Yaklaşık 20 yıl önce, altın madenine karşı köylü direnişi en
yüksek seviyelerindeyken işe giren birkaç köylüden birisiydi Mehmet Uslu.
Özer AKDEMİR
Aliağa’yı geçtikten hemen sonra başlayan ilk damlalar,
Bergama sapağında sağanak yağışa dönüşmüştü. Çamköy yol ayrımına geldiğimizde
ise gök gürlemeleri eşliğinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur karşıladı bizi.
Yolun kıyısında bekleyen jandarma aracını hızla dövüyordu iri damlalar. Aracın
yanındaki şarampol küçük bir dere halini almıştı. “Böyle giderse keşif meşif
yapılamaz” dedi minibüsümüzden birisi. Gerçekten de bu havada bırakın altın
madeni keşfine gitmeyi, başınızı dışarı çıkarmanız bile zordu.
Yine de, mahkeme ve bilirkişi heyetinin İzmir Adliyesinden
yarım saat önce çıktığı haberini almıştık. Madene gelmeleri bir saati bulurdu.
Çanakkale yolu üzerindeki Ovacık köyü kahvesinde heyetin gelişini beklemeye
karar verdik. Altın madenin yanı başındaydı Ovacık köyü. Madene adını vermekle
kalmamış, köyün yarısını da vermişti. Köyün doğusunda kızıl çamlar ve yabani
zeytin ağaçlarıyla kaplı tepeye tesislerini kuran maden, güneye bakan yamaçtaki
evleri de işletme sınırı içine almıştı. Maden sahası içinde kalanları, Narlıca
tarafındaki tarlaların üzerine yaptırdığı dubleks evlere taşımak istedi şirket.
Köylülerin “Gavur evleri” dedikleri bu yeni binalara taşınmaları o kadar kolay
olmadı. Aylarca süren protestoların durulması, duruşma salonlarında kazanılan
davaların kağıt üzerinde kaybedilmesi, madene karşı çıkanların taşlı yumurtalı
saldırılarla dövülmesi ve nihayetinde siyanür barajlarının yapılarak işletmenin
hummalı bir şekilde çalışmaya başlamasından sonra ki köylüler bu evlere sessiz
sedasız taşındılar.
Ovacık köyü kahvesine kendimizi attığımızda yağmur hızını
daha da arttırmıştı. Loş kahvehanede yedi sekiz köylü masalarda oturmuş çay
içiyorlardı. Pencereye yakın masadaki birkaç ihtiyar köylü çekişmeli bir kağıt
oyununa tutuşmuşlardı. Yarım ağız hoş geldin ettiler gelenlere. Kadınlı erkekli
15 kişi kadar olan gruba karşı bakışları, tavırları epey kuşkucu görünüyordu.
Çay ocağı başında bardakları yıkayan zayıf, esmer tenli adam, önündeki masada
oturup gazeteleri karıştıran göbekli bir köylüye “Gene mi bu çevreciler” dedi
kısık sesle. Öbürü, kaş etti, “sus” der gibi. Kahveci gelenlerin çay siparişlerini
dağıtırken, göbekli köylü kalkıp, kahvehane bitişiğinde, kapısının üzerinde
“Ovacık Muhtarlığı” tabelası bulunan odaya
geçip, kapıyı sıkıca kapattı.
Kahvenin çaprazındaki Uslu Market’e ıslanmamak için koşar
adım girerken, bakkalın önünde bekleyen sarı köpeğe gözüm takıldı. Sicim gibi
yağan yağmurun altında kulaklarını kısmış öylece dikiliyordu. Plastik örtülerle
kaplı sundurmayı geçip, tek katlı bakkala girdiğimde, Mehmet Uslu’yu iki yıl
önceki bıraktığım gibi sandalyesinde otururken buldum. Sahne hiç değişmemişti
sanki; yine izbe, nemli, loş ışıklı bakkalın giriş kapısına bitişik masasının
köşesinde bulunan bilgisayardan kağıt oynuyordu. Tozlu raflarda makarnalar,
üzerinde hasta organ resimleri bulunan sigara paketleri, parlak ambalajlı
bisküvi çeşitleri, çikolatalar, salça, konserve kutuları, deterjanlar gelişi
güzel bir şekilde dizilmişti. Raflardan birisinin önünde halka halka “piliç eti
sucuğu” asılıydı. Giriş kapısının tam karşısındaki köşeye kondurulan
televizyonda açık olmasına rağmen görüntü yoktu.
“Gene karıncaların çevirdiği filmi mi izliyorsun” diye
girdim bakkala. Kafasını oyundan kaldırıp baktı, kısa bir tereddütün ardından
tanıdı. Kalkıp hoş geldin etti, öpüştük. Başında koyu gri bir bere vardı. Yüzü
epey soluk görünüyordu ama bunu ona söylemedim. Zayıflamıştı da.
Uzun uzun konuştuk. Şeker hastalığı ilerlemiş. “Günde 4 kere
iğne yapıyorum kendime” dedi. “Köroğlu’nda da protez var. Çocuk yok biz de
biliyorsun.” Köroğlu diye eşinden bahsediyordu.
Yaklaşık 20 yıl önce, altın madenine karşı köylü direnişi en
yüksek seviyelerindeyken işe giren birkaç köylüden birisiydi Mehmet Uslu.
Madene girerken hastaneden “sağlam” raporu almış olan iri kıyım adam, birkaç
yıl çalıştıktan sonra hastalanınca işten çıkarılmıştı. O zamanlardan tanıyordum
kendisini, hastalığı, madenden çıkarılışı, hak arayışı ile ilgili birçok haber
yapmıştım.
Altın madeni şirketi güvenlikçi olarak işe aldığı Uslu’yu
daha sonra her işte çalıştırmıştı. Hatta o sıralarda epeyce tartışma konusu
olan siyanürlü suların boşaltıldığı atık havuzunda da yüzdürmüştü. Maden,
havuzdaki suyun zararsız olduğunu anlatmak için basını çağırmış, bir iki müdür
ve işçi suda yüzmüştü. O işçilerden birisiydi Mehmet Uslu. “İdiopetik
Trombositenik Purpura” denilen kan hastalığına bu havuzda yüzdükten sonra
yakalandığını ileri sürüyordu. Ancak bunun ispatının “tıbben imkansız” olduğunu
söylemişti doktorlar. “Dalağını alırsak, yüzde 60 yaşama şansın var” diye de
ilave etmişlerdi. Köylülerini küstürme pahasına girdiği madende sağlığını
yitirmiş, işten atılmış, hastane odasından dalağını bırakarak
çıkabilmişti...
“Tarım bitti, köy bitti, sularımız bitti! Kuş sesleri içinde
oyunlar oynadığımız tepede maden araçları vızır vızır şimdi. Üçüncü atık
havuzunu da dibimize yaptılar” dedi. Gazetecilere altın madeni yüzünden
hastalandığını anlattığı için kendisini gözaltına aldırıp tehdit eden jandarma
başçavuşunu dava etmesi ile övündü. Başçavuşun kendisine sonradan yalvarmasına
rağmen davadan vazgeçmediğini, adamın başka yere tayin edilmesinin de bu açtığı
dava yüzünden olduğunu söyledi.
Madenin işine son vermesinden bu yana, 15 yıldır, köyün
girişindeki küçük bakkal dükkanında “Ömrünü tüketiyordu” Mehmet Uslu. Tek
varlığı, bu izbe bakkalın içindeki üç beş parça mal, kapıda yağmura aldırmadan
bekleyen sarı köpek ve “Evdeki Köroğlu” idi.
18 Mart 2018
https://www.evrensel.net/haber/347943/uslu-market
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder