve yaşam biçimine yönelik saldırılara ve en nihayetinde AKP iktidarının baskıcı rejimine karşı ülke genelindeki hoşnutsuzluğun en net şekilde dışa vurumudur yaşanan olaylar" dedi. Eylemlerin odağında yaşamlarında ilk kez sokağa çıkıp eylem yapan gençlerin olduğunun altını çizen Ekoloji Birliği, "Gelecek güzel günlere olan inancı besleyen bir kaynaktır. Kitlelerin, hiç umulmadık bir anda, bir olayla birlikte harekete geçebileceğinin, bu süreçte önemli bir bilinç ve örgütsel davranış sıçramasının yaşanabileceğinin de son dönemde ülkemiz içinde yaşanmış en önemli örneğidir. Taksim Meydanı’ndan polis çekildikten sonra kurulan komünler, direniş komiteleri, dayanışmanın yarattığı o kardeşlik, yoldaşlık, demokrasi rüzgarı gelecek güzel günlerin hiç de ütopya olmadığının en açık göstergesidir" dedi.

"GEZİ'DEN ÖNCE ANADOLU'DA ONLARCA GEZİ YAŞANIYORDU"
Gezi eylemleri olmadan önce Anadolu'nun onlarca yerinde "Gezi"ler yaşandığına işaret edilen açıklamada, "Bergama köylülerinin yaşam alanlarını korumak için yaktığı ateş, verdikleri mücadelede diktikleri tohumlar, Anadolu'nun birçok yerinde direniş ateşleri olarak devam ediyordu. Gerze'de, Tortum'da, Madran Dağı'nda ve Karadeniz yaylalarında yurttaşlar gözlerini kar hırsı bürümüş şirketlerin saldırılarına karşı topraklarını, havalarını, sularını, yaşam alanlarını korumak için direniyorlar, kora kor bir şekilde yaşam haklarını savunuyorlardı. Gezi bu küçük küçük yanan çoban ateşlerinin birleşimi, hoşnutsuzluğun, adaletsizliğin isyanıdır. Saldırılar sürdükçe, adalete olan, gelecek güzel günlere olan özlemler de sürecek, saldırıya karşı direniş de her zaman var olacaktır" denildi.

Ekoloji Birliği açıklamasında, Gezi eylemleri ile ilgili 16 kişi hakkında dava açılarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep edilmesini "ülkemizdeki adaletsizliğin bir dışavurumu" olarak nitelerken şu ifadeleri kullandı:

"Bir kez daha diyoruz ki; Gezi Bergama'da toprakla buluşan doğayla barışık, onurlu bir yaşam mücadelesi tohumunun filizlenmiş halidir. Gezi, ülkemizin, emek, demokrasi, temel hak ve özgürlükler mücadelesi tarihine ekoloji odaklı direnişlerin bir armağanı, işaret fişeğidir. Gezi biziz, Gezi ülkemizin aydınlık geleceğidir..." (İzmir/EVRENSEL)
https://www.evrensel.net/haber/383258/ekoloji-birligi-gezi-biziz-gezi-ulkemizin-aydinlik-gelecegidir

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Yatağan'da termik santrale karşı hukuk mücadelesi devam ediyor


17 Temmuz 2019 20:11


Muğla’da açılması planlanan kapalı kömür ocağına Valilik tarafından verilen "Çevresel etki değerlendirmesi gerekli değildir" kararına karşı başlatılan hukuk mücadelesi sürüyor.

Yatağan'da termik santrale karşı hukuk mücadelesi devam ediyor
Yatağan Termik Santralinin, Muğla’da açmayı planladığı kapalı kömür ocağına Valilik tarafından verilen "Çevresel etki değerlendirmesi gerekli değildir" kararına karşı Tayyibe Demirel’in başlattığı hukuk mücadelesi devam ediyor.
Muğla’nın Yatağan İlçesi Hacıbayramlar Köyü yakınında planlanan kapalı kömür ocağına 2018 yılında verilen "Çevresel etki değerlendirmesi gerekli değildir" kararına karşı Turgut köyünden Tayyibe Demirel’in başlattığı hukuk arayışı sürüyor. Yaklaşık bir yıl önce açılan davada, 16 Temmuz'da bilirkişi keşfi vardı. Bilirkişi heyetinin kömür ocağının açılacağı yerde yaptığı incelemelere, davacı Tayyibe Demirel, Avukat Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Gönüllüsü Bora Sarıca, çevredeki köylüler ve davaya destek veren MUÇEP üyeleri katıldı.
"SU KAYNAKLARIMIZ KURUYACAK"
Muğla 2. İdare Mahkemesi, Valiliğin kararını iptal etmiş; karar Danıştay tarafından, yapılacak bilirkişi incelemesinin sonuçlarına göre karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulup mahkemeye geri gönderilmişti. Mahkeme, Tayyibe Demirel’e karşılaması mümkün olmayan yüksek keşif masrafı çıkarmasına Demirel, çevrenin korunması için yurttaşlık görevini yerine getirerek dava açtığını, bildirilen masrafı ödemesinin mümkün olmadığını, masrafı kendisini dava açmak zorunda bırakan devletin ödemesi gerektiğini belirterek itiraz etmişti. Bu talebin mahkeme tarafından kabul edilmesinin ardından belirlenen bilirkişi heyeti tarafından, yerinde keşif yapıldı.
"ÇOCUKLARIMIZ İÇİN MÜCADELE EDİYORUM"
Keşif sırasında davadaki taleplerini açıklayan Tayyibe Demirel, termik santral ve kömür ocaklarının yarattığı kirlilik yüzünden kanser ve astım hastası olduğunu, köyde cenaze kaldırılmadan neredeyse gün geçmediğini; tarlalarının, zeytinliklerinin, sularının, yaşama haklarının ellerinden alındığını gözyaşlarını tutamayarak dile getirip bilirkişilere şöyle seslendi: "Ben 63 yaşındayım, şurada üç günlük ömrüm kaldı; verdiğim mücadele çocuklarımız, gelecek kuşaklar içindir. Sizler de çoluk çocuk sahibisiniz, lütfen elinizi vicdanınıza koyarak, doğru, gerçeğe uygun bir karar verin!"
Demirel’in avukatı Bora Sarıca da bilirkişilerin değerlendirmelerinde dikkate alması gereken raporlar, bilimsel görüşler ve emsal mahkeme kararlarını sunarak, bunlar dikkate alınarak rapor düzenlenmesini talep etti.
Keşfe katılan çevre köylerde yaşayan yurttaşlar da pankartlarıyla, yaşadıkları mağduriyetleri dile getirdi. Keşif yerinde bulunan MUÇEP gönüllüleri, TEMA Muğla temsilciliği, çok sayıda köylü de davaya konu olan kararın dayanağı olan Proje Tanıtım Dosyası’ndaki bilimsel ve teknik hata ve eksiklikleri ifade etmeye, ÇED raporu düzenlenmesi gerekliliğini anlatmaya çalıştı.
Toplanan köylüler ve ilgililerin sonuna kadar takip ve eşlik ettiği incelemelerde, kapalı kömür ocağının ve açık alan tesislerinin, kurulacağı yerin çevresindeki koruma altında olan tarım arazilerine, zeytinliklere ve bölgeye içme ve tarımsal sulama suyu sağlayan Dipsiz Çayı’na etkilerini değerlendirmeyi sağlayacak saha gözlemleri  yapıldı.

Fotoğraf: Neşe Yüzüak
(İzmir/EVRENSEL)
Yatağan’da doğa ve tarih sermayenin ayakları altında

Kömür ocağına komşu yüzlerce zeytin ağacı heyelanla yok oldu


16 Temmuz 2019 Salı

Tacim Çiçek: Gerçek diye sunulan birçok yanlışı reddediyorum


16 Temmuz 2019 07:22


Özer Akdemir, "Hatıralarla Manavkuyu" ve "Reddediyorum" kitaplarının yazarı Tacim Çiçek'le konuştu.

Tacim Çiçek: Gerçek diye sunulan birçok yanlışı reddediyorum
Özer AKDEMİR
İzmir
Eğitimci-Yazar ve Şair Tacim Çiçek uzun yıllardır İzmir’de yaşıyor. Öğretmenlik mesleğine devam ederken bir yandan kitap çalışmalarını sürdürüyor. Çiçek’in geçtiğimiz Nisan ayında iki yeni kitabı daha okurlarıyla buluştu. “Hatıralar Manavkuyu”da yazarın İzmir yılları ve anılarının bir kısmı yer alıyor. “Reddediyorum” ise çeşitli gazete-dergilerde çıkmış sanat ve siyaset yazılarını içeriyor. Çiçek ile son çıkan iki kitabı üzerine söyleştik...

“İçinden istemeden ayrılmak zorunda kaldığımız korunaklı yurdumuz” olarak tanımladığınız çocukluğunuzu “Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu” kitabında anlatmıştınız. “Hatıralar Manavkuyu”da ise askerlik günlerinden günümüze kadarki İzmir’e anılarınız ve tanıklıklarınız eşliğinde bakmışsınız. Bu kitaplarla sanki öz yaşam öykünüzün parçalarını oluşturuyorsunuz. Ne dersiniz?
Doğum ve ölüm tarihleri bilinen bir insanın tüm verileri elimizde olsa bile onun öz yaşam öyküsünü tamamlamak da, birebir anlatmak da olanaksızdır. Hayat dediğimiz şey akışkandır bir nehir gibi ve bu yüzden duygular, düşünceler akış halindedir; bu yüzden tüm veriler olsa da hep boşluklar olacaktır. Fakat şunu söylemek olası benim açımdan; Ceyhan ile İzmir kendi kişisel hayat hikâyem üzerinden oluşturduğum iki kapsamlı kitap. Bunların arasına sizin söyleminizle ‘öz yaşam öyküm’den kotardığım iki kitabımı da koymak isterim. İlki “Kitap Hırsızı”... Tümüyle kendi çocukluğumdan kotardığım kısa bir romandır. Birçok okuyana bakılırsa bir o kadar da inanılmazdır. Yalnız bilmeli ki böyle düşünen okur; her insan en iyi kendini tanır.  Yani, aslında en çok da inanılmaz sandığımız şeyler daha çok yakıcı gerçeklerden oluşur çoğunlukla. Diğeri “Kızıl Valizli Kadın” adlı öykü kitabımdır. Bunda da 12 Eylül askeri faşizminin öncesini, sürecini ve sonrasını dokuz öykü ile anlatmaya çalıştım.

Hatıralar Manavkuyu'da buram buram eski bir İzmir özlemi duyumsadım. En çok nelerini arıyorsunuz eski İzmir'in?
İzmir’in olmazsa olmazlarını… Çünkü ben 1997’de yerleştim İzmir’e... Bundan önce de ilki 83’te, 87’de ve 92’de olmak üzere birkaç kez geldiğim İzmir’de her sosyal çevreden insanın ufak tefek sorunları, sürtüşmelerini saymazsak barış içinde bir arada olmalarını, farklılıkların zenginlik olduğu anlayışını, Uluslararası İzmir Fuarını, Kordon’unu, Kemeraltı’sını, Alsancak’ını, Karşıyaka’sını ve Bornova’sını özledim. İlk aklıma gelen bunlar diyeyim. Belkahve’den Bornova’ya inerken Pınarbaşı ile Işıkkent arasındaki nar bahçelerini özledim örneğin… O zamanın Eşrefpaşa’sını, sinemalarını ve her semtin insanlarının yaz akşamlarında sokak aralarında birbirine sevgi ve saygı dağıttıkları zamanları… Afro Türklerin, diğer azınlıkların (ki bu kavramları hiç de sevmem ama) kendi gelenekleriyle kutlamalarını, kısacası o rengârenk hayatları ve insanları özledim. Ve eski direnişleri, birliktelikleri, Tarişleri, KöyKopları ve devrimcileri özledim tabii ki. Çok fakat bunlarla yetineyim.

Kitapta Türkiye yazının yakından tanıdığı birçok edebiyatçı ile ilgili anılarınız var. İzmir’i, edebiyat ve edebiyatçıları bakımından değerlendirdiğinizde nasıl bir kent sizce?
Kitapta yer verdiğim anılar vermediklerimin küçük bir bölümü. Kitabın kendi akışı içinde olması gerekenleri paylaştım o kadar. İzmir’i edebiyat açısından değerlendirdiğim zaman genel anlamda İstanbul’dan sonra en verimli, en etkin bir kent olarak belirtmeliyim. Ve genel olarak edebiyatçılarından söz edecek olursam; irili ufaklı adacıklardan oluşan, kendinden gayrısını yok sayan, kültürel, sosyal, sınıf ve emek açısından duyarsız bir kitlenin ağırlığından söz edebilirim. Yine de duyarlı, bilinçli, aydın ve yazar sorumluluğu açısından bilimden, gerçekçilikten ve yaşamı güzelleştirmek sevdasından yana olan bir edebiyatçı gurubu olduğunun da altını çizmeliyim.

Geçmişten bugüne baktığınızda kendi tarihselliği içerisinde İzmir'deki kentsel, sosyal ve kültürel değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 
Bir kere İzmir’in trafik, ulaşım, sosyal ve kültürel bir kent olma yolunda birçok sorunu olduğunu bilmeyen yok gibi. Yine de kentsel, sosyal ve kültürel değişimin inişli, çıkışlı ve istenilen seviyede olmaması kentin bir demokrasi, özgürlük ve sosyal dokular kenti olduğu gerçeğini göz ardı etmemize sebep olamaz yine de bana göre. Çünkü İzmir’in geçmişten günümüze yayıldığı alan içindeki kuruluş noktalarına baktığımızda önceki sosyal, kültürel ve yaşamsal güzellikleri içselleştirip sentezleyebildiği için bugünkü duruma geldiğini söyleyebiliriz. Kentler bunu kendi başına yapamaz. Onlara göründükleri durumları içinde yaşayan, hatta daha çok yöneten insanlara borçludur. Bu yüzden diyalektik olarak ileri doğru olan değişim planları akıllı projelerle, mimariyle ve yapılaşmayla desteklenmelidir…

“Reddediyorum” adlı kitabınız ise çeşitli dergilerde yayınlanmış yazılarınızın bir toplamı. Sahi neyi reddediyor Tacim Çiçek?
1987/2017 yılları arasında yayımlanan bin sayfayı geçecek denli çok yazı var elimde. Bunların bir kısmı aynı yayınevi tarafından Geriden Yazılan Kaldı adıyla kitaplaştırılacak. Reddediyorum genel olarak siyaset ve sanat/edebiyat siyaseti ağırlıklı yazılardan oluşuyor. Hümanizmden Toplumcu Gerçekçiliğe; Şeyh Bedrettin’den Köy Enstitülerine; İşkencelerden, kıyımlardan, Kürt sorununa, erki ellerinde tutanların görevlerini kötüye ve baskı aracı olarak kullanmalarına; üç çocuk isteminden, edebiyatçıların hastalıklı hallerine karşı bir duruş sergilemeye çalıştım, bu kitabımdaki yazılarla. Reddettiğim şeyler kitabı itirazımın olduğu tüm olumsuzluklar, yanlışlıklar ve haksızlıklar toplamıdır. Özetle bize gerçek diye sunulan birçok doğru yanlışı reddediyorum bu kitabımdaki yazılarla...
https://www.evrensel.net/haber/383063/tacim-cicek-gercek-diye-sunulan-bircok-yanlisi-reddediyorum

14 Temmuz 2019 Pazar

"Kurgu da olsa kapitalistlerden rövanşı almak istedim"


 14 Temmuz 2019 07:13


Özer Akdemir, Gökhan Tunç'la "Nefes" romanı üzerine konuştu.


Özer AKDEMİR
İzmir
Yazar Gökhan Tunç’un Nefes adlı romanının ikinci cildi geçtiğimiz Nisan ayında çıktı. Romanında “insanın neden dünyaya geldi” sorusunun peşine düşen Tunç’la Nefes’i konuştuk. Tunç, roman için “Kapitalistlerden kurguda olsa rövanşı almak istedim” dedi.

"Kurgu da olsa kapitalistlerden rövanşı almak istedim"
Romanınızda aslında bıçak sırtı bir konuyu ele almışsınız; “Öteki taraf” ya da ölümden sonra gidildiği düşünülen yer... Konusuna baktığınızda fantastik bir romanla karşılaşabileceğinizi düşünürken ilerleyen sayfalarda verilen mesajların çok daha farklı olduğunu görüyoruz. Ama her iki ciltte de çok yoğun bir mesaj veriliyor. Siz ne anlatmak istediniz, nasıl bir mesaj vermeye çalıştınız okurlarınıza?

Sanayi devriminden sonra makinelerin hayatımıza girmesi ile birlikte insanlığın soylu yanlarını açığa çıkartabilmesi için büyük bir fırsat yakalandı. İnsanlık için daha çok boş zaman... Bir makine yüz insanın yapabileceği işi tek başına yapabiliyordu çünkü. Ama devrim çoğunluğun istediği gibi gelişmedi. Makinelerin mülkiyetini ele geçiren ağa babaları çoğunluğa boş zaman fırsatı sunmadı. Bugün baktığımızda fabrikalarda işçi sınıfı veya ofislerde, plazalarda beyaz yaka dediğimiz sınıf fark etmez onlarca saat çalışıyor, mesai yapıyor peki kendisi için ne üretiyor? İşte Nefes'te ben bu soruya cevap aramak istedim. İnsan dünyaya neden gelir?
Neden gelir?
Bence insanın dünyaya gelme amacı içinde bulunan soylu yanları yani sanat, spor, aşk gibi  kendi içinde keşfetmek, açığa çıkarmak ve insanlığa bunları sunmasıdır. Ben insanı tanımlarken aşık olabilen ve sanat yapabilen bir varlık olarak tanımlıyorum. Patronlara para kazandırmak için onların kurduğu sistemin çarkları arasında ezilen bir meta olarak değil.

“Öteki taraf”a baktığınızda aslında buradan çok da farklı değil gibi. Sadece iyi olanlar iyi bir yaşamla, evlerle, yemeklerle ödüllendirilirken, kötü olanlar ve kötü anılanlar acı çekiyorlar ve iyilere hizmet ediyorlar. Kapitalizmin değişik bir kurgu içerisinde eleştirisini yapmak diye yorumlamak mümkün mü bu durumu?

Bu durum dünyada tam tersi. Dünyada iyiler kötülere yani sömürenlere hizmet ediyor ve acı çeken iyiler. Çünkü kapitalist sistemde emek hırsızlığı yapmadan var olamazsın. Sistemin değişmez kuralı bu. Romanda ‘diğer taraf’ kurgusunda yarası çıkanlar genelde zengin sınıftan meydana geliyor. Çünkü sömürdüğü işçileri onları pek iyi hatırlamıyor. Kapitalistlerden kurguda olsa rövanşı almak istedim.

Romanda dini inanışlara, ritüellere hiçbir vurgu yok neredeyse? Cennet ya da cehenneme gidecekler dinlerine göre değil iyi-kötü olmalarına ve hatırlanmalarına göre belirleniyor. Bu bilinçli bir tercih gibi. Ne dersiniz?

Cennet ve cehennem aynı yerde romanda. Dünyada konforlu bir hayat yaşamış, gücü-sermayeyi elinde bulunduran birinin diğer taraf kurgusunda sefil bir hayat yaşaması, devamlı yaralarının çıkması ve iyi insanların onun kötü olduğunu bilmesi. Her gün duyduğu utanç ve yoğun acı. Bu bir insan için cehennemde olma hali değil de nedir. Diğer türlü ben her dini inanış için şöyle düşünüyorum; sadece birtakım ritüelleri yerine getirerek ama ahlaktan nasibini almayarak, bu hayata hiçbir iz bırakmadan göçüp giden birinin öldükten sonra güzel bir yaşama kavuşacağına inanmıyorum. Bu biraz kendini kandırmak gibi geliyor bana.

Ölen-öldürülen devrimcilerin, insanlık tarihini değiştirenlerin en güzel yerlerde olması ve halen yaptıkları işe devam etmeleri, yazarsa yazarlığa, sinemacıysa film çekmeye, şairse şiir yazmaya... Romanın en ilginç bölümlerinden birisi olmuş bence. Nereden aklınıza geldi ve nasıl seçtiniz bu kısımlara konu edindiğiniz kişilikleri?
Kapitalizmin yıkılması için mücadele etmiş, canından olmuş insanların diğer taraf kurgusunda iyi yaşamaları kaçınılmaz bir gerçekti. Seçimler ise daha çok hayatım boyunca incelediğim, araştırma yaptığım insanlar arasından oldu.

İki cilt birbirinden farklı olarak okunabilir ama birbiriyle de bağlantılı aynı zamanda. İkinci cilt bir distopya ortaya koyuyor. Benzer birçok öğenin farklı distopya içerikli filmlerde, kitaplarda gördüğümü anımsıyorum. Sonu iyi bitiyor ama romanın. Distopyadan ütopyaya...
İlk kitapta şöyle bir söz var: “Sana verdiklerimle kır kafesi yoksa kaplan yer seni.” İkinci kitap şunu anlatıyor aslında; İlk kitapta söylenenleri umursamaz ve kendini kandırmaya devam edersen ikinci kitaptaki distopik dünya ile karşı karşıya kalırsın.

Son olarak; okurlarınızın romana dair geri dönüşleri nasıl?
Kitapla ilgili benim iki güçlü iddiam var. İlki sürükleyici oluşu ikincisi ise daha önce okuduğunuz veya izlediğiniz hiçbir kurguya benzemiyor oluşu. Hal böyle olunca okuyucular daha önce karşılaşmadıkları, hayal gücü yüksek bir kurgu ile karşılaşınca biraz şaşkınlıkla beraber memnun oluyorlar. Bu da benim hoşuma gidiyor doğrusu. Farklı olmak iyidir.

YAZAR HAKKINDA
30 Temmuz 1984’de Samsun/Alaçam’da doğdu. Üniversite eğitimini Selçuk Üniversitesi İnşaat mühendisliği bölümünde tamamladı. Çeşitli amatör tiyatrolarda oyunculuk yaptı. İlk kısa filmi ‘Umut’ 2007 yılında Konya’da çekti. Umut, Yılmaz Güney kısa film festivalinde gösterildi. İkinci kısa filmi ‘Kış Geçsin’ 2012 yılında çekti. Aynı yıl Moda Senaryo Evi’nin bünyesine katılarak dizi senaristliği yaptı. İlk tiyatro oyunu ‘Hücre’ Park Kitap tarafından yayınlanmıştır. Tunç halen İzmir Büyükşehir Belediyesinde inşaat mühendisi olarak çalışıyor.
https://www.evrensel.net/haber/382965/kurgu-da-olsa-kapitalistlerden-rovansi-almak-istedim

13 Temmuz 2019 Cumartesi

Yatağan’da doğa ve tarih sermayenin ayakları altında



Bereket Enerjiye ait Yatağan Termik Santrali'ne kömür sağlayan maden ocakları, Lagina Antik Kenti’ne ait tarihi buluntuları üzerindeki zeytinliklerle birlikte yok ediyor.
 13 Temmuz 2019 19:30

Özer AKDEMİR
Bereket Enerjiye ait Yatağan Termik Santrali'ne kömür sağlayan maden ocaklarının doğa, tarim ve tarih kıyımı hız kesmeden sürüyor. Yatağan’a bağlı Turgut Mahallesi yakınlarındaki Lagina Antik Kenti’ne ait tarihi buluntuların üzerindeki zeytinliklerle birlikte yok edildiğine dair yeni görüntüler doğa ve kültür katliamının son delilleri oldu.

GÖRÜNTÜLER BU SABAHTAN

 
Fotoğraflar: Kazım Erol

Binlerce yıllık Lagina Antik Kenti ile iç içe bir yaşam süren Turgut Mahallesi’nin kömür madenlerinin yıkımından korunması için mücadele eden Turgut Yardımlaşma ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği Başkanı Kazım Erol bu sabah kömür madeni işletmesinin çalıştığı alana giderek madenin çalışmalarını görüntüledi. Erol, görüntülerde zeytin ve antik kalıntıların nasıl yok edildiğini belgeledi.
TARİHİ KATLEDEN ŞİRKET AYNI ZAMANDA KAZI SPONSORU!
 

Turgut Mahallesi'ne bağlı Çatallıbağ mevkisinde kömür işletmelerinin yaptığı çalışmaları görüntüleyen Erol, sadece o mevkide bir kısmı yüzlerce yıllık olan 700-800 zeytin ağacının yok edildiğini dile getirdi. Bölgenin Lagina Antik Kenti'nin hinterlandı içinde bulunduğunu, kentin bir parçası olduğunu belirten Erol, 3. derece sit alanı koruması bulunan bölgedeki katliamın önünün nasıl açıldığına dair şu bilgileri paylaştı:
“Burasını 3. derece sit korumasından çıkaran bizzat kazı heyetinin başkanı Prof. Dr. Bilal Söğüt’tür. Kendisi aynı zamanda Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyesidir. Ne acı ve gariptir ki Lagina Antik Kenti'nin kazı sponsoru, bölgemizdeki tarihi, doğayı yok eden termik santralci Bereket Enerjidir!”

TAM BİR HUKUKSUZLUK!
 

Sit alanında iş makineleri ile yapılan çalışmaları görüntüleyen Erol, "Sit alanında kepçeler kocaman iş makineleri ile çalışıyorlar. Kepçeler yüzlerce yıllık zeytinleri söküyor, dev iş makineleri tarihi buluntuların üzerinde dolaşıyor. Bu tam bir hukuksuzluktur! Kültürümüz, doğamız yok ediliyor, sermayenin ayakları altına atılıyor. Bir gün bu hukuksuzlukların hukuk karşısında cevap vereceğini ve bu yapılanların hesabının yine hukuk önünde sorulacağına inanıyorum” dedi.
“SİT DERECESİNİN DÜŞÜRÜLMESİNE İTİRAZ ETTİK”
Dernek olarak Muğla Anıtlar Yüksek Kuruluna bölgenin sit alanından çıkarılması kararına karşı itirazda bulunduklarını belirten Erol, “Buradan gelecek karara göre hukuki süreci başlatacağız. Geçtiğimiz haftalarda ortayla çıkan çocuk mezarları ve diğer tarihi buluntuların üzeri ne yazık ki toprakla örtülerek yok edildi. Yeni yeni çıkan buluntular da aynı şekilde yok ediliyor. Burası Turgut’un yerleşim yerine en çok 500-600 metre. Kömür ocağını çalışmaları nedeniyle heyelanlarda meydana geliyor” diye konuştu.
ÖNÜMÜZDEKİ SALI BİLİRKİŞİ KEŞFİ VAR
Öte yandan Yatağan Elektrik Üretim A.Ş’nin (YEÜAŞ) kömür ocağı alanını genişletmek için yaptığı projeye Muğla Valiliği tarafından verilen “ÇED gerekli değildir” kararı Turgutlu Tayyibe Demirel’in açtığı dava sonucu iptal edilmişti. Mahkeme bölgenin tarım ve zeytin alını olduğu, Dipsiz Çayı kaynağına bu kadar yakın mesafede bir kömür ocağının ÇED raporu hazırlanmaksızın açılamayacağına karar vermişti. Mahkeme kararına rağmen 30 MayIs 2019’da yapılmak istenen ÇED toplantısı yöre halkının tepkileri üzerine gerçekleştirilemezken, mahkemenin istediği yeni bilirkişi keşfi önümüzdeki salı (16 Temmuz) yapılacak. Demirel bilirkişi keşfine tüm çevre derneklerini, doğaya, tarihe saygı duyan herkesi beklediklerini söyledi.
Daha önce yapılan bilirkişi incelemesinde, bilirkişiler bölgenin tarım bölgesi ve zeytinlik alan olduğuna dair rapor düzenlenmişti.
https://www.evrensel.net/haber/382957/yataganda-doga-ve-tarih-sermayenin-ayaklari-altinda

12 Temmuz 2019 Cuma

İzmir Bayındır'da "pirina fabrikası yeraltı sularını kirletti" iddiası



İzmir'in Bayındır ilçesi Yakapınar Mahallesi'nde fidan yetiştiriciliği yapan Nurdan Uçar, evine 800 metre uzaklıktaki pirina fabrikasının yeraltı sularını kirlettiğini iddia ediyor.
 12 Temmuz 2019 20:29
 
Özer AKDEMİR
İzmir

İzmir'in Bayındır ilçesi yakınlarındaki tarım arazilerinin sulanması için yapılan Uladı Barajı'nın mutlak koruma alanındaki sularda ve yeraltı sularında pirina kirliliği olduğu ileri sürüldü. Bayındır ilçesi Yakapınar Mahallesi'nde fidan yetiştiriciliği yapan Nurdan Uçar, evine 800 metre uzaklıktaki pirina fabrikasının sularını kirlettiğini iddia ediyor. DSİ, sulardaki kirliliği ortaya koyan rapor hazırlarken bilirkişi raporunda ise sulardaki kirliliğin kaynağı olarak pirina fabrikasının gösterilemeyeceği ileri sürülüyor.

YERALTI SULARI KİRLİ VE YAĞLI AKIYOR
Yaklaşık 5 yıldır Yakapınar Mahallesi’ndeki arazisinde fidan yetiştiriciliği yapan Nurdan Uçar, yeraltı sularının yağlı ve kirli akmaya başlaması üzerine çeşitli kurumlara başvurmuş. Kirlilikten fidanlığa 800 metre uzaklıktaki bir pirina işletmesini sorumlu tutan Uçar, Bayındır Cumhuriyet Başsavcılığının yanı sıra Bayındır Belediyesi, İZSU ve DSİ'ye de başvurarak suları kirleten bu duruma karşı gerekenin yapılmasını istemiş.
İşletmenin iki fazlı ve 5 bin 700 ton yıllık kapasiteye sahip olmasına rağmen 3 fazlı çalıştığını ileri süren Uçar, ilave havuzlarla işletme kapasitesinin aşıldığı ancak bunun ÇED raporları yenilenmeden yapıldığı görüşünde. 2018 yılında yapılan iki havuz için imar affı süreci işletilmesine karşın bu havuzların imar affı kapsamına giremeyeceğine dair dilekçe yazan Uçar'a herhangi bir yanıt verilmemiş. Uçar, başvuruları üzerine "havuzların sızdırmazlık raporu var" diyen DSİ'nin de bu raporları ortaya çıkaramadığını iddia ediyor. 

KİRLETİLEN BÖLGE, BARAJIN MUTLAK KORUMA ALANINDA
Aylardır sulardaki kirliliğin önlenmesi ve kirletenlerin cezalandırılması için çaba gösterdiğini belirten Uçar, köylülerin gerekli duyarlılığı göstermemesinden yakınıyor. Uçar, "Bu güzelim ovanın sularının bir kişinin para kazanması uğruna kirletilmesini kabul edemiyorum. Benim kuyularımdan çıkan suyu görseniz yağlı, kahverengi bir su. Bu sularla araziler nasıl sulanabilir? Üstelik bu kirliliği yaratan firma Uladı Deresi'nin tam kenarında. Zaten bölge de Uladı Barajı’nın mutlak koruma alanında. Dere su kütlesi ilan edilmiş turumda. Ben geçenlerde arazi kiralamak için Çevre ve Şehircilik Müdürlüğüne başvurdum, 'oradan arazi vermiyoruz, mutlak koruma alanı' yanıtını verdiler" diye konuştu.

 

BİLİRKİŞİ RAPORU FİRMANIN AĞZI İLE YAZILMIŞ
Firmaya açtığı dava sürecinde hazırlanan bilirkişi raporuna itiraz ettiğini ancak itirazın reddedildiğini belirten Nurdan Uçar, "Bilirkişi raporu çok saçma. Tamamen taraflı, firmanın ağzı ile yazılmış notlar var. Rapor, başka pirina fabrikalarının olduğu ve kirliliğin hangisinden kaynaklandığının belirlenemeyeceğini ileri sürüyor. Oysa burada başka pirina fabrikası yok! Evet, zeytinyağı fabrikası var. İki fazlı, yılda 3 ay çalıştırırlar. Evleri oradadır ve hiçbir koku yok ama pirina başka bir şey. 12 ay çalışıyor bu işletme. Karasuyu var. Zaten zeytinyağı fabrikası atığını kilosu 30 kuruştan bu pirinacılara satarken niye dereye döksün ki?" ifadelerini kullandı.
Uçar, bilirkişi raporunda işletmenin imar barışından yararlandığının belirtilmesine rağmen buna dair belgelerin de şu ana kadar ortaya konulmadığını ifade etti.

DSİ KİRLİLİĞİ TESPİT ETTİ
İZSU'nun sulardaki kirliliği tespit eden raporunu savcılığın talep etmesine rağmen kurum tarafından gönderilmediğini ileri süren Uçar şöyle konuştu: Benim ulaşabildiğim bir evrak, kirliliği kabul ediyor ve 'ceza kesilmeli' diyor. O cezayı İZSU'nun birimleri 'ben yazmam sen yaz' diye aylarca aralarında dolaştırmışlar. Sonra da başka bir analiz yapıp suları bu sefer temiz bulmuşlar. Oysa İZSU ile aynı tarihte DSİ'nin yaptığı analizde sulardaki yağ, gres değerleri ortaya konmuştur. Üstelik sularda başka kirlilikler de varmış. DSİ müdürü bana bu sonuçlarla dava açabileceğimi söyledi.

"ÇOK HIZLI BİR TALAN VAR"
Bu girişimlerin ardından 20 gün önce havuzların yıkılacağı duyumunu aldıklarını, bazı havuzların kenarının yıkıldığını belirten Uçar, "Dün gidip bakabildim. Orada bir havuzun önü bir miktar kırılmış ama aynı şekilde kullanıyorlar. Dışarıdan getirip kurutmaları yine döküyorlar. Bugün de bunlardan güç alıp yukarı dere kenarlarını işgal eden restoranları şikayete gideceğim. Ne ruhsat var ne vergi kaydı ne de 'foseptik çukurların nerede' diyen! Yukarı doğru dere kenarlarına aklına esen iki odalı konteynırlar koymaya başladı" diye konuştu. 

"YAŞADIKLARIM TRAVMAYA NEDEN OLDU"
Bölgede çok hızlı bir talanın gerçekleştiğini ifade eden Nurdan Uçar, son süreçte yaşadığı hayal kırıklıklarını şu sözlerle dile getirdi: Bu olayı yaşamadan önce ülkesine çok güvenen, devletçi yapıya sahip bir birey iken bu konuda son bir yıldır yaşadıklarım bende büyük bir travmaya sebep oldu. Bir baktım ki ülkemde yasa var ama uygulayan yok, herkesin bir yerlerde adamları var. Ülkemin talan edildiğini gördüm ve büyük üzüntü yaşadım.

FİRMA SAHİPLERİNDEN HIZIR PINAR: BÜTÜN İZİNLERİ ALDIK
Nurdan Uçar'ın iddialarını fabrikanın sahiplerinden Hızır Pınar’a sorduk.
Hızır Pınar, Çevre Bakanlığı ve İl Çevre Müdürlüğünden gerekli bütün izinleri aldıklarını belirterek şunları söyledi: Bizim fabrikamıza eş değer fabrikaların katbekat büyüklükte olanları var. Nurdan Hanım şahsıma bir arazi satışını gerçekleştirmek için bu tür iddiaları ortaya atıyor. Hâlâ şantajla bu yollara başvurmaya çalışıyor. Kendisinin kirlendi dediği arazide yaptığı bitki satışları var ve her şey temiz yazıyor onlarla ilgili. Bu fabrikada su çıkışı yok. Sadece yağmur sularını biriktirdiğimiz bir havuzumuz var. Numune aldıkları, çekimini yaptıkları su ile bizim buranın yeraltı suları aynı değil. Kamuoyu oluşturmak için mizansen yapıyorlar. Biz içme sularımızı fabrikanın bahçesinde açtığımız kuyudan alıyoruz. Havuzların kaldırılması ile ilgili iddia da doğru değil. Tarım vasfını yitirmiş arazilerden iki tanesine havuz yaptım. Şahıslardan bir tanesi beni dolandırdı. Herhangi bir ceza almamak için bize geçmemiş olan bu arazideki havuzumuzu imha ettik. İşletmemizin sulara, çevreye hiçbir kirliliği yoktur.

PİRİNA NEDİR?
Pirina, zeytinin sıkıldıktan sonra içerisinde bir miktar yağ ve su kalan posasıdır. Pirina yağı üretiminde kullanılan pirina, önceki tarihlerde sadece sabun yapımında kullanılmaktaydı. Daha sonra pirina, ikinci bir işlemle pirina yağı üretiminde de kullanılmaya başlandı.
https://www.evrensel.net/haber/382914/izmir-bayindirda-pirina-fabrikasi-yeralti-sularini-kirletti-iddiasi

11 Temmuz 2019 Perşembe

Gazeteci yazar Özer Akdemir: 'Yalnız Efe'de direnmenin önemini anlatmak istedim'


Resim


Evrensel'in İzmir temsilciliğini yapan çevre davalarının takipçisi gazeteci yazar Özer Akdemir ile İzmir’in çevre sorunlarını, çevre haberciliğini, son belgeseli Yalnız Efe’yi ve edebiyatla gazeteciliği buluşturan unsurları konuştuk.

 11.07.2019, 14:29  11.07.2019, 17:18

ASYA YAŞARİKİZ / İZ GAZETE - Özer Akdemir, gazeteciliğe 1990’ların sonunda Evrensel’de başladı. Türkiye’de çevrehareketinin başladığı yıllarda gazeteciliğe başlayan Akdemir, Bergama köylülerinin altın madenine karşı verdiği mücadeleden etkilenerek çevre gazeteciliğine yöneldi. Evrensel’in İzmir temsilciliğini yapan Akdemir’in Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği, Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike/Kışladağ'a Ağıt,Uranyum Uğruna / Dilsiz Çocukları Ege'nin ile Doğa ve Direniş Öyküleri adlı 4 kitabı var.
Üretken bir gazeteci yazar olan Akdemir, son kitabı Doğa ve Direniş Öyküleri’nin yanı sıra şimdi de Yalnız Efe belgeseliyle gündemde.
Özer Akdemir ile İzmir’in çevre sorunlarını, çevre haberciliğini, son belgeseli Yalnız Efe’yi ve edebiyatla gazeteciliği buluşturan unsurları konuştuk.

 
Yalnız Efe nasıl doğdu?
Yalnız Efe, İzmir’in içme suyu havzasında kurulan bir altın madenine karşı direnen bir köylünün hikâyesi. Kente 20 km uzaklıkta olan Efemçukuru Altın Madeni, 2002 yılından beri İzmir’in gündeminde. Bu altın madeni, orman bölgesinde ve 6 yıldır faaliyet gösteriyor. Köylülerin bağlarının olduğu bu ormanlık alanda, son derece kaliteli üzümler yetiştiriliyor. Köylüler başından beri altın madenine karşı direnmişti. Zamanla köylüler arazilerini, bağlarını satmak zorunda kaldı. Tek bir köylü dışında; Ahmet Karaçam. Herkes ona "Yalnız Efe" diyor. Yalnız Efe, 60’lı yaşlarında hala keçi çobanlığı yapan yoksul bir köylü. Çünkü hem bağlarını satmamakta hem de maden şirketiyle iletişim kurmamakta direndi. Arazisi, sağlık koruma bandının içerisinde olan ve maden için son derece stratejik bir yerde. Bu yüzden şirket Ahmet abinin bağlarını almak zorundaydı ve bunun için O’na astronomik fiyatlar verdiler. Buna rağmen paraları elinin tersiyle itip, bağını satmayan yoksul yaşamını devam ettiren madene direnen bir keçi çobanın öyküsü aslında Yalnız Efe.

Yalnız Efe’nin ilk gösterimi ne zaman yapıldı?
Documentarist 12. İstanbul Belgesel Günleri’nde 16 Haziran 2019 tarihinde gösterildi. Birkaç film festivalinde daha gösterilecek. Ondan sonra İzmir’de ve Türkiye’de ekoloji mücadelesi verilen Kaz Dağları’ndan Artvin’e, Ordu’dan İç Anadolu’daki altın madenleri olan yerlerde filmin gösterimini yapmak istiyoruz.
 

EDEBİYAT VE GAZETECİLİK İLİŞKİSİ
Edebiyatla gazeteciliği yakınlaştıran unsurlar neler?
Haberi 5N1K ile yazarsınız, bir tekniği bir dili vardır. Haberci habere gittiğinde onda kalan duygular, düşünceler vardır. Etkilendiklerini habere aktaramayabilir. Haberde bahsedemediğim duyguları, düşünceleri eko kurgu denemeleriyle ele almaya başladım. Olayı öyküselleştiriyorum. Öykülerimin çoğunun konusu gerçektir. Kurguyu öyküselleştirerek insanların öykü tadında okuyacağı bir türe dönüştürmeye çalıştım. Geri dönüşler olumlu oldu. Olayın haberini önce yapıp daha sonra gazetenin haftalık eki olan Pazar sayfasında eko kurgu öyküsünü yazmaya başladım. Bu türe devam etmeye çalışıyorum hala.

Okuyucuya haber dilinden öte öykü dili daha yakın geliyor olabilir
Evet. Yok edilmiş bir dağda yaşayan sincabın gözünden dağın halini anlatmaya çalışmak önemli benim için. Ya da Kuşadası’nda kuruyan Koca Göl’ün etrafına yapılan yazlıkların olduğu yer birçok canlının yaşam alanı. Çeltikçi Kuşunun Ağıdı öyküsünde, çeltikçi kuşunun yaşam alanının yok edilmesi, buradaki ekosistemin yok edilmesinin öyküsünü anlatmaya çalıştım. Öyküyü okuyan çeltikçi kuşunun çaresizliğini, hüznünü hissetsin istedim.

Belgesel ve öyküye yönelme nedenin de biraz bu sebeplerden ötürü sanırım
Yalnız Efe belgeselinin yapım ve yönetmenliğini gazeteci arkadaşım Sevgi Halime Özçelik ile birlikte yaptık. Ahmet Karaçam ikimize de ilham verdi. Yalnız Efe’nin haberlerini yıllardır yapıyorum ama Ahmet abi müthiş bir karakter. Bir Yaşar Kemal olsa Ahmet abiden ikinci bir İnce Memet yazar. Ahmet abinin öyle bir yaşamı, karizması var. O adamın sadece haberlerde kalması, kuru anlatımlarda kalmasını kabul edemem. Ahmet abinin direnişinin güzelliğini, duruşunu, tek başına bile kalınsa direnmenin önemini anlatmak istedim. Hem öyküler hem belgesel aslında yaptığım işin devamıdır.

 

Çevre gazeteciliğine nasıl başladın?
1998 yılında Zonguldak’ta Evrensel’de başladım. 2000 yılında öğretmen olan eşimin tayiniyle İzmir’e geldik. Bu dönemde Bergama köylülerinin altın madenine karşı en hareketli dönemiydi. Köylülerin altın mücadelesini izleyerek çevre gazeteciliğine başladım.

Çevre haberciliğinde iyi haberin esasları nelerdir?
Konuyu bilmek lazım. Konunu neye mal olacağını bilmek lazım. Bilimsel çevre raporlarını okumak burada çok önemli bir unsur. Konunun uzmanlarıyla da iletişim içinde olmak gerekiyor. Ama her şeyden önemlisi doğayı sevmek, onun korunması gerektiği bilincine sahip olmak gerekiyor. Olaya sadece bir haber mantığıyla yaklaşmamak gerekiyor. Çünkü verilen mücadele sıradan bir konu değil. Konu yaşamın savunulması. Hem bugünün hem geleceğin savunulması bu. Sadece gazeteci refleksiyle bu haberlere bakmamak lazım.

Çevre haberi yaparken tarafsız kalınabilir mi?
Tarafsız gazetecilik olabileceğini düşünmüyorum. Diğer alanlarda da bu böyle. Gazetecilikte belli etik kurallar vardır. Gazeteci demokrasiye inanmalı her şeyden önce. Yaşamın savunulması, doğanın korunması, barıştan yana olmak gibi etik değerlere sahip olmak önemli. Bir haber için gittiğinizde oradaki doğanın tahribatını gördüğünüzde vicdanınız başka bir yerlere endeksli değilse etkilenmemeniz olanaksız. İyi bir çevre gazetecisi bunu yüreğinde de hissetmeli.

 

Çevre haberciliği felaket haberciliği midir?
Hep sorunları haber yapmak zorundasınız. Dünyadaki iklim meselesine bakarsanız, egemen olanlar ekosistemi yok ediyor. Kendi bindiği dalı kesmiyor; ağacı kökünden kesiyor! Küresel ısınmanın etkilerini her geçen gün daha çok hissediyoruz. Milyonlarca canlı yok olacak. İnsanları bu sisteme karşı harekete geçirmek için bunu anlatmak zorundayız.

"DEMİRCİ DÜKKANI BİLE AÇILMAMALI..."
İzmir’in çevre sorunları neler?
İzmir’in çevresel anlamda çok sorunu var. AKP iktidarının ekonomi politikaları nedeniyle inşaat ve yol gibi faaliyetler nedeniyle taş ocakları meselesi İzmir’in çeperinde sıkıntılı bir durumda. Kentin göbeğinde iki tane çimento fabrikası var. Bu çimento fabrikaları tehlikeli atık yakıyor. Zehirli gazlar havaya karışarak insan sağlığını tehdit ediyor. Işıkkent, Pınarbaşı gibi kentin çeperlerinde kalan son ormanlar yok ediliyor. Hem ağaçları kesiyorlar hem tepeyi alarak ham madde yapıyorlar.
Bunun dışında Foça Aliağa arasında kalan demir çelik fabrikaları, termik santralleri, demir söküm tesisleri, gübre sanayi, petro kimya tesisleri Türkiye’nin Dilovası’ndan sonra en kirli alanıdır bu bölge. Bilim insanlarının tanımlamasıyla bu bölgeye artık demirci dükkânı bile açılmaması gerekiyor. Buna rağmen şimdi de bir biyogaz tesisi yapmak istiyorlar.
Karaburun’da "temiz enerji" denen Rüzgâr Enerji Santralleri (RES) o bölgenin insanına da doğasına da zarar veriyor. Keçicilik bitme noktasına geldi.

Çeşme’de ise, taş ocakları jeotermal tesisler, RES’ler var. Tire’de JES yapılmak isteniyor.
Altın madenleri ise İzmir’in en önemli sorunlarından biri. Efemçukuru Altın Madeninin kentin içme suyu havzasını kirlettiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bergama’da yıllardır devam eden Ovacık Altın Madeni siyanürle işleme tesisi var. Oradaki cevheri bitince ekosistemiyle ünlü Kozak gibi bir bölgede birkaç tane farklı madenden cevheri getirip o siyanürü işleme tesisinde altını ayrıştırma gibi bir garabet hala devam ediyor.
Kent içerisinde de Kültürpark, Basmane Çukuru meselesi gibi kentteki ekolojik tahribata yol açacak konuların mücadelesi olumlu bir takım gelişmelerle devam ediyor. Kentsel dönüşüm dediğimiz kentin merkezinde kalan yoksulların kent dışına sürülmesi süreci var. Merkezde kalan yerlerin sermayeye, rant alanlarına çevrilmesi sorunları var.

Hem deniz kirliliği hem nehir kirliliği var. Büyük Menderes, Gediz son derece kirli. Geçen yıl buralarda yüz binlerce balık öldü. Denizlerde ise balık çiftlikleri sorunu var.

 

HARMANDALI'DA NE OLACAK?
Bu kadar soruna karşın yerel yöneticilerin tutumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Aziz beyin tutumunu hiç beğenmiyordum. Aziz beyin vebalinin çok büyük olduğunu düşünüyorum.Tunç Soyer’in Seferihisar’da yaptığı olumlu işler var. Soyer’i İzmirlilerin içine sinen, kabul gören bir başkan olarak yorumlamak lazım. Tabi, 'çevreci' bakış açısıyla ekolojist bakış açısını burada ayırmak lazım. Soyer’in açıkçası çevreci bir bakış açısına sahip olduğunu düşünüyorum. Bu da şu demek; bu sistem içerisinde bir takım reform ve revizyonlarla çarkın dönebileceğini düşünüyor. Enerji üretimini ele alalım; Enerji meselesine nerden baktığınız önemli. ‘Ülkeye enerji de lazım’ diye bakarsanız yanlış yerden bakarsınız. Enerjinin üretiminin çevresel toplumsal maliyetini göz ardı edemeyiz. Ülkemizde enerji fazlalığı olduğunu bilmeniz lazım. Bir de, enerji neden üretiliyor bunu kim kullanıyor? Bunların hepsini tartarak değerlendirme yapmak gerekiyor. Örneğin Harmandalı’da Biyogaz Dönüşüm Tesisi yapılacak. Bu konuda dikkatimi ilk çeken şey, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu alınmadan yapılıyor. Neden ÇED’ ten kaçılıyor ki? O bölgede çöplüğün çevresinde çok fazla insan yaşıyor. Güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi temiz enerji vs diye bu tür enerji üretim modellerini önermek de doğru değil. Onların da ekosisteme olumsuz etkileri var.
Kapitalist sistem içerisinde temiz hiçbir şey yoktur. Çünkü kar mantığıyla çalışıyorlar. İşin içerisine kar girince karın artması için doğa koruma önlemleri, işçilik emekten tasarruf gibi olgular işin içerisine giriyor. Bu en temiz projeyi en kirli hale getirebiliyor. Burada yerel yöneticilerin mensup oldukları partilerin bakış açısı da sorunlu diye düşünüyorum. Çevreci bir bakış açısıyla bakıyorlar. 'Çevreci' bir bakış açısıyla doğa korunamaz. Görünürde söylem üzerinde koruyormuş gibi birtakım projelerde, söylemlerde bulunursunuz ama arka plana baktığınızda koruyamazsınız. Kapitalist sistem içerisindeki çözümlerle çevrenin korunması olanaklı değildir.

Gazeteci olarak İzmir’deki çevre davalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İptal edilen ÇED’ler, değiştirilmeden yeniden alınan ÇED’ler?

Hukuktan vazgeçemezsiniz. Hukukta ısrar etmek zorundasınız. Hukuka cüret hareket etmek zorundasınız. Şu dönemde içerisinde bulunduğumuz hukukla ekolojik bir başarı elde etme şansı çok çok zayıf. Buna rağmen kuruyorum bu cümleleri. Öte yandan "hukuk zaferi" dediğimiz davalar bir günde, çeşitli yöntemlerle, özellikle 2009/7 denen ucube genelgeyle elinizden alınabiliyor. Bunu İzmir’de de defalarca yaşadık, birçok yerde yaşadık. Açılan davaları ısrarla takip etmek lazım ama bir yerde bir faaliyetin yaşam alanını yok etmemesini istiyorsak orda mücadeleyi toplumsallaştırmaktan başka çözüm yok. Hukuksal mücadeleyi toplumsallaştırarak sürdürmek lazım ki hukukta kazandığınız kararı koruyabilesiniz. Aynı şekilde en azından hukuktaki tıkanma olduğunda kendi yaşam alanınızı kendi meşru fiili mücadele koruma şansınız olabilir. Çünkü davalar yıllarca devam ediyor. Örneğin Efem çukuru davası 2005 yılından beri devam ediyor ama maden de bir taraftan üretimini sürdürüyor! Yani davalar bunu durdurmuyor. Dava sonuçlanana kadar faaliyetin durması gibi bir şey ne yazık ki söz konusu olmuyor. Yaşam alanın bittikten sonra davayı kazansan ne olacak?

Soyer, Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Birliği’nin düzenlediği Dirençli Kentler Zirvesi’nde İzmir’de yaşayan çocukların iklim değişikliği farkındalığını arttırmak için sunduğu proje olumlu karşılandı. Soyer’in tutumunu nasıl değerlendiriyorsun?

Çocuklara bu tür ekolojik bilincin verilebileceği projelerin desteklemesi lazım. Soyer bu açılardan da İzmirlinin çok şey beklediği bir belediye başkanı.
https://www.izgazete.net/medya/gazeteci-yazar-ozer-akdemir-yalniz-efe-de-direnmenin-onemini-h37356.html

“Her zaman son sözü doğa söyler” (Ege Telgraf_Mazlum Vesek'le söyleşi)

11 Temmuz 2019


Gazeteci-yazar Özer Akdemir’in “Doğa ve Direniş Öyküleri” kitabı dört bir yanda süren çevreci eylemleri edebi bir dille aktaran bir ilk kitap niteliğinde

Özer Akdemir, İzmir’in ve Türkiye’nin en uzun soluklu doğa-çevre muhabirlerinden. Yıllarca Evrensel gazetesi ve bazı kültür sanat dergilerinde konuyla ilgili haberlerinin yanı sıra, mücadelenin sürdüğü bölgelerle ilgili öyküleri yayımlandı. Akdemir, Türk edebiyatının daha önce örneği olmayan bir kitabıyla okuyucu karşısına çıktı. “Doğa ve Direniş Öyküleri”, Türkiye’nin farklı bölgelerinde, hem kentlerde hem de köylerde süren doğa mücadelesini anlatan öykülerden oluşuyor. İzmir’in de geniş bir yer tuttuğu kitabı ve öyküleriyle ilgili Akdemir’le söyleştik. Akdemir, doğanın her zaman son sözü söylediğini belirterek, “Dünyayı yönetenler ekosistemi yok ederek bindikleri dalı kesiyorlar ancak o dalın en ucunda, en tehlikeli yerinde bizler, emeğiyle geçinenler, yoksullar var hep. Bu böyle gitmez!” dedi.

Resim

- Siz doğa adına mücadele veren demokratik kitle kuruluşlarında da yer alıyorsunuz. Aynı zamanda gazetecisiniz. Bu öykülerin yazarı olarak, daha çok hangi kimliğinizin belirleyici olduğunu düşünüyorsunuz?

Ben her iki kimliğimin de (gazeteci ve ekoloji aktivisti) iç içe geçmesinden son derece memnunum. İkisinin birbirini beslediğini düşünüyorum. Bir ekoloji örgütünde mücadele ederken, ekoloji mücadelesine emek verirken aslında haberin de içinde oluyorsunuz. İlk haberler size geliyor ve hatta bazen haberin ana kaynağı siz olabiliyorsunuz. Gazetecinin toplumsal olayları haberleştirirken olayın aktarılması ile yetinemeyeceğini, onun da tüm yurttaşlar gibi olayın bir tarafında olması gerektiği inancındayım. Bu açıdan baktığımızda yaşamı koruma mücadelesinde doğadan, yaşamdan, emekten, kültürden yana bir duruşu olmalı gazetecinin de. Öte yandan bir gazeteci olarak habercilik tekniği ve sınırları içerisinde haberini yaptığım bu öyküleri eko kurgu türünde yazarken okurun öyküdeki insanlara empati duymasını, oradaki dağın dumanını, o kuşun çaresizliğini görmesini, hissetmesini istedim. Bir yanda hemen hemen tüm öykülere sinmiş olan hüznün, ama öte yandan bu hüznün de beslediği bir isyanın, direncin, öfkenin okura dokunmasını ve hatta ona da bulaşmasını düşledim…

-Öykülerinize önyargılıydım; ancak öykülerin, edebi tür olarak öykü olabilmekteki başarısı karşısında yanıldığımı gördüm. Yalnız, kitabın adının “gazeteci” Özer Akdemir refleksi taşıdığını söylememe izin verin. Kitabın adı, bir gazetenin dosya konusu havası veriyor ki, bu işin edebi kısmını zedeliyor. Öykülerde kitaba pekala isim olabilecek çok güzel bir anlatı zenginliği varken neden bu adı tercih ettiniz?

Kitabın adı konusunda yayıncım da sizinle aynı görüşteydi. Onun daha çok satış odaklı yaklaştığını düşündüm ki bu da son derece normaldi. Yine de benim “ama bu öykülerin hepsinde direniş var” diyerek direnmem doğru muydu? Açıkçası sizin de eleştirinizden sonra bu konuyu tekrar düşünmeye başladım. Sanırım bendeki temel kaygıyı anlatabilirsem kitabın adı neden böyle oldu biraz daha anlaşılabilir. Öyküleri yazarken ekolojik alanda var olan mücadeleyi, direnişi yansıtırken bir mesajı da taşıması gerektiğini düşündüm hep. Sadece güzel, keyifle okunan, insanı düşündüren, bazen geren, çoğu zaman hüzünlendiren öyküler olarak akıllarda kalsın istemedim. Doğayla barışık, insan onuruna yaraşır yeni bir yaşamın mümkün olabileceği düşüne ve bunu elde edebilmek için mücadele edilmesinin gerekliliğine dair de bir sözü olsun istedim. Yine de ikinci kitap (evet, devamı var öykülerin) bu eleştirilerin de ışığında çok büyük olasılıkla başka bir adla çıkacak. Ama ikinci ad olarak “Doğa ve Direniş Öyküleri” de kalsın istiyorum.

Resim

– Bu bir sataşma sorusu! “Bu Mezarda Bir Garip Var” adlı öykünüz kitapta en beğendiğim öykülerden biri. İç Anadolu’da, daha özelde memleketiniz Hacıbektaş civarında geçen bu öykünün güzelliği karşısında, bir iltimas söz konusu mu diye düşündüm. Bağışlayın,  bu işin latife kısmı. Ancak, doğa öyküleri peşinde koşarken gezdiğiniz bölgelerin direniş-tutumunda belirgin farklılıkları kısaca aktarırsanız sevinirim.

Açıkçası kitapta benim en çok içime sinen öykü, sizin de beğendiğiniz “Bu mezarda bir garip var” oldu. Öyküyü ben yazmadım sanki. O kendini bana yazdırdı. Öyle akıp gitti yani. İnsan, en çok çocukluğunun geçtiği yerleri, arada yıllar, yollar da olsa memleketini anlatmak istiyor ve deneyince de başarıyor galiba. O özlem hiç dinmez çünkü.

Farklı coğrafyalarda direnişlerin de farklılaştığı çok doğru bir gözlem. “İnsan yaşadığı yere benzer” evet, insanların mücadeleleri de yaşadığı yere benziyor. Benim naçizane gözlemlerime göre; Ege’li hemen heyecan yapmaz, sakindir. Sıcakkanlı ve vakarlı bir duruşu vardır. Öfkelense de pek belli etme taraftarı değildir bunu. Karadenizli tam tersidir. Hemen parlar! Bunu sözle de eylemle de gösterir. Doğu Güneydoğu yüzyılların yoksulluğunun, ezilmişliğinin, mazlumluğunun izlerini taşır her hareketinde. Bu onu direniş ustası da yapmıştır aynı zamanda. İç Anadolu insanı sabır taşıdır, dert küpüdür. Doldur doldurabildiğin kadar! Ömrü oruç geçse bayram görmese de bunun nedenini sorgulamaya yanaşmaz. Evet, bu davranış örüntülerini öykülere de yansıtmaya çaba gösterdim.
-Bir de şu “Bozkırda Bir Selanikli” meselesi… Nazım Hikmet de Atatürk de sarı saçlı, mavi gözlü özellikleriyle en çok tanınan iki Selanikli. Yalnız, bu öyküde iki Selanikli’den hangisi olduğunu sarih bir şekilde yazmıyorsunuz. Sır değilse o Selanikli’yi merak ediyorum. Tabii, benim bilmediğim bir başka Selanikli ise o da olabilir…

Açıkçası siz yazana kadar öyküdeki “Sarı saçlı mavi gözlü”nün Nazım Hikmet olarak düşünülebileceği hiç aklıma gelmemişti. Ve evet o öyküdeki gencin bana gizli gizli gösterdiği fotoğrafın Atatürk olabileceği de aklımın ucundan geçmemişti. Ben bir Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ahmet Kaya ya da Yılmaz Güney fotoğrafı ile karşılaşacağımı sanıyordum. 90 yıl önce Selanik’ten göç edip Anadolu bozkırına yerleşenlerin, ülkenin kurucusu hemşerilerine bu kadar yabancılaşabileceği, onun fotoğrafını gizleyebilecekleri gerçeğiyle yüz yüze gelmek çok ilginç bir deneyim oldu benim açımdan.

- Siz, öykülerin yazarı olarak, direnenlerin tarafında olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz. İşin tarafı olmak meselesi, sizin sahadaki gözlemlerinizi kısıtlamadı mı? Karşı tarafı daha yakından tanıma konusunda bir kısıtlama yaşadığınızı hissettiniz mi?

Gazetecinin yaşam mücadelesinde tarafsız olma lüksü yoktur bence. Olayların, olguların içinde yer alırsanız, saha gazeteciliği yaparsanız her iki tarafı da yakından tanıyabilirsiniz ki zaten bu tanıklığınız sizi “taraf” olmaya zorlar. Tabii vicdanınızı, meslek etiğinizi ve içinizdeki insanı bir tarafta unutmamışsanız! Karşı tarafı anlama meselesine gelince; mümkün olduğu kadar onların (sermayenin, şirketlerin diyelim) etkinliklerine katılmaya, onların meseleye bakış açısını da anlamaya çaba gösteriyorum. Ama evet, ‘taraf’ olmam bu noktada objektifliğime zeval getiriyor. Bu da son derece doğal. Öykülere de bu tarafgirliğin yansıması beni çok rahatsız etmez açıkçası. Samimi duygu ve düşüncelerimi yansıtmaya çaba gösteriyorum öykülerde.

- Öykülerdeki deyimler, atasözleri, yöresel ağız açıkçası anlatıya güç veren hususlardan. Peki, aktardığınız diyaloglar ve yöreye ait söyleyişleri kayda alma yönteminiz nasıldı? Yoksa günü gününe yazarak mı oldu?

Öykülerde anlatılan olayların bir çoğunu güncel çevre sorunları ve mücadeleleri içerikli haftalık televizyon programı olarak yaptık. Bu olayları ayrıca çalıştığım gazete için haberleştirdim. Geriye olayın televizyon programlarına yansıtamadığınız, haberlerinizde yazamadığınız arka planını, sizde bıraktığı duygu ve düşünceleri edebi bir dille yazmak kalıyordu. Ben de bunu yapmaya çalıştım öykülerle. 

- “Karga ve Koku” öykünüzde İzmir’in içinde bulunan iki çimento fabrikasından söz ediyorsunuz. Öyküde, anlatıyorsunuz; ancak bu meselenin yarattığı sıkıntıyı anlatır mısınız?

Bu aslında bizleri yönetenlerin aymazlığının en çarpıcı örneklerinden birisi. Ülkenin üçüncü büyük kentinin ortasında harıl harıl çalışan, çalışırken de doğaya, yüz binlerce insana, tüm canlılara büyük zararlar verdiği bilimsel olarak kanıtlanan iki “ucube” var karşımızda. Bu çimento fabrikaları nedeniyle yılda kaç insanın hatsa olduğu, kentin çeperindeki yüz binlerce ağacın, tarihsel ve sosyal dokunun yok edildiğinin ciddi bir araştırılması yapılsa olayın vahameti daha da açık görülecektir. İki tane uluslararası çimento tekelinin çıkarı için göz göre göre sağlığımızla oynuyorlar, doğamızı yok ediyorlar. Kentin ortasında taammüden cinayet işleniyor, hem de her gün!..
Öykü de bir başka dokunup geçtiğim konu da son 10-15 yılda pıtrak gibi çoğalarak kent yaşamına giren AVM’ler oldu. Sömürü çarkının, her şeyi metalaştıran sistemin, “hep tüketim, daha çok tüketim” kültürünün kendisini yeniden üretme fabrikaları gibi AVM’ler de. Bana göre çimento fabrikalarından daha masum değiller!..

- Öykülerinizde tabii ki hayvanlar da önemli bir yer tutuyor. Son dönemlerde özellikle haber bültenlerinde görece bir duyarlılık gördüğümü söyleyebilirim. Siz bir karşılaştırma yapacak olursanız, bu konuda gazetecilik anlamında bir ilerleme kaydetmiş olduğumuzu söyleyebilir misiniz?

Evet, gözleminize katılıyorum. Dünyanın yalnız bize ait olmadığı, insanlığın diğer canlı türleri ile bu ekosistemi paylaştığı gerçeği toplumda her geçen gün daha da bilince çıkarılıyor. Bu son derece sevindirici bir şey elbette. İzmir’de paytonların yasaklanması bunun en son ve güzel örneklerinden birisi oldu. 

- Kitabınızın, Türkiye’nin her tarafında süren doğa-çevre mücadelelerinin görünürlüğüne bir katkı sunmasını bekliyor musunuz?

Tüm özlemim bu açıkçası. Ancak bunun için kitabı yazıp ortaya çıkarmak ve bu özlemin gerçekleşmesini beklemekten daha çok şey yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu öykülerin geçtiği yerlerde yapılacak söyleşiler, imza etkinlikleri vs eylem-etkinliklerle kitaptaki öyküleri ve mücadeleleri direnişlerle buluşturmak gerekiyor. Yoksa son derece dar bir okur kitlesiyle yetinmek durumunda kalıyorsunuz ki bu da hem ortaya konan emeklere hem de ekoloji mücadelelerine haksızlık gibi geliyor bana.

- Eh, ben epeyce sormuşum. Sorularım ve tabii ki söyleşi kitaptan uzun olmayacak! Sizin özellikle belirtmek istediğiniz bir konu var mı? Son söz sizin….


Bir gazeteciden öte bir baba, bir eş, bir insan olarak çocuklarımızın emanetini koruma kaygısını son yıllarda daha çok taşıyorum. Dünyayı yönetenler ekosistemi yok ederek bindikleri dalı kesiyorlar ancak o dalın en ucunda, en tehlikeli yerinde bizler, emeğiyle geçinenler, yoksullar var hep. Bu böyle gitmez! Doğayla, kazanırsak kaybedeceğimiz bir savaşın içindeyiz ne yazık ki. Unutmayalım ki her zaman son sözü doğa söyler!..

Resim

https://www.egetelgraf.com/her-zaman-son-sozu-doga-soyler/

https://ekolojibirligi.org/her-zaman-son-sozu-doga-soyler/

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!

  01 Haziran 2023 07:00 Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma g...