Özer Akdemir
Kayboldun, bir sonbahar mevsimiydi. Kaybedildin! Dışarıda
yaprak sarı, gün sarıydı. Hava alacakaranlık, hücrelerimizde zemheri soğuğu.
Yaşamın kaynağı olan su iğne gibi batıyordu vücudumuza. Ayakta duracaktık,
durmalıydık. Dişlerimiz takırdasa ve donmak üzere olsak da. Ciğerlerimize
işliyordu gecenin ve tazyikli suyun soğuğu. İşkenceciler gülüyorlardı, biz
acıdan kıvranırken. Ağızlarında küfür, ağızlarında leş gibi alkol kokusu.
“Konuş” diyorlardı, “yoksa öleceksin”. Susmak bizim tek silahımız onlara karşı.
Susmak, yıkılmamak acının kahpeliğine karşı. Susmak, “ustura gibi”…
Sonra kollarımızdan asılıyoruz uzun bir çubukla yükseğe. Ter
basıyor her yanımızı. Islatılmaktan donan bedenimiz alev alev şimdi.
Kollarımızı hissetmiyoruz. “Koptu” diye düşünüyoruz. Öylesine sıkıcı ki,
askıdayken böyle hiçbirşey olmadan acıyla baş başa kalmak. Ayak serçe
parmağımıza ve hayalarımıza teller bağlanınca gülümsüyoruz garipçene. Nihayet
“can sıkıntısı” birazcık geçecek!
İşkenceciler deliye dönmüş çeviriyorlar manyetoyu. Yay gibi
geriliyoruz, gözlerimizde yıldızlar geçidi. Bayılıyoruz. Sürükleyip
götürüyorlar baygın vücutlarımızı hücrelerimize. Dilimiz, damağımız kupkuru,
sızlamayan yerimiz yok. “Su, bir yudum su”! “Su sana zararlı” diyor
işkenceciler, “Vallahi içerini parçalar”. Biraz önce tazyikli suyu, askıyı,
elektriği onlar yapmamış gibi, sağlığımızla ilgileniyorlar.
Çok yüklendiler sana, durumun kötü biliyorum. Hücrelerimiz
arasında sadece bir hücre var. İniltilerini işitiyorum. Güçlükle doğrulup,
gözümü mazgalın aralığına dayıyorum. İşkenceciler kapının önündeler.
İniltilerini dinleyip, tartışıyorlar kısık sesle. Dört kişiler, Dört
insanlıktan yoksun, sadist işkenceci. Yüzleri korkunç, ağızlarında iğrenç
küfürler ve gözleri bir alkoliğin gözleri gibi kıpkırmızı. Diğer
“meslektaşlarına” benziyorlar. İnlemelerin işkence seslerine karışıp, Ankara
emniyetinin hücrelerinde sabaha kadar devam ediyor.
Ve böyle kaç gün geçti bilemiyorum, seni işkenceye
götürmeleri karşısındaki çaresizliğim ve işkence seslerini duymamak için
kulaklarımı boş yere tıkamaya çalışmakla, kim bilir. Kim bilir, hücrelerdeki 11
kişi dışında, senin tüm işkence seansları boyunca “ahh” bile demediğini.
Manyetonun her çevrilişinde çıkan “tırrrrrr” sesine ve işkencecilerin “adın
ne?” sorularına karşı yanıtının koskocaman bir sessizlik olduğunu! Sabahlara
kadar süren işkenceler boyunca düşmana inat “off” demeyip sadece hücrene atılıp
yalnız kaldığında acılarına inlediğini, kim bilir ki dost!..
“Adım Kenan Bilgin. Tunceliliyim. Beni kaybetmek istiyorlar”
diyen sesin bugün işitmiş gibi kulağımda hala. Tam 11 kişi seni gözlerimizle
gördük, Ankara Emniyetinde direniş destanları yaratırken, 11 kişi sesini
duyduk. “Adım Kenan Bilgin. Beni kaybetmek istiyorlar” diye haykıran sesini.
Aradan bir yıl geçti, hala yoksun. Hala “bizde değil” diyor Ankara Emniyeti.
Hala somut hiçbir adım atmadı, bir insanın gözaltında kaybedildiğini belirten
11 tanığa ve delillere rağmen “bağımsız” mahkemeler. Ve ben, hala her gün o
gülen gözlerini görüyorum, haykırışını işitiyorum “Adım Kenan Bilgin. Beni
kaybetmek istiyorlar” diyen haykırışını.
Sevgili Kenan, tam bir yıl oldu sen kaybedildin. Ülkemizde
hala adı Kenan, Hasan, İsmail, Seyfettin… olan onlarca devrimci ve yurtsever
gözaltında kaybediliyor. İşkencelerde katlediliyor. Yargısız infazlar,Kürt
illerindeki vahşet alabildiğince yoğunlaşarak sürüyor. Diktatörlük içinde
bulunduğu açmazı, adım adım yaklaşan sonunu, işçi sınıfının zaferini gördüğü
içindir ki böylesine azgınlaşıyor. Ve ülkemizde “Adım Kenan Bilgin. Beni
kaybedemezsiniz, işte buradayım” diyor, yüz binlerce işçi-emekçinin yükselen
iş-ekmek-özgürlük mücadelesi. Bu ses senin, bu ses Devrimin Sesi’dir. İşitiyor
musun yoldaş!...
* Bu yazı Kenan Bilgin gözaltında kaybedilişinin 1. yılında
yazıldı. 13 Eylül 1995 tarihli Evrensel Gazetesinde yayınlandı.