7 Ekim 2018 Pazar

Çoban Veysel'in akşamı (Pazar yazısı)



07 Ekim 2018 03:35
  
Çoban Veysel tam karşısında, ince bir pusun içinde mağrurca dikilen başı dumanlı Erciyes Dağı’na baktıkça içlendi. Hep rahmetli dedesine benzetirdi bu heybetli dağı. Yanık buğday tenine yakışan kır sakalları vardı dedesinin. Çoğunlukla güleç olan yüzü her daim efkarlıydı. Kan oturmuş gözleri bilinmez bir uzaklığa dalıp gitmişken sararmış parmaklarının arasında özenle sardığı cigarası tüterdi. Genelde sakin bir adamdı ama bazen öyle bir öfke tufanına kapılırdı ki...

Çobanlığı da, üzüm kesmeyi, bağ budamayı, tırpan sallamayı, kükürt atmayı da hep dedesinden öğrenmişti. Toprağı bol olsun iki yıl önce kalp krizinden ölmüştü. Babasını da daha bebekken kaybetmiş bir yetimdi Veysel. Hem dedesi hem anası ona baba özlemini yaşatmamak için çırpınmışlardı yıllar yılı.

O akşam, İsmail Sivrisi’nin eteğinde köyünü uzaktan gören kıraç bir tepeciğe koyunları çekti. Yayvan eteklerinden zirvesine doğru gittikçe sivrilen, uzaktan piramide benzeyen bir dağdı İsmail Sivrisi. Tam zirvesinde ise köylülerin "ermiş" dedikleri İsmail Dede'nin mezarı vardı. Adı da buradan geliyordu. Bazı günler geceyi bu dağın yamaçlarında geçirmeyi artık adet edinmişti.

Yaz günü tam da ekin biçme zamanı yaklaşmışken, koyunları ekili tarlaların arasından, içlerine girmelerini engelleyecek biçimde eve götürüp getirmek bildiğin zulümdü Veysel için. Bütün gün sürünün peşinden gitmek, sabahleyin gün doğarken koyunları önüne katarak dağa çıkmak ve yine güneş İsmail Sivrisinin sarp kayalıklarından ağır ağır yitip gitmeden önce eve dönmek epey yorucuydu ama sürüyü tarlaların arasından geçirdiği anlardaki kadar hiç gerilmiyordu sinirleri.
Doğru dürüst ne yol vardı köyle dağ arasında ne bir kuru dere yatağı. Silme tarla doluydu köyün güney tarafı. Arpa, buğday, yulaf, mercimek, nohut ekili tarlaların kelilerinden sürüyü ince bir kervan halinde geçirmek, bu sırada hayvanların tarlalara girmesini önlemek zorundaydı. Aksi takdirde muhtarlıktan şimdiye kadar iki kere yediği ceza kağıtlarından birisinin daha eline tutuşturulacağını çok iyi biliyordu.

En iyi otlar dağa çıkan yamaçlardaydı. Bozkırın her türlü otu bulunurdu bu yamaçlarda. Koyunların bayıla bayıla yediği çayır gülleri, mor tomurcuklu karanfiller, sarı sarı uzayıp giden sığır kuyrukları, yavşan otu, gelincikler dağın eteklerinde sere serpe biterlerdi.

Çoban yastıkları da boldu tepelerde. Beyaz, pembe küçük çiçekleri olan top top çoban yastıklarının üzerine kepeneğini atıp, koyunların sakince yayılışını izlemek en keyifli anıydı koca günün. Bu dinlenme zamanlarında tepelerden topladığı üzerliklerden türlü türlü işler çıkarır, süs eşyaları yapardı. Özene bezene uçlarına göz boncukları taktığı nazarlıklar, kapı pencere sineklikleri ya da atların, katırların gözlerinin önüne, alnına takılan süslemeleri herkes beğenir, bazen iyi de para verirlerdi Veysel’e.

***

Gün İsmail Sivrisi’nin doruğunu aşıp, ötelere devrildiğinde sürüyü eski çobanların yaptığı derme çatma bir ağılın içine aldı. Dört bir yanı uzun ince ağaç dalları, çuval parçaları, hasır ve sazlardan örülü, çeyrek evlek kadar bir yerdi ağıl. Tam ortasında kocaman bir kaya tuzu vardı.

Eşeğin semerini çözdü. Ağıla gidip, heybenin gözünden aldığı küçük helkenin içine süt sağdı. Kendinden önceki çobanların yıllardır kullandığı, isten kararmış iri düzgün taşlarla yapılmış ocağa topladığı tezekleri, kuru çalı çırpıları, nereden geldiğini bilemediği ağaç dallarını doldurup tutuşturdu. En yakın ağacın belki de bir kilometre ötedeki iğde çalısı olduğu bir yerde önüne çıkan bu eski, kabukları soyulmuş, renkleri beyaza çalmış, insan iskeletlerine benzeyen ağaç dallarına şaşırır kalırdı hep. Bunları yanına alır, eşeğinin terkisindeki heybeye atardı. Çok iyi yanardı bu ağaçlar.

Birinde de bir deniz kabuğu fosili bulmuştu. Denizden bin metre yüksekte bulduğu taşlaşmış ama boğum boğum katmanları belli olan bu fosili cebinde taşır, arada çıkarıp bakarak kendisini deniz kenarında, ya da dalgalar arasında yol alan bir gemide hayal ederdi.

Ocağın üzerinde sütü kaynattı. İçine peynir, yeşil soğan, taze nane ve domates koyduğu yufkayı dürüm yaptı. Dürümü ocağa yerleştirdiği ince yassı taşta kızarttı. Yufkanın içindeki peynirin eriyerek pişen domatese karışıp, soğanın ve taze nanenin kokularıyla birleşmesinden oluşan tadı çok severdi. Yanında tuzlayıp yiyeceği ekşi hardal otu da varsa tam bir ziyafet olurdu yemek Veysel için.

Yemeğin ardından kepeneğini semere yaslayıp közde demlediği dağ çayını keyifle yudumlarken önünde uzanan ovada görünen köyünün ışıklarına baktı. Güneş battıktan sonra başlayan akşam yeli serin serin esiyordu. Ovada tek tük başka ışıklar da vardı. Belki çoban ateşleri belki tarlalara girmiş biçerdöver ışıklarıydı bunlar. Köyü ile ova arasında Ankara asfaltından geçen araçların farları da bir görünüp bir kayboluyordu.

Sol yanında kalan epey uzak tepelerde aynı anda yanıp sönen kırmızı ışıklar rüzgar direklerinin ışıklarıydı. Bu direklerin dibindeki köyden bir de arkadaşı vardı Veysel’in. İlçedeki tek ortaokulda aynı sınıfta okumuşlardı Cengiz’le. O da kendisi gibi liseye devam etmedi, edemedi belki de. Çoban oldu Veysel gibi, koyunların ardı sıra gün gece bozkırı adımlayıp durdu.

Önceleri çok sevimli bulurdu bu direkleri Veysel. Cengiz, “Rüzgar direklerinin uzaktan sevimli görünmesine aldanma” demişti birisinde. “Onu gel bir de bizim köyden gör. Tepende gece gündüz homurdanıp duran bu devler, hiç susmazlar. Koyunlar bile yanına yaklaşmıyor, altlarından geçmiyorlar. Sadece köyün köpekleri çevrelerinde dolanır hep. Etraflarından kuş ölüleri toplayıp yerler.”
Onlarca kırmızı ışığın parladığı tepeye yanını döndü Veysel. Neyse ki kendi dağlarına, tepelerine gelmemişti bu devler daha. Hiç gelmesinler diye de dua ederdi Cengiz’in anlattıkları aklına düştükçe.
Göğe baktı. Gökyüzünde binlerce yıldız zifiri karanlık boşluğun içerisinden göz kırpıyor, bazıları bir anda, ardında ateşten bir kuyruk bırakarak hızla kayıp yok oluyordu. Bu yıldızların arasında sürekli hep aynı yöne doğru yavaşça hareket eden uyduları bulur, gözden yitene kadar takip ederdi. Uyku da tam o zamanda, uyduyu izlerken gelir çöreklendi göz kapaklarına.

Veysel çay içtiği metal bardağı yanına bıraktı. Akşam yeline karşı kepeneğine sokuldu. Ellerini göğsünde birleştirip dudaklarını çocuk gibi sündüre sündüre yavaşça uykuya teslim oldu.
***
Uyandığında eteğinde gecelediği İsmail Sivrisi’nin mavi dumanı henüz dağılmamıştı. Daha doğmamış olan güneş hiç acele etmeden karşıda görünen Erciyes’in beyaz doruğunu turkuaza boyuyordu. Bu arada dağın tepesinde dolanan bulutlar da pembe pamuk şekerleri haline gelmişlerdi. Erciyes, gün kuşluğa erdiğinde beyaz sakalları döşüne inen bir dede gibi ovanın orta yerine bağdaş kurup oturacaktı.

Çiğ düşmüş mine çiçeklerinin arasından çıkardığı testideki suyla elini yüzünü yudu. Islak ellerini ensesinde, saçlarının arasında, çıplak kollarında gezdirdi. Uykusu açılınca ocağa kuru ot gövdeleri, çer, çöp, tezek koyarak tutuşturdu. Akşamdan kalan sütü ısıtıp, çökelekli dürümüne katık etti. Koyunlar ağılda birbirlerine sokulmuşlar hâlâ sakin sakin uyuyorlardı.

Köpeği Garip’i aradı gözleri. Evde bıraktığı, yanına almadığı neden sonra geldi aklına. Köyün diğer köpekleri ile boğuşmuş, ayağından ciddi biçimde ısırılmıştı. Çok fena topallayan köpeği dinlensin diye o gün evde bırakmıştı.

Kahvaltısını acele etmeden yapıp kalktı Veysel. Uzun uzun gerindi. Bütün kasları dirildi, kemikleri kütürdedi. Önce ateşin üzerine toprak atıp söndürdü. Az ötede, örklediği yerde miskince yayılan eşeğine semeri vurup, kap kacağını heybelere doldurdu. Ağıla doğru yürürken önünde bir öbek halinde boy atmış hayıtları okşadı. Elini burnuna götürüp hayıtın baygın kokusunu içine çekti.
Yonca çiçeklerine basarak açtı ağılın kapısını. Çiçekler hemen sonra yeniden göğe diktiler başlarını. Acıkmış, susamış koyunlar birbirini iterek ağıldan çıkıp, tepenin eteklerinde, iki arkı lezzetli soğuk sularla dolu kır çeşmesine aşağı alıp yatırdılar.

Veysel, boyunlarındaki çan sesleri ve ayak tıpırtıları birbirine karışan koyunların meleyerek koşturmalarına mutlu gözlerle baktı. İçi huzur doluydu. Eşeğinin sırtına binerek onların ardından seğirtti. Diline ıslıkla çaldığı bir türkü gelip konmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...