Çobanlığı da, üzüm kesmeyi, bağ budamayı, tırpan sallamayı,
kükürt atmayı da hep dedesinden öğrenmişti. Toprağı bol olsun iki yıl önce kalp
krizinden ölmüştü. Babasını da daha bebekken kaybetmiş bir yetimdi Veysel. Hem
dedesi hem anası ona baba özlemini yaşatmamak için çırpınmışlardı yıllar yılı.
O akşam, İsmail Sivrisi’nin eteğinde köyünü uzaktan gören
kıraç bir tepeciğe koyunları çekti. Yayvan eteklerinden zirvesine doğru
gittikçe sivrilen, uzaktan piramide benzeyen bir dağdı İsmail Sivrisi. Tam
zirvesinde ise köylülerin "ermiş" dedikleri İsmail Dede'nin mezarı
vardı. Adı da buradan geliyordu. Bazı günler geceyi bu dağın yamaçlarında
geçirmeyi artık adet edinmişti.
Yaz günü tam da ekin biçme zamanı yaklaşmışken, koyunları
ekili tarlaların arasından, içlerine girmelerini engelleyecek biçimde eve
götürüp getirmek bildiğin zulümdü Veysel için. Bütün gün sürünün peşinden
gitmek, sabahleyin gün doğarken koyunları önüne katarak dağa çıkmak ve yine
güneş İsmail Sivrisinin sarp kayalıklarından ağır ağır yitip gitmeden önce eve
dönmek epey yorucuydu ama sürüyü tarlaların arasından geçirdiği anlardaki kadar
hiç gerilmiyordu sinirleri.
Doğru dürüst ne yol vardı köyle dağ arasında ne bir kuru
dere yatağı. Silme tarla doluydu köyün güney tarafı. Arpa, buğday, yulaf,
mercimek, nohut ekili tarlaların kelilerinden sürüyü ince bir kervan halinde
geçirmek, bu sırada hayvanların tarlalara girmesini önlemek zorundaydı. Aksi
takdirde muhtarlıktan şimdiye kadar iki kere yediği ceza kağıtlarından
birisinin daha eline tutuşturulacağını çok iyi biliyordu.
En iyi otlar dağa çıkan yamaçlardaydı. Bozkırın her türlü
otu bulunurdu bu yamaçlarda. Koyunların bayıla bayıla yediği çayır gülleri, mor
tomurcuklu karanfiller, sarı sarı uzayıp giden sığır kuyrukları, yavşan otu,
gelincikler dağın eteklerinde sere serpe biterlerdi.
Çoban yastıkları da boldu tepelerde. Beyaz, pembe küçük
çiçekleri olan top top çoban yastıklarının üzerine kepeneğini atıp, koyunların
sakince yayılışını izlemek en keyifli anıydı koca günün. Bu dinlenme
zamanlarında tepelerden topladığı üzerliklerden türlü türlü işler çıkarır, süs
eşyaları yapardı. Özene bezene uçlarına göz boncukları taktığı nazarlıklar,
kapı pencere sineklikleri ya da atların, katırların gözlerinin önüne, alnına
takılan süslemeleri herkes beğenir, bazen iyi de para verirlerdi Veysel’e.
***
Gün İsmail Sivrisi’nin doruğunu aşıp, ötelere devrildiğinde
sürüyü eski çobanların yaptığı derme çatma bir ağılın içine aldı. Dört bir yanı
uzun ince ağaç dalları, çuval parçaları, hasır ve sazlardan örülü, çeyrek evlek
kadar bir yerdi ağıl. Tam ortasında kocaman bir kaya tuzu vardı.
Eşeğin semerini çözdü. Ağıla gidip, heybenin gözünden aldığı
küçük helkenin içine süt sağdı. Kendinden önceki çobanların yıllardır
kullandığı, isten kararmış iri düzgün taşlarla yapılmış ocağa topladığı
tezekleri, kuru çalı çırpıları, nereden geldiğini bilemediği ağaç dallarını
doldurup tutuşturdu. En yakın ağacın belki de bir kilometre ötedeki iğde çalısı
olduğu bir yerde önüne çıkan bu eski, kabukları soyulmuş, renkleri beyaza
çalmış, insan iskeletlerine benzeyen ağaç dallarına şaşırır kalırdı hep. Bunları
yanına alır, eşeğinin terkisindeki heybeye atardı. Çok iyi yanardı bu ağaçlar.
Birinde de bir deniz kabuğu fosili bulmuştu. Denizden bin
metre yüksekte bulduğu taşlaşmış ama boğum boğum katmanları belli olan bu
fosili cebinde taşır, arada çıkarıp bakarak kendisini deniz kenarında, ya da
dalgalar arasında yol alan bir gemide hayal ederdi.
Ocağın üzerinde sütü kaynattı. İçine peynir, yeşil soğan,
taze nane ve domates koyduğu yufkayı dürüm yaptı. Dürümü ocağa yerleştirdiği
ince yassı taşta kızarttı. Yufkanın içindeki peynirin eriyerek pişen domatese
karışıp, soğanın ve taze nanenin kokularıyla birleşmesinden oluşan tadı çok
severdi. Yanında tuzlayıp yiyeceği ekşi hardal otu da varsa tam bir ziyafet
olurdu yemek Veysel için.
Yemeğin ardından kepeneğini semere yaslayıp közde demlediği
dağ çayını keyifle yudumlarken önünde uzanan ovada görünen köyünün ışıklarına
baktı. Güneş battıktan sonra başlayan akşam yeli serin serin esiyordu. Ovada
tek tük başka ışıklar da vardı. Belki çoban ateşleri belki tarlalara girmiş
biçerdöver ışıklarıydı bunlar. Köyü ile ova arasında Ankara asfaltından geçen
araçların farları da bir görünüp bir kayboluyordu.
Sol yanında kalan epey uzak tepelerde aynı anda yanıp sönen
kırmızı ışıklar rüzgar direklerinin ışıklarıydı. Bu direklerin dibindeki köyden
bir de arkadaşı vardı Veysel’in. İlçedeki tek ortaokulda aynı sınıfta
okumuşlardı Cengiz’le. O da kendisi gibi liseye devam etmedi, edemedi belki de.
Çoban oldu Veysel gibi, koyunların ardı sıra gün gece bozkırı adımlayıp durdu.
Önceleri çok sevimli bulurdu bu direkleri Veysel. Cengiz,
“Rüzgar direklerinin uzaktan sevimli görünmesine aldanma” demişti birisinde.
“Onu gel bir de bizim köyden gör. Tepende gece gündüz homurdanıp duran bu
devler, hiç susmazlar. Koyunlar bile yanına yaklaşmıyor, altlarından
geçmiyorlar. Sadece köyün köpekleri çevrelerinde dolanır hep. Etraflarından kuş
ölüleri toplayıp yerler.”
Onlarca kırmızı ışığın parladığı tepeye yanını döndü Veysel.
Neyse ki kendi dağlarına, tepelerine gelmemişti bu devler daha. Hiç gelmesinler
diye de dua ederdi Cengiz’in anlattıkları aklına düştükçe.
Göğe baktı. Gökyüzünde binlerce yıldız zifiri karanlık
boşluğun içerisinden göz kırpıyor, bazıları bir anda, ardında ateşten bir
kuyruk bırakarak hızla kayıp yok oluyordu. Bu yıldızların arasında sürekli hep aynı
yöne doğru yavaşça hareket eden uyduları bulur, gözden yitene kadar takip
ederdi. Uyku da tam o zamanda, uyduyu izlerken gelir çöreklendi göz
kapaklarına.
Veysel çay içtiği metal bardağı yanına bıraktı. Akşam yeline
karşı kepeneğine sokuldu. Ellerini göğsünde birleştirip dudaklarını çocuk gibi
sündüre sündüre yavaşça uykuya teslim oldu.
***
Uyandığında eteğinde gecelediği İsmail Sivrisi’nin mavi
dumanı henüz dağılmamıştı. Daha doğmamış olan güneş hiç acele etmeden karşıda
görünen Erciyes’in beyaz doruğunu turkuaza boyuyordu. Bu arada dağın tepesinde
dolanan bulutlar da pembe pamuk şekerleri haline gelmişlerdi. Erciyes, gün
kuşluğa erdiğinde beyaz sakalları döşüne inen bir dede gibi ovanın orta yerine
bağdaş kurup oturacaktı.
Çiğ düşmüş mine çiçeklerinin arasından çıkardığı testideki
suyla elini yüzünü yudu. Islak ellerini ensesinde, saçlarının arasında, çıplak
kollarında gezdirdi. Uykusu açılınca ocağa kuru ot gövdeleri, çer, çöp, tezek
koyarak tutuşturdu. Akşamdan kalan sütü ısıtıp, çökelekli dürümüne katık etti.
Koyunlar ağılda birbirlerine sokulmuşlar hâlâ sakin sakin uyuyorlardı.
Köpeği Garip’i aradı gözleri. Evde bıraktığı, yanına
almadığı neden sonra geldi aklına. Köyün diğer köpekleri ile boğuşmuş,
ayağından ciddi biçimde ısırılmıştı. Çok fena topallayan köpeği dinlensin diye
o gün evde bırakmıştı.
Kahvaltısını acele etmeden yapıp kalktı Veysel. Uzun uzun
gerindi. Bütün kasları dirildi, kemikleri kütürdedi. Önce ateşin üzerine toprak
atıp söndürdü. Az ötede, örklediği yerde miskince yayılan eşeğine semeri vurup,
kap kacağını heybelere doldurdu. Ağıla doğru yürürken önünde bir öbek halinde
boy atmış hayıtları okşadı. Elini burnuna götürüp hayıtın baygın kokusunu içine
çekti.
Yonca çiçeklerine basarak açtı ağılın kapısını. Çiçekler
hemen sonra yeniden göğe diktiler başlarını. Acıkmış, susamış koyunlar
birbirini iterek ağıldan çıkıp, tepenin eteklerinde, iki arkı lezzetli soğuk
sularla dolu kır çeşmesine aşağı alıp yatırdılar.
Veysel, boyunlarındaki çan sesleri ve ayak tıpırtıları
birbirine karışan koyunların meleyerek koşturmalarına mutlu gözlerle baktı. İçi
huzur doluydu. Eşeğinin sırtına binerek onların ardından seğirtti. Diline
ıslıkla çaldığı bir türkü gelip konmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder