Özer AKDEMİR
AKP Kasım 2002 seçimleri sonrası tek başına iktidara
geldiğinde ülkenin ekoloji gündeminde çok da iç açıcı gelişmeler yaşanmıyordu,
ama bir 13 yıl sonrasının bu kadar da kötü gelişmelerle dolu olacağına sanırım
kimse pek ihtimal veremiyordu. 13 yılda çevresel sorunlar hem çeşitlenip hem de
katlanırken, buna paralel olarak yaşam savunusu mücadelelerinin de Anadolu’nun
dört bir yanına yayıldığını görüyoruz.
MİLAT: BERGAMA KÖYLÜ DİRENİŞİ
1986’lardan 2002’lere taşınan ve o dönem ülke gündeminin baş
sırasına oturanBergama köylülerinin altın madeni karşıtı direnişinin kırılma
anı ile denk geldi AKP iktidarı. Çevresel kaygılarla ayaklanan, renkli eylem ve
etkinliklerle kamuoyunun gündemine oturmayı başaran bu Ege köylülerinin
direnişi, o günlerde, yıllardır süren baskı politikaları nedeniyle diplerde
olan demokrasi mücadelesinin de nefes aldığı bir alan oldu. Köylü hareketi
zamanla çevre duyarlılığından öte savaşa karşı, emekçilerin hak taleplerinin
yanında, toplumsal mücadelelerle dayanışma içinde ve anti emperyalist bir
çizgiye evrilmeye başladı. İşte tam bu süreçte devlet müdahalesi geldi; ülkeyi
yöneten gizli erk MGK, Bergama köylü hareketini “milli tehdit” olarak
niteleyerek bir “psikolojik harp” hamlesi ile bertaraf yoluna gitti.
Köylü hareketine altın vuruş ise Dr. Necip Hablemitoğlu’nun yazdığı “Alman
Vakıfları ve Bergama Dosyası” kitabı ile indirildi. Köylü hareketi önderlerini,
hukukçularını “legal Alman casusu” olarak karalayan, sahte bilgi ve belgelerle
yazdırılan kitabın bu sahtelikleri çok uzun süre tartışılamadı dahi. Çünkü
yazarı yazdığı kitaba dayanılarak açılan davaya 8 gün kala, hala faili meçhul
bırakılan bir suikastle öldürüldü. Suikast AKP’nin tek başına iktidara
gelmesinden 2 ay sonra gerçekleştirildi.
Bergama köylü hareketini sönümlenmeye götüren, böylece altın
madenciliğinin yolundaki en önemli engeli bertaraf eden bu gelişmenin ardından
ülke tam bir “Altına hücum” sürecine girdi. İşin garibi, bugün birbirinin
kuyusunu kazmaya çalışan AKP-Gülen cemaati ortaklığı, o günlerde ise ‘altın’
çağını yaşıyordu. Cemaate yakın şirketler, köylü hareketinin inişe geçtiği
dönemde ABD’li Normandy ile ortaklığa gitti. Esas işi davetiyecilik olan
cemaate yakın Koza Şirketi, Bergama Ovacık Altın Madeni’nin sahibi olmuştu.
Evinin önünde öldürülen Necip Hablemitoğlu’nun yazdığı kitap en çok yaşamı
boyunca mücadele ettiği Gülen Cemaatine yaramış, bu grubun da aralarında
bulunduğu altın madencilerinin ‘başucu kitabı’ olmuştu.
YERİN ‘ALTIN’I, ŞİRKETLERİN KASALARINA TAŞIDILAR
Bergama Köylü hareketi geriletilince Kanadalı, Avustralyalı,
İngiliz, Hollanda menşeli ya da yerli görünümlü onlarca şirket Kışladağ,
Gümüşhane, Efemçukuru, Erzincan, Kaz Dağları, Eskişehir, Fatsa gibi ülkenin
dört bir yanında altın madenciliğine girişti. Doğanın talanı, toprakların
zehirlenmesi ve milyonlarca ağacın yok olması pahasına yerin altındaki
zenginlik yerüstüne, bu şirketlerin kasalarına taşındı. Hala birçok yerde,
kapasite arttırarak devam eden altın işletmeciliği Kışladağ’da kuzuların ölümünden,
İzmir’in içme suyunun kirlenmesinden, Himmetdede de bozkırın suyunu
tüketmekten, Erzincan’da arıların ölümünden sorumlu tutuluyor. Binlerce yıldır
barış içinde yaşayan Anadolu köylüleri, siyanürün topraktan altını ayrıştırdığı
gibi birbirinden ayrıldı, yabancılaştı. Köylüler “maden karşıtı-maden yanlısı”
diye ikiye bölünürken, birbirlerinin düğününe, ölüsüne, kahvesine bile gitmez
oldu. Altıncı şirketlerin, Çaldağı’nda nikel üretimi yapan şirketin işlerini
rahat yürütebilmesi için defalarca değiştirilen maden kanunu ve yönetmelikler,
bugünkü hukuksuzluğun, adaletsizliğin önemli parçalarından birisi oldu. Adında
Adalet olan parti iktidar olduğu 13 yılda, adaletsizliği, egemenlerin,
sermayenin hukukunu adım adım yerleştirdi. AKP iktidarı döneminde vahşi madencilik
sadece doğayı değil, toplumsal yaşamı ve hukuku da kirletti.
HES İLE DERELERİN CANINA OKUYORLAR
AKP, 13 yıllık iktidarında ekonomideki ana itici gücü enerji
ve inşaat politikaları ile sürdüren bir çizgi izledi. Ülkenin hemen hemen bütün
derelerinde yapılmak istenen, bir bölümü yapılan HES projelerinin ardında bu
ekonomik-siyasal tercih vardı. “Ülkenin elektrik açığı var” yalanından yola çıkarak
her geçen gün daha da stratejik hale gelen suların sermayeye devri de
gerçekleştirilmek isteniyordu. “Su akar Türk bakar” safsatasın ardına
sığınarak, geçtiği her yere yaşam götüren sular borulara hapsedilip yatağından
koparılıyor, hemen hepsi yandaş şirketlerin değirmenine dolar taşıyacak hale
getiriliyor. Derelerin çevresindeki canlı yaşamı, kültür, HES insafsızlığına
terk edilmek isteniyor. Karadeniz’in derelerini koruma mücadelesi bu
insafsızlığa, bu doğaya vurulan hançere karşı veriliyor. Dereler bu nedenle
kardeşleşiyor, HES karşıtı mücadeleler Yuvarlakçay’dan Fındıklı derelerine,
Munzur’dan, Kaz Dağları Mıhlı çayına, “Alakır özgür aksın” diyenlere kadar
ülkenin dört bir yanında yeşeriyor. Tokat Zile Çekerek köyleri bu nedenle
jandarma şiddetine maruz kalıyor, belediye başkanı tarafından ‘terörist’ ilan
ediliyor.
TERMİK CEHENNEMİ
Yine enerji açığı safsatası ile ülkenin en verimli ovaları,
turizm alanları, zümrüt ormanlarına kurulan termik santraller ölüm kusmaya
devam ediyor. Geçimlik tarım alanları daha önce termik santral ve kömür
ocakları tarafından ellerinden alınan Soma Yırca köylülerinin son
zeytinliklerinin kamulaştırılıp ikinci bir termik santral yapılmasına karşı
ayağa kalkması boşuna değil. Köylülerin, hem topraklarının, hem sağlıklarının,
kısaca geleceklerinin ellerinden alınmak istenmesine geçmiş yaşadıkları
deneyimler nedeniyle kararlı bir şekilde direndiler. AKP’nin Yırca köylüsüne reva
gördüğü, birkaç ay önce aynı topraklarda yeterli iş güvenliği alınmadığı için
katledilen 301 işçiden farklı değildi. Yandaş şirket mahkemenin termik santrali
durdurduğu günün şafak vakti 6000 zeytin ağacını katletti!
Yatağan termik santralinin külünün Samsun’da çıktığı bir
ortamda, narenciye okyanusu Erzin’de kurulmaya başlayan termik santrallerin
etkisini Kaz Dağlarında görülmesinin önünde hiçbir engel yok! Kaz Dağlarının
eteklerinde, Karabiga’dan Lapseki’ye kadar birçok termik santral projesi yapılırken,
bir kısmının bacaları yükselmeye başladı bile.
NÜKLEERDE DELİLİK HALİ
Nükleer santrali olmadan radyoaktif atıkları ve kazası olan
dünyadaki belki de tek ülke Türkiye, daha Manisa Köprübaşı, Söke Kisir’deki
eski uranyum madenlerinin yol açtığı radyasyon kirliliği ve kanserlerle bile
baş edemiyor. Üstünü örtüyor. Tıpkı İzmir Gaziemir’de, eski kurşun fabrikasının
bahçesinde gömülü nükleer yakıt çubuklarına yaptığı gibi. Bu nükleer atıkların
geldiği yeri bile açıklamış değil yetkililer.
Çernobil ve Fukişima’dan sonra tüm dünyanın hızla
uzaklaştığı nükleer santralleri, hem de ilk kez uygulanacak bir teknolojiyi
Türkiye’ye getirme “onuru” da AKP’ye ait. Ülke, 50 yıllık ömrüne rağmen etkisi
binlerce yıl sürecek radyoaktif bir kirlilik riski ile yaşamaya mahkum edilmek
isteniyor. TAEK sayfalarında TAEK in hazırladığı Türkiye Çevresel Radyasyon
Atlası’nda ülke genelinde 5, 10, 20 Bekerel/kg olan radyasyon değerleri Doğu
Karadeniz de kimi ilçelerde 150 Bekerel/kg görünüyor. Bu şu demek; Çernobil
hala öldürüyor, hala kirletmeye devam ederken yetkililerse üç maymun
pozisyonunda...
‘TEMİZ’İNDEN DOĞA SÖMÜRÜSÜ
“Yenilenebilir temiz enerji” kılıfıyla sermayeye rant
aktarmanın diğer yolları da RES, GES ve JES’ler (rüzgar, güneş, jeotermal
santralleri) oldu. Karaburun’da RES’ler nedeniyle keçi nüfusu bitme noktasına
geldi. Yarımadanın bir diğer sorunu ise balık çiftliklerinin denizlerde
yarattığı kirlilik. Bu sorun balık çiftliklerine ev sahipliği yapan tüm
denizlerin ortak sorunu aslında. Çine Madran Dağı’nda yapılmak istenen 100 RES
direği, köylülerin aylar süren direnişi sonrası 10’a kadar düşürüldü. Köylüler
bin 700 metre
yükseklikte jandarmanın biber gazına ve copuna maruz kaldı. Aydın ovaları
jeotermal kuyuları ile delik deşik ediliyor. Bu sıcak sular daha sonra derelere
kaynar kaynar boşaltılıyor. Çeşme yarımadası, Bodrum’un tepeleri de RES
kuşatması altında.
BİN YILIN EMEĞİ BİR GÜNDE…
AKP’nin 13 yıllık iktidarında yok edilenler arasında kültür
ve tabiat varlıklarımız var. Allianoi’yi bunların başında saymak gerek. 2000
yıllık antik sağlık yurdu 40 yıl ömrü olan Yortanlı Barajı’nın sularına
gömüldü. Çine barajına gömülen 2300 yıllık Roma köprüsü İnce Kemer’i, Aliağa’da
sanayi tesislerinin altında kalan Kyme, Kaz Dağlarında gün yüzüne çıkarılamadan
altın madenleri tarafından yok edilme tehdidindeki yüzlerce antik kent, kuars
ve feldspat madencilerince tuvalet taşı yapılan 8 bin yıllık Latmos kaya
resimleri kültür katliamına sadece birkaç örnek. Korunması gereken doğal
varlıklarımıza kurutulan sulak alanları, yer altı suyu çekilen Konya Ovasındaki
dünyanın nazar boncuğu Meke Gölünü, ranta teslim edilen Caretta carettaların
yaşam alanları kumsalları sayabiliriz. Öte yandan rant için göz dikilen
varlıklarımızı koruyan yasaların ardından dolanıldı. Urla’da Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a ait olduğu söylenen villalar örneğinde olduğu gibi, koruma dereceleri
düşürüldü, kaldırıldı ve talana açıldı.
DOĞAYI ÇILDIRTAN ÇILGIN PROJELER
Kuşkusuz yandaş sermaye çevrelerine kaynak aktarmanın en
çılgın projeleri İstanbul’a 3. havalimanı ve 3. köprü inşaatlarıdır. Yüz
binlerce ağaç, koca bir ekosistem bu çılgın rant talanı nedeniyle yok oluyor.
Yaşam alanları yok edildiği için boğazı yüzerek geçmeye çalışan domuzların
görüntüleri çılgın projelerin tüm doğal yaşamı nasıl etkilediğinin
örneklerinden birisi oldu. İstanbul’un su havzaları, ormanları, ekosistemi
sermayenin en iştahla saldırdığı bir pasta haline getirildi.
DİRENİŞİN YOLU
13 yılda AKP’nin yarattığı ekolojik tahribatın dökümünü
yapmaya bu dosyanın sınırları yetmez. Elbette doğa kendi yaralarını saracak
güce sahiptir, elbette son sözü doğa söyler. Ancak ona yardımcı olmanın, onunla
barışık bir yaşam sürmenin yolu, sermaye partilerini, onun bugünkü temsilcisi
AKP’yi ve beslenip-beslediği kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmekle
açılacaktır. Anadolu’da karanlığa karşı yanan yaşam alanlarını koruma
direnişlerinin meşaleleri bu yolu aydınlatıyor, güzergahı gösteriyor…
Eklenme Tarihi: 29 Mayıs 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder