14 Ekim 2018 04:30
Yaklaşık 3 saattir Bandırma Manisa yolunda ilerleyen
tankerin şoförü Gördes sapağına geldiğinde bir kez daha göz kapaklarını açık
tutmakta ne kadar da zorlandığını anladı. Kenara çekip birkaç saat uyumayı
nasıl da isterdi ama tankerdeki yükü madene bir an önce yetiştirmesi
söylenmişti kendisine. Yük çok tehlikeli, yol yılan gibi virajlıydı.
Akhisar Ovasında yeşilin tonları arasında görünen sarı
sonbahar renkleri evini anımsattı. Bigadiç’in kenar mahallelerinde etrafı
kavaklarla çevrili bir evi vardı. Şimdi iki küçük kızı ile cefakar eşi şu
saatte uyuyor olmalıydılar. Aklına uykuyu getirdi miydi içinde tatlı bir boşluk
hissi beliriyordu ki bunun çok tehlikeli olduğunu bilecek kadar deneyimli bir
şofördü. Uykusunu dağıtmak için penceresini açtı. Sabahın serinliği bir anda
içeriye hücum edince vücudu ürperdi. Soğuk iyi gelmişti, canlanmıştı biraz.
Şunun şurasında yarım saat kırk dakikalık bir yolu kalmıştı. “Ha gayret
Ramazan” dedi kendi kendine. TRT Türkü’yü açtı radyodan. Aşık Veysel kendisi
için söylüyordu sanki; “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece”.
Dingiller Köyünün yol kenarındaki tabelasını gördüğünü
anımsıyordu en son. Sonra nasıl olduysa gaflet basmış, uyumuştu. Bereket kamyon
yolun solundaki boş tarlaya doğru gitmiş, o hızla şarampole girince de yan
yatıp tarlanın içine devrilmişti. Kamyon daha şarampole girer girmez uyanmıştı
Ramazan ama iş işten geçmişti. O saatten sonra frene basması kamyonun hızını
azaltsa da devrilmeyi önleyememişti. Yan yatıp biraz sürüklenen kamyon, çakır
dikenlerle dolu tarlanın tam ortasında durdu. Etrafı bir anda toz toprak ve
kırık camların parçaları kaplamıştı. Yanı üzerinde yatan kamyonun yukarıda
kalan kapısından alelacele çıkarken göz ucuyla arkadaki tanklara baktı.
Hissettiği kötü koku tanklardaki sülfürik asidin kokusuydu. “Eyvah” dedi, şoför
mahallinden aşağıya atlarken. Umar gözlerle etrafına baktı. Hemen yakınındaki
evlerden sabah mahmurluğunu üzerlerinden atamamış köylülerin pijamaları ile
kaza yerine doğru geldiklerini gördü. Elini ağrıyan başına götürdüğünde
parmaklarına bulaşan kanı hissetti. Başı döndü, tarlanın ortasına oturur
oturmaz yana düştü. Bayılmadan hemen önce kanlı ellerini köylülere doğru
kaldırıp, “gelmeyin, asit” diyebildi.
*
Kalemoğlu köyünde gölgesi kendisinden büyük bir çınar
ağacının dibine oturmuş, yere bir şeyler çiziktiriyordu Kader. Az ilerde
biriken kalabalık içindeki konuşmalara vermişti kulağını. Aklından geçen
binlerce sorunun kararsızlığı arasında bocalayıp duruyordu epeydir. Başında,
sarı bir yağlık vardı. Buğday rengine çalan kumral saçlarının bir tutamı asice
yağlığın altından fışkırmıştı. Kafasını kaldırıp kahvenin önünde biriken
kalabalığa baktığında gözlerinde kararını vermiş kişilere özgü bir bakış
belirdi. Çağla yeşili gözleri de, en az yağlığın altından yol bulup çıkan saçları
kadar asiydi şimdi.
Hararetle bir şeyler tartışan kadınlı erkekli grubun yanına
gidip tam ortalarında durdu. O böyle teklifsiz kalabalığın içine dalınca sesler
birden kirp diye kesildi. Herkes şaşırmıştı. Günlerdir tartışılan konu hakkında
şimdiye kadar ağzını açıp tek kelime söylemeyen Kader, şimdi kalabalığın tam
ortasında, hiç kimseyi atlamadan herkesin yüzüne teker teker bakıyordu.
Kahvenin önünde adeta sinekler bile vızlamayı kesmiş, köy sanki bir anda ölüm
sessizliğine bürünmüştü. Sesini yükseltmeden tane tane konuştu Kader; “Bu sefer
toplantıyı yaptırmayacağız, arkadaşlar” dedi. “Bize ne diyecekler ki bunlar. Şu
tepemizde dikilen yüz yıllık çınarın yapraklarına bir bakın. O zaten her şeyi
anlatmıyor mu?”.
Sustu bu sözlerin ardından. Kadınlara doğru baktı. Yüzündeki
muzip gülümseme onlara geçti bir anda. “Akşam kadınlar bize gelsin” dedi ve
yürüyüp gitti evine doğru. Yeşil yaprakları bir parmak toza bulanmış çınar
ağacının gölgesinde kalan köylüler, onu evinin sokağına dönünceye kadar aynı
sessizlikle izlediler. Önce kadınlar ayrıldı grubun arasından. “Akşama
görüşürüz” diyen dedi, demeyenler gözleriyle anlaşmıştı zaten...
**
Kader, bir türlü aradıkları oğlanı bulamayan ana babasının
ardı ardına olan 5 kızından en küçüğüydü. İki üniversite bitirmiş, arkeolojinin
ardından sanat tarihi okumuş, iki yıl vekil öğretmenlik yapmıştı. Kendisiyle
tekrar sözleşme imzalanmayınca dönüp köyüne geldi. Yaşı 30’dan fazla
göstermiyordu ama köy yaşamının çetin şartlarının yüzündeki kırışıklıkları her
geçen gün arttırdığını o da fark ediyordu.
Evlenmemişti Kader. Dul ablası ve eline aldığı erik dalını
baston gibi kullanıp kendisine destek yaparak yürüse de yüzünden sağlık
fışkıran kırmızı yanaklı anasıyla birlikte yaşıyorlardı. Ablaları da kendisi
gibi renkli gözlü, alımlı, işçimen kadınlardı. Babaları ölmüştü uzun zaman
önce.
Manisa’nın ova köylüklerinden birinde geçen iki yıllık vekil
öğretmenlik yaşamından koparıldığında adeta dünyası başına yıkılmıştı. En
azından emek verdiği çocukları mezun ederek okulundan ayrılmış olmanın buruk
mutluluğu ile avundu bir süre. Köyüne döndükten sonra rençperlik işlerinin yanı
sıra çobanlığa başladı. Önce 20 baş olan koyun sayısı zamanla 50’yi buldu.
Hiç gocunmadı çobanlık yaptığından, hiç yüksünmedi. Kim ne
derse desin alnının teriyle kazanıyordu ekmek parasını. Köyün gürbüz otlu
meralarında, sabahları altlarından geçerken tepelerinden incecik bir çiğin
yağdığı çam ormanlarında, etrafı mor kayalarla çevrili, semizlik, ısırgan,
reyhan biten yarpuz kokulu pınarların başında sürüsüyle dolaşırken, dünyanın
tüm güzelliklerine sahipmişçesine sevinirdi. Kendi iç sessizliğinin, doğanın
sesleriyle birleşmesindeki huzuru hiç bir şeyde bulamazdı. Ağzına bir karanfil
dalı alıp gözlerini kapatır, rüzgarın çamlar arasından dolaşan fısıltısını,
yanı başındaki pınarın topraktan belli belirsiz kaynayışını, koyunların taze
otları çiğneyip geviş getirişlerini, kuzuların annelerine sokulan
şımarıklığını, bir çamın en üst dalına yuva yapmış bülbülün şarkısını, bir
sincabın eşine kur yapışını, bulutların yüzüne vuran gölgesini dinler, her
biriyle bütünleşirdi.
Akşama doğru, karınları doymuş, yünleri kabarmış sürü eve
koşarcasına gelirdi. Evin önünde sağılan çam püreni kokan sütten sürüye
gidememiş kuzuların payları ayrılırdı. Sürünün ağılı iki katlı evlerinin tam
altındaydı. Bir ray üzerinde parça parça birleşerek oluşan ağıl kapısı Kader’in
içindeki bir başka dünyaya aralanıyordu.
Siyah renkli dikdörtgen kapı parçalarının her birinin
üzerinde beyaz boyayla şiirler yazmıştı Kader. Nazım Hikmet’in “Hiçbir şey
gidermez iç sıkıntımı, memleketin şarkıları ve tütünü gibi” mısralarıyla içini
dökmüştü kapının üzerine. Aynı yazının altında şairin “yaşamak bir ağaç gibi
tek ve hür...” şiirinden iki dize okunuyordu.
Yandaki siyah kapının üzerindeki şiirden yansıyan aydınlık
bir başkaydı; “Dağlar, insanlar ve hata ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel
şiir barıştır”. Bu dizelerin altında “Seni dişlerinde elma kokusu, bir daha
hangi ana doğurur bizi” mısraları yazılıydı. Peş peşe sıralı 7 kapının
yedisinin üzerinde de şiirler vardı. Attila İlhan, Hasan Hüseyin, Behçet Aysan
ve ille de Cemal Süreya.
Bazen apansız gelip içine dolan kederi, en son kapının
altına “canımla besledim şu hüznün kuşlarını” dizeleriyle anlatmıştı Kader.
Yine de dikliğinden, baş eğmezliğinden ödün vermemişti, ne hüznün kuşlarına ne
iki cihan tanrılarına. Yaşama tüm zorluklarına rağmen teşekkür ederken “üstü
kalsın” yazmayı ihmal etmemişti...
**
Salonun kapısının önüne iki kocaman kabak getirdi kadınlar.
Her birinin bir ucundan üç kadın tutarak getirdi. Tam kapının önüne koydular
kabakları. Yanlarına bahçesinden demincek topladığı çamurlu domatesleri dizdi
bir nine. Etrafını kadife çiçekleri ile bezedi. Mor yağlıklı, yeşil gözlü genç
bir gelin koltuklarının altında sarı bir kavun ve çizgili bir karpuzla geldi.
Özenle koydu bunları sebzelerin arasına. Bir başkası kan kırmızı kapya
biberini, öteki kadın yeni topladığı taze cevizleri dizdi yan yana.
Sonra tüm kadınlar sıralandılar salon kapısının önüne.
Omuzları birbirine değiyordu. Kadınlardan, kabaklardan, meyve ve sebzelerden
kurulmuş barikatı görünce şaşırdı kendisini Çevre Şube Müdiresi olarak tanıtan
uzun boylu, sivri topuklu memur. “Burada madenin bilgilendirme toplantısı
yapılacaktı” diye yarım ağız sözlerine kadınların yanıtı kısa ve netti;
“Bizim madenlerimiz işte burada. Başkaca bir şey de duymak istemiyoruz”.
***
Kalemoğlu köylüleri Gördes’in yedi köyünün ortasında
işletilen nikel madeninin kapasite artışı halk toplantısını yaptırmadı. Yılda
bin ton sülfürik asit kullanan madene her gün onlarca tankerle Bandırma’dan
sülfürik asit taşınıyor. Geçtiğimiz yıl meydana gelen dört tanker kazasında
tonlarca sülfürik asit, tarlalara, derelere karıştı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder