04 Şubat 2018 04:25
İşte böyle, birdenbire, Ege’nin bir köyünde Orta Anadolu’da
yakılmış bir ağıtın sözlerinde gelir bulur sizi hüzün...
Özer AKDEMİR
Başına doladığı sarı poşusunun ucuyla gözündeki yaşları
kurulamaya çalıştı. Daha doğrusu gizlemek istiyordu ağladığını. Kendisine
baktığımı görünce yüzünü çevirdi, hafif arkasını döndü. Başını omuzlarının
içine biraz daha gömdüğünde vücudunun titrediğini anladım. Hıçkırıklarını
tutmaya çalışarak için için ağlıyordu.
Yanına varıp oturdum 65-70 yaşlarında gösteren adamın. Esmer
kavruk yüzü kırış kırıştı. Meneviş rengi gözleri vardı. Göz kapakları,
kirpikler, tam kurulayamadığı yaşlardan ıslanmıştı. Utanarak baktı yüzüme.
Ağladığından, ağladığının görülmesinden utanıyordu.
“Şad olup gülmüyor kalbi yaslıdır
Karlı dağlar gibi başı pusludur
Ela gözler nemli kirpik ıslıdır
Düşmüş Alman’a yolu Zeyneb’in”
Karlı dağlar gibi başı pusludur
Ela gözler nemli kirpik ıslıdır
Düşmüş Alman’a yolu Zeyneb’in”
Türküsü geldi aklıma onu böyle kirpikleri ıslanmış görünce.
Almanya’ya gidip, orada hastalanıp ölen Zeynep gelinin ağıtıydı.
Egenin bir ucunda, Bozdağ’ın eteğindeki bir tepenin başında, Karaburun’un denizden uzak bu yaylasında Kırşehirli ozan Çekiç Ali’nin bozlağı neden gelir ki insanın aklına? Meneviş gözlü, yaşlı bir adamın hüznü, göz pınarlarına dolan yaşlar, Almanya’da ölen kadersiz Zeynep geline neden benzetilir ki? Acının iklimi, kederin vatanı yok da ondan! İşte böyle, birdenbire, Ege’nin bir köyünde Orta Anadolu’da yakılmış bir ağıtın sözlerinde gelir bulur sizi hüzün...
Egenin bir ucunda, Bozdağ’ın eteğindeki bir tepenin başında, Karaburun’un denizden uzak bu yaylasında Kırşehirli ozan Çekiç Ali’nin bozlağı neden gelir ki insanın aklına? Meneviş gözlü, yaşlı bir adamın hüznü, göz pınarlarına dolan yaşlar, Almanya’da ölen kadersiz Zeynep geline neden benzetilir ki? Acının iklimi, kederin vatanı yok da ondan! İşte böyle, birdenbire, Ege’nin bir köyünde Orta Anadolu’da yakılmış bir ağıtın sözlerinde gelir bulur sizi hüzün...
***
Ne işimiz vardı bu köyde? Kırk, bilemedin elli haneden
oluşan bu küçük köy, her iki üç yılda bir bu kalabalığı neden topluyordu. Neden
köy kadınları ölü evinde ağıt yakar gibi konuşuyorlardı. Erkekleri neden sus
pustu, başları önden kalkmıyordu? Neydi bu köyü, köylüyü hüzne boğan şey?
***
İlk kez üç sene önce, bir bahar gününde iki minibüsle
gelmiştik Yaylaköy’e. Urla’dan, Foça’dan, Çeşme’den gelenlerle birlikte 50 kişi
yol boyunca etrafı taş duvarlarla örülü ağıllardaki kuzuları, koyunları
seyrederek girmiştik Karaburun’un içlerine doğru. Masmavi gökte uçan martıları
ve onları kovalayan Ada Doğanını seyrederek ilerledik bir zaman. Karaburun’dan
çıkarken, epey uzakta görünen RES direkleri aniden burnumuzun dibinde
bitivermişti. Hemen altlarından geçiyordu yolumuz.
Birinin yanında durup sesini dinlemiştik. Rüzgarın ritmine
ayak uyduruyor, fır fır dönüyordu kanatları. Havaalanına uçak inerken ya da
kalkarken çıkardığı seslere benziyordu. Bu sesle bir ömür geçer mi soruları
aklımıza takılı kalmıştı köye vardığımızda.
Biraz çukurun içinde kalan köyün etrafı çepeçevre RES’lerce
kuşatılmıştı. Karşı tepedeki direkler minarenin hemen yanı başındaymış gibi
görünüyordu.
Sohbetlerde bir dokunup bin ah işittik köylülerden. Adeta
canlarından bezmişlerdi. Evlerin 200-300 metre dibine kadar sokulmuştu
direkler.
“Uyuyamıyoruz” diyordu köylü kadının biri. “Geçimimiz kalmadı, hır gür eksik olmuyor, psikolojimizi bozdu bu direkler” demişti yanındaki adam. Kocasıydı sanırım.
“Uyuyamıyoruz” diyordu köylü kadının biri. “Geçimimiz kalmadı, hır gür eksik olmuyor, psikolojimizi bozdu bu direkler” demişti yanındaki adam. Kocasıydı sanırım.
Al çiçekli başörtüsünün ucunu aklaşmış saçlarına sokarak
konuşan başka bir kadın ise hem dertli hem öfkeliydi; “Ben istemez miydim
çocuğum da bir masa köşesinde otursun. Ama biz çobanız, geçimimiz bu. Aslımız
Yörük. 65 yaşında, iki kilo kepeneğin ardı sıra ekmek parası kazanmaya
çalışıyoruz. Eşim de çoban, keçilerin ardında şu yaşında. Keçilerimiz bu
direklerin altına gitmiyor. Yaylıma çıkaracak mera kalmadı. Her
tarafımızı direklerle sardılar. Bize bu zulmü neden yapıyorlar? Neden,
neden...?”
***
“Ülkemiz neden elektrik için yurtdışına para versin ki?
Rüzgarımız esip duruyor. Temiz -yenilenebilir. Doğaya zarar vermemek için
üniversitelerden bir sürü rapor alıyoruz. Ben de yurtseverim” dedi şirketin
müdürü. Söylediklerine kendisinin de inanmadığı gülümsemesindeki yapmacıklıktan
belliydi.
“Bize ne anlatıyorsun ki bunları müdür bey” dedi Kent
Konseyinden bir kadın. “Seni çağırdık, sorunlarımızı anlatmak, çözüm aramak
için. Bize kuantum fiziğini anlattın! Söyleyecek bir şeyin yok çünkü. Hatta,
‘20 sene sonra Yayla Köy diye bir yer kalmayacak’ dedin. Demedin mi?”
Müdür gözlerini kaçırdı. “Nüfus oranı, projeksiyon, göçler” gibi bir şeyler geveledi. İnsanların söyledikleri sözlere o kadar umarsızdı ki...
Müdür gözlerini kaçırdı. “Nüfus oranı, projeksiyon, göçler” gibi bir şeyler geveledi. İnsanların söyledikleri sözlere o kadar umarsızdı ki...
***
Yine bir ÇED toplantısı yapılacaktı. İki kez iptal
ettirilip, üçüncü kez izin verilen ÇED’in toplantısı!
Açtıkları her davayı kazanan ama direklerin tepelerine
dikilmesine engel olamayan köylüler bu sefer epeyce sessizdi üç yıl
öncesine göre. Bıktıkları, çaresizliği öğrendikleri o kadar ortadaydı ki!
Şirketin güvendiği de buydu zaten.
“Savaş var” dedi şirketten birisi. “Suriye’de askerlerimiz
savaşıyor siz buradan neyle uğraşıyorsunuz”
“OHAL var” diyordu jandarma komutanı, “slogan atamazsınız,
yürüyemezsiniz.”
Ucunda dürbün takılı uzun namlulu tüfeğini çapraz tutan
asker gözlerini kaçırıyordu. Her birinin ana-baba-bacı-kardeşiydi
karşılarındaki. Sadece yaşamak istiyorlardı.
***
Yanına oturunca koluna dokundum ihtiyar adamın. “Hayırdır
amca?” dedim. Gözlerindeki nemi kuruladı tekrar, sarı poşusuyla. “Hayırlık
durum mu kaldı oğul” dedi. “Görüyorsun halimizi. Ölmüşüz ağlayanımız yok. 50
direk vardı 37 daha dikeceğiz diyorlar. Biz mahkemeyi kazanıyoruz onlar bildiğini
okuyorlar. Bu şirketlere mahkeme işlemiyor”
Sakinleşti konuşurken, uzun uzun anlattı. Köylülerden bekçi
olarak işe girenler olduğunu, elektrik faturalarının şirket tarafından
ödenmesinin köylünün direnişini kırdığını söyledi.
Sonra duygusallaştı yeniden. Sesine yerleşen titremeye engel
olmaya çalışarak dedi ki; “Ondan da ötesi ne biliyor musun yeğenim? Kendi köyüm
de esir gibiyim! Teyzen öleli üç yıl oldu. Ölene kadar hiç ayrılmamıştık. Şu
direklerin oradaki mezarda yatıyor şimdi. Yanına hazırladım ben de mezar yerimi.
Diyorlar ki ‘20 sene sonra köy möy kalmayacak.’ Evleri, sokakları, mezarları
bile alacakmış şirket. Ölsem mezarım burada kalacak mı bilmiyorum! Ya teyzenle
benim mezarları da ayırırlarsa?!..”
***
Anadolu’nun bu yüreği güzel insanlarının yurtları başına
yıkılıyor uzun zamandır. Maden, termik, baraj, RES, jeotermal derken,
hastalıklar, ayrılıklar, sayrılıklar bitmek bilmiyor.
“Şad olup” gülmüyorlar, “yalan dünyada.” Ölülerinin huzur
bulup bulmayacaklarını bile bilmiyorlar!
Son Düzenlenme Tarihi: 05 Şubat 2018 18:31
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder