22 Eylül 2019 00:16
Hava iki gündür ayaza kesmişti. “Üşümüşsün yavru” deyip
minik ellerini avuçlarının içine aldı kızının. Daha 7 yaşındaydı. Kızarmış
yanaklarının üzerinde kendisine çipil çipil bakan gözlerindeki gülüşe daldı bir
süre. Gülüverdi o da. Oysa içi ne kadar da sıkkındı iki gündür. ‘Hıh’ dese canı
burnundan çıkacaktı sanki. Yüreği bahar yağmurlarını, eriyen karları yüklenmiş
bir nehir gibi taştı taşacaktı ama göz pınarları suyu çekilmiş dere yatağı
kadar kurumuş kalmıştı. Kızının gülen gözleri bir anlık da olsa dertlerini
unutturdu. Minicik ellerini ovaladı, öptü, hohladı…
Az ötede, üç tarafı taşlarla çevrili derme çatma bir ocakta
bazen cızlayarak, bazen kütürdeyerek yanan meşe kütüğünün çıtırtılarını
dinledi. Bir yandan da avuçlarından kurtarmak için kendini uzağa çekiştirip
duran kızının ellerini bırakmadan hâlâ ovalıyordu.
Dağın zirvesinden gelen soğuk yel, ocakta alevlenen
kıvılcımları dans ettiriyor, alevlerin dilleri gecenin karanlığına doğru
savrulmak ister gibi uzuyordu. Cırcır böcekleri, köpek ulumaları, gece
kuşlarının boğuk ötüşleri ocakta yanan odunun sesine ve baş başa verip konuşan
köylülerin mırıltılarına karışıyordu.
Gece gökyüzü silme yıldız doluydu. Yine de kasvetli bir hava
vardı. Yıldızların ışığı karanlığı delip geçmeye yetmiyordu. Birkaç adım ötelerinde
dibine beton dökülmüş demirden direklere gerilmiş dikenli tellerle çevriliydi
nöbet bekledikleri zeytinlik. Yıldızların ölgün ışığında parlayan teller sanki
üzerine üzerine geliyor, yüreği daha da bir darlanıyordu.
Belli belirsiz bir buğu tütüyordu zeytinliğin içinden.
Nemini almış, çiğ düşmüş toprak kokusuna, kurumuş zahter ve çimen kokusu
karışıyordu. Nöbet yerine çok uzak olmayan bir evin bahçesindeki yaseminin
baygın kokusu da ara ara yelin esişine göre nöbet yerine kadar ulaşıyordu.
Yaseminlerin, melisaların en çılgın koktukları günlerden, gecelerden biriydi.
Köylüleri de kendisi gibi ocağın etrafına büzüşerek
oturmuşlardı. Kimi kalınca bir ağaç kütüğüne tünemiş, kimi plastik tabure, kimi
içi apak pamuk dolu, dört bir yanı yamalı kalınca minderler almıştı altlarına.
On beş yirmi kadar vardılar. Ateşin etrafında ihtiyarlar, kadınlar, genç
erkekler olarak kümelenmişler, fısır fısır konuşuyorlardı kendi aralarında.
Ateşin aydınlattığı yerin dışı karanlıktı. Yapış yapış
nemli, zifir gibi bir karanlık... Ateşe bakmaktan gözleri körleşmiş köylüler,
birkaç adım ötelerinde çakan kıvılcımların dışında bir şeyler göremiyordu. Bir
zeytin dalına astıkları bayrak ateşin alevleri yansıdıkça daha da bir
kızıllaşıyor, serin rüzgarda usul usul dalgalanıyordu.
Bir kucak kuru odunu getirip ateşin üzerine atan eşine
hüzünle baktı. Adam iki gün içinde iyice çökmüş gibi geldi bir kez daha. Yaşı
kırkı yeni geçmişti oysa. Ela gözleri tıpkı şimdi kızının baktığı gibi bakınca
öyle bir neşeyle parlardı ki... Böyle zamanlarda ince uzun yüzü çocukça bir eda
ile uzardı. Bakmaya doyamazdı. Şimdi ise avurtları içine çökmüştü. Gözlerinin
altında mor halkalar, kenarlarında kırışıklıklar peydahlanmıştı. Saçı sakalı
birbirine karışmıştı. Kolay değildi, gece gündüz arazide, zeytinliğin dibinde
akşama kadar jandarmayla, şirketin adamlarıyla dalaşıp, gece de sabaha kadar
nöbet tutmak...
Mehmet, odunlardan ocağın dışına düşenleri de toplayıp
alevlere fazla yanaşmamaya çalışarak közlerin üzerine attıktan sonra az ötedeki
zeytinin dibinde oturan arkadaşlarının yanına gitti, bir taburenin üstüne
çöktü. Gençlerden biri eline bir bardak çay tutuşturdu hemen. Közde demlenmiş
çayın tadı bir başka oluyordu ama bu akşam canı onu da çekmiyordu.
“Yarın olsun hele bir, şu raporu o adilere yedirmezsem!..”
diye öfkeyle söylendi. Hırstan elindeki bardağı sıkmıştı. Eli yandı azıcık.
“Dur hemen yine dellenme deli oğlan” dedi ihtiyar bir köylü.
“Eline ne geçer kavga dövüşten. Zaten bahane arıyor jandarma hepimizi alıp
götürmek için. Gözleri de hep senin üzerinde zaten”
“İyi de emmi, bu hangi kanunda, hangi kitapta yazar! Böyle
bir adilik, vicdansızlık var mı? Ben iki ay önce bunların bir fırıldaklar
çevirdiklerini anlamıştım. Ağaçların dibine bir şeyler döktüklerini gördüğümde
üzerlerine yürüdüm, bağırıp çağırdım, fayda etmedi. Pişkin pişkin sırıtarak
gittiler ellerinde bidonlarla. Ertesi gün kaymakamlığa, valiliğe, ilçe tarıma
her tarafa dilekçeler verdim böyle de böyle diye. Bir buçuk iki ay sonra
gelebildi iki tane ziraat mühendisi. İşte ancak cuma akşam üzeri alabildim ilçe
tarımdan inceleme raporunu. Şurada yazana bakar mısınız?”
Cep telefonunu çıkardı, lambasını açtı. Elindeki raporun en
sonundaki sayfasına tuttu.
“Bak işte tam şurada ne diyor ilçe tarımdan gelen
mühendisler; “... Yapmış olduğumuz tespitlerde 20-25 yaşlarında mahsuldar
durumdaki zeytin ağaçlarından 807 parseldeki 9 ağacın kuruduğu, 20 adet ağacın
da gövdeye yakın yerden ana dallarının budama ve gençleştirme amacıyla olmayıp
ağacı yok etmeye yönelik kesildiği, 808 parsel üzerindeki 16 ağacın gövdeye
yakın yerden ana dallarının budama ve gençleştirme amacıyla olmayıp ağacı yok
etmeye yönelik kesildiği, 809 parsel üzerinde ise 5 adet ağacın kuruduğu ve bu
ağaçlar ile altındaki otların kuru olup diğer ağaçlar ve otların kuru
olmadığından dolayısıyla bu ağaçların bir kimyasal kullanılarak kuruduğu
kanaatine varılmıştır”...
Aydın Kuyucak Değirmendere köylüleri bir haftadır nöbet
tutuyordu evlerine otuz kırk metre uzaklıktaki bir zeytinliğin yanında.
Jeotermal şirketi aylar önce burasını bir köylülerinden satın almış, kuyu açmak
istiyordu. Köylüler de “Açtırmayız! Kuyu açılan, jeotermal çıkartılan
yerlerdeki rezilliği biliyoruz. İstemiyoruz ıscak su” diye direniyorlardı. Her
sabah jandarma-polis köylülerin önüne geçiyor şirketin kepçesinin, sondaj
makinesinin çalışmasını sağlıyordu.
Şirket, kuyu açma çalışmasına başlamadan önce satın aldığı
zeytinlikteki tüm ağaçları, kimini keserek, kiminin dibine asit dökerek
kurutmuştu. Köylülerin ellerine iki gün önce geçen bu raporla ilgili avukatları
pek umutlu konuşmamışlardı; “Kabahatler Kanunu’na sokup ufak bir para
cezasından başka bir şey yapmazlar” demişlerdi.
Değirmendere’de gecenin sesleri içinde, yıldızların cılız
ışıkları altında, ağaçları kurutulmuş, kesilmiş zeytinliğin dibinde nöbet
tutuyor köylüler. Çocukları, ihtiyarları, gençleriyle. Yaşama haklarını elinden
alan şirkete, onlara kalkan olup kendilerini hırpalayan jandarmaya-polise
öfkeliler. Davalarını açtılar, “Burası zeytinlik, burası bizim evimizin dibi.
Bizim zeytinden, incirden başka geçim kapımız yok. Jeotermal tüm bunları yok
edecek. Sularımız, toprağımız, havamız gidecek...” yazdılar dilekçeye. Bir de
dibine asit dökülen zeytinliklerin fotoğraflarını eklediler. “Ağaçlar asitle
kurutulmuş” diyen raporu iliştirdiler. Adalet bekliyorlar, ağaçları için,
çocukları için, gelecek için...
Kızı kucağında uyudu. Usulcana, saçının telini incitmeye
korkarak bağrına bastı, öpüp kokladı. Az ötede, iki zeytin ağacı arasına
gerdikleri hamağa yatırıp üzerini sıkıca örttü. Ateşin başındaki kadınların yanına
dönmeden kızına yatak olan zeytin ağaçlarına sevgiyle baktı. Bu ağaçları
koruyamazlarsa kızının da bir geleceği olamayacağını biliyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder