Gündeme Bakış programında Çağdaş Ulus
, konukları Gazeteci Özer Akdemir ve Avukat Hüseyin Ersöz ile gündemi değerlendirecek...
Gündeme Bakış programında Çağdaş Ulus
29 Kasım 2022 15:48
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu “İzmir’in Kanal İstanbul’u” olarak adlandırılan Çeşme Turizm Bölgesi Projesi’ne Danıştay 6. Dairesi tarafından verilen ‘Yürütmeyi Durdurmayı Ret’ kararını kaldırdı
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Özer AKDEMİR
İZMİR
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu (DİDDK) “İzmir’in Kanal İstanbul’u” olarak adlandırılan Çeşme Turizm Bölgesi Projesi’ne Danıştay 6. Dairesi tarafından verilen ‘Yürütmeyi Durdurmayı Ret’ kararını kaldırdı. DİDDK projenin yürütmesinin durdurulmasına karar verdi.
DANIŞTAY 6. DAİRESİ YÜRÜTMEYİ DURDURMA TALEBİNİ REDDETMİŞTİ
TMMOB, İzmir Tabip Odası, İzmir Barosu, EGEÇEP gibi kurumların yan sıra çok sayıda yurttaş tarafından Çeşme Turizm Projesin karşı açılan davada yürütmeyi durdurma talebi Danıştay 6. Dairesince reddedilmişti.
“İZMİR BAROSU VE TABİP ODASI DAVACI OLAMAZ”
12/02/2020 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan, İzmir Çeşme Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesinin sınırlarının yeniden belirlenmesine ilişkin Cumhurbaşkanı Kararının iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle açılan davada DİDDK, İzmir Tabip Odası ve İzmir Barosu’nun “Cumhurbaşkanlığı kararı ile ilgili bir menfaat ilişkisi bulunmadığı” gerekçesiyle davacı ehliyetini olmadığına hükmetti.
BİLİRKİŞİ KEŞFİNDEKİ ÖNEMLİ TESPİTLERİN ALTI ÇİZİLDİ
Dava sürecinde yapılan bilirkişi keşfi raporundaki tespitlere dikkat çekilen kararda şu noktaların altı çizildi;
Dava konusu işlemle kamusal yararın güçlendirilmesi duyarlılığının gösterilmediği,
Alana ilişkin önceki yargı kararlarına riayet edilmediği,
şimdiye kadar hiç olmadığı kadar büyük bir kara alanını ve ilk kez olmak üzere
yaklaşık
Çeşme KTKGB'nin sınırlarının kara bölümünde kalan alanın %65'inin üst ölçekli planlarla yapılaşmaya/kullanmaya/geliştirilmeye kesinlikle açılmaması gereken nitelikteki koruma alanlarından oluştuğu, planlamada kullanılan elek analizi yönteminden sınır ilanında yararlanılabilecekken yararlanılmadığı,
Davalı Bakanlığın bu denli geniş alanları tümüyle kendi yetki alanına almasının gerekçesinin "bölge bütünlüğünün sağlanarak" işlerin hızlı yürütülmesi ile sınırlı olduğu, var olan Gerekçe Raporunun ciddi gerekçelere dayanmadığı, yetersiz, hiçbir ciddi bilimsel araştırma ve çalışmaya dayanmayan, ilgili kurum ve kuruluş görüşlerini değerlendirmeye almayan, yüzeysel bir belge olduğu,
16.000 hektarın üzerinde bir alanın tümüyle halka kapatıldığı,
Sınır kararıyla bu alanlardaki ve özellikle kıyı alanlarındaki yetkinin tümüyle tek bir Bakanlığa aktarılmasının rasyonelinin anlaşılamadığı, bu işlemle birlikte, önceden ilan edilen Turizm Merkezleri de birlikte değerlendirildiğinde, Çeşme İlçesinin yaklaşık %65'inin doğrudan Kültür ve Turizm Bakanlığının denetimine bırakıldığı,
Bölgede öngörülen turizm yatırımlarının gerçekleştirilmesi durumunda doğal çevre tahribatının geri dönülemez bir duruma evrileceği,
“KORUMA KULLANMA DENGESİ KORUMA ALEYHİNE BOZULACAK”
Alana ilişkin olarak hazırlanan Kapsam Belirleme Raporunda orman, tarım, mera, sulak alanlar ve zeytinlikler ile içme kullanma suyu koruma kuşaklarının koruma alanları olarak belirtilmediğinden, koruma/kullanma dengesinin koruma alanları aleyhine bozulacağı,
Aynı raporda, 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planındaki nüfus kabulünü aşacak şekilde alana yapılacağı belirtilen nüfus atamasının, alanı tehdit edici düzeyde olduğu, mevcut su kaynakları ve altyapının tümüyle yetersiz kalması başta olmak üzere doğal çevrenin de bu gelişmeden geri döndürülemez bir biçimde olumsuz etkileneceği,
“BÖLGENİN DOĞASINI KORUNMAK ZORUNLU”
Dava konusu alanın, ilgili mevzuatı çerçevesinde özel olarak korunan Akdeniz Foku başta olmak üzere bir çok canlıya ve ekosisteme ev sahipliği yaptığı, bu nedenle bölgenin doğasının ulusal ve küresel ölçekte korunmasının zorunlu olduğu,
“SU KAYNAKLARI MEVCUT DURUMDA BİLE YETERSİZ”
Bölgedeki su kaynaklarının mevcutta dahi yetersiz olduğu, KTKGB ilanının su miktar ve kalitesindeki sorunların artmasına neden olacağı, planlama çalışmalarında KTKGB'nde önerilen golf alanlarının da bu sorunları artıracağı,
Alaçatı Kutlu Aktaş Barajına ilişkin içme kullanma suyu havzasının %75'inden fazlasının ilan edilen sınırlar içinde yer aldığı, özellikle mutlak ve kısa mesafeli koruma alanları gözetilmeden sınır belirlenmesinin de doğru olmadığı,
Çeşme KTKGB'nde, yenilenebilir enerji kaynaklarından olan jeotermal kaynak potansiyelinin, bölgenin kalkınmasına önemli katkı verebileceği, ancak gerçekleştirilecek jeotermal faaliyetlere ilişkin detaylı bilginin bulunmadığı,
“BÖLGENİN ARKEOLOJİK POTANSİLEYİ OLDUKÇA YÜKSEK”
İlan edilen sınırlar içerisinde çeşitli derecelerde arkeolojik sit alanlarının bulunduğu, sistematik olarak arkeolojik yüzey araştırması gerçekleştirilen kısımda elde edilen bulguların, bölgenin kalan bölümünün de arkeolojik potansiyelinin oldukça yüksek olduğunu gösterdiği, bu nedenle, söz konusu alan turizm bölgesi olarak belirlenmeden önce, bölgede sistematik arkeolojik yüzey araştırmaları ile kültürel mirasın etkin biçimde belgelenmesi ve korunmasının hayati önem taşıdığı,
Planlama ilkelerine ve kamu yararına uygun olmadığı, yönünde görüş ve tespitlere yer verildiği anlaşılmaktadır.
“CUMHURBAŞKANLIĞI KARARI HUKUKA UYGUN DEĞİL”
DİDDK kararında şöyle denildi, “Bu itibarla, 12/02/2020 tarih ve 31037 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan, İzmir Çeşme Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesinin sınırlarının yeniden belirlenmesine ilişkin Cumhurbaşkanı Kararında hukuka uygunluk bulunmadığı, uygulanması hâlinde giderilmesi güç veya imkânsız zararların doğmasına yol açacağı sonucuna ulaşıldığından, yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmesi gerekmiştir.”
28 Kasım 2022 22:33
Bulgaristan’da mahkeme, Necip Hablemitoğlu suikastı zanlısı Levent Göktaş’ın Türkiye’ye iadesini reddetti.
Levent Göktaş | Fotoğraf: DHA
Özer AKDEMİR
Dr. Necip Hablemitoğlu suikastı emrini verdiği ileri sürülen eski Özel Kuvvetler Komutanı Albay Mustafa Levent Göktaş'ın tutuklu bulunduğu Bulgaristan'dan Türkiye'ye iade duruşması sonuçlandı.
Bulgaristan Haskova Bölge Mahkemesi Türkiye’nin iade talebini reddetti.
‘FETÖ'NÜN YÖNLENDİRMESİ SONUCU SUİKAST EMRİNİ VERDİĞİ İLERİ SÜRÜLÜYOR
18 Aralık 2002 tarihinde Ankara Portakal Çiçeği sokaktaki evinin önünde öldürülen Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Necip Hablemitoğlu suikastının emrine verdiği ileri sürülen Göktaş, suikasttan 20 yıl sonra açılan davada ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile yargılanıyor. "FETÖ" yöneticilerinin yönlendirmesi ile suikastı gerçekleştiren ekibi kurup yönlendirdiği ileri sürülen Göktaş, suikastla ilgili soruşturma sürecinde tutuklanmalar başladığında yurt dışına kaçmıştı. Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen, cemaat yöneticileri ve eski ÖKK mensubu askerlerin tutuklandığı soruşturmada hakkında kırmızı bülten çıkarılan firari Göktaş bir süre sonra Bulgaristan'da yakalanarak tutuklanmıştı.
İADE DURUŞMASI İKİ KEZ ERTELENDİ
Suikastla ilgili iddiaları reddeden Göktaş, Bulgaristan'a siyasi sığınma talebinde bulunmuştu. Türkiye Hablemitoğlu suikastı davası şüphelisi olarak Göktaş'ın iadesini talep etmiş, iade duruşması Göktaş'ın duruşmada rahatsızlanması ve Bulgar avukatlarının duruşmaya gelmemesi gibi gerekçelerle iki kez ertelenmişti. Bugün görülen iade duruşmasında Bulgaristan Mahkemesi Türkiye’nin iade talebini reddetti. Mahkemenin ret gerekçesi ve Göktaş'ın ev hapsi tedbirini kaldırıp kaldırmadığı henüz belli değil.
21 Kasım 2022 15:22
Hablemitoğlu ailesinin Avukatı Ersan Barkın, suikast sanığı Levent Göktaş’ın gazetemize verdiği yanıtlarla ilgili yaptığı açıklamada; “Levent Göktaş’ın açıklamaları gayriciddi” dedi.
Fotoğraf: DHA
Özer AKDEMİR
İzmir
Suikast sonucu öldürülen Dr. Necip Hablemitoğlu ile ilgili iddianame cinayetten 20 yıl geçtikten sonra hazırlanabildi.
İddianame ile ilgili değerlendirmelerini sorduğumuz Hablemitoğlu Ailesinin Avukatı Ersan Barkın, bu kadar zamanın boşa geçirildiğini söyledi ve suikast emrini verdiği ileri sürülen Eski Albay Levent Göktaş’ın “Hablemitoğlu’nu tanımıyordum. Suikastı bile yıllar sonra duydum” sözlerinin inandırıcı olmadığını söyledi.
Hablemitoğlu suikastı ile ilgili mahkemeye sunulan iddianamede Gülen Cemaati Lideri Fethullah Gülen ve bazı cemaat üyelerinin yanı sıra eski Özel Kuvvetler Komutanlığı üyesi bir grup subayın da aralarında olduğu 10 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet ve çeşitli hapis cezaları isteniyor.
Cinayetin emrini verdiği ileri sürülen Eski Muharebe Arama Kurtarma (MAK) Komutanı Mustafa Levent Göktaş tutuklu bulunduğu Bulgaristan’daki cezaevinden sorularımıza gönderdiği yanıtta emri verdiğine dair iddiaları reddetmişti. Hablemitoğlu Ailesinin Avukatı Ersan Barkın, Göktaş’ın gazetemize yaptığı açıklamalara dair sorularımızı yanıtladı.
“15 YIL SONRA BİRÇOK DELİLİ BULMAK OLANAKSIZ”
Fotoğraf: AA
Ersan Barkın, mahkemenin henüz iddianameyi kabul etmediği için iddianamenin kendileriyle paylaşılmadığını söyledi. Bazı sorularımıza iddianameyi okumadığı için yanıt veremeyeceğini belirten Barkın, iddianamenin bu kadar uzun bir sürede hazırlanmasına ilişkin “İlk 15 yılı boşa geçirenlerin vermesi gereken bir hesap bu. Bizim için, her şeyin sona erdiğini sandığımız noktada, memnuniyet verici. 15 yıl sonra, olay yeri verisi ya da eylem anında tespit edilebilecek birçok verinin elde edilmesinin olanaksız olduğunu bilerek değerlendirme yapmak gerek” dedi.
“GÖKTAŞ’IN NECİP BEY’İ TANIMAMASI MÜMKÜN MÜ?”
Suikast emrini verdiği ileri sürülen ÖKK Alay Komutanı Mustafa Levent Göktaş’ın gazetemize gönderdiği yanıtlarda Necip Hablemitoğlu’nu tanımadığı, suikast haberini bile yıllar sonra duyduğu yönündeki sözlerini sorduğumuz Barkın, bu sözlerin inandırıcı olmadığını söyledi: “Harp okulu eğitimi almış, bu ölçüde önde gelen bir subayın Necip Hoca’yı tanımaması mümkün mü? Kaldı ki Ergenekon kapsamında yargılanan bir kişinin o iddianameye de konu edilen ve duruşmalarda defalarca adı geçen bir suikastı ilk kez duyduğunu söylemesi gayriciddi.”
20 Kasım 2022 04:30
Fotoğraf: Mohamed Abdel Hamid/AA
6-18 Kasım tarihleri arasında 194 ülkenin katılımıyla Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde toplanan Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansında Türkiye, iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonunu azaltma amacıyla belirlediği 2030 iklim hedefini açıkladı. Türkiye’nin “Emisyon artımında azaltıma gitmek” şeklinde özetlenebilecek açıklaması yıllardır ülkemizde yurttaşların aklıyla dalga geçen politikaların, dünya halklarının da aklıyla dalga geçme şekline evrildiğini gösteriyor!..
Dünya genelinde emisyon azaltımına dair öne sürülen iki farklı yaklaşım var. Bunlardan birincisi “Mutlak azaltım” olarak tanımlanan ve ülkenin en son ve en güncel emisyon verisinden yola çıkılarak yapılan emisyon azaltım hesaplaması. Diğeri ise “Artıştan azaltım” denilen mevcut politikalardan azaltım. Bu yaklaşıma göre emisyonlar normal şartlarda artmaya devam ederken bu artış alınacak önlemlerle sınırlandırılacak.
ARTIŞTAN AZALTMAK!
Türkiye bu iki yaklaşımdan ikincisine yönelik pozisyon ve politika belirliyor. 2015 yılında ülke olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryasına sunduğumuz ulusal katkı niyet beyanında da 2030’a kadar emisyonlar için yüzde 21 artıştan azaltım hedefi verilmişti. Bugün ise artıştan azaltım taahhüdü 20 puan yükseltilerek yüzde 41’e çıkarıldı. Yani Türkiye COP 27’de de emisyon azaltmak bir yana artıracağını ama bu artış hızını azaltacağını taahhüt etti.
Üstelik bu artıştan azaltıma da ‘2038’den sonra başlayacağım’ diyor Türkiye. O tarihe kadar emisyon artışına neden olan başta fosil yakıt kullanımı, kömürlü termik santraller gibi politikalara tam gaz devam edileceği görülüyor. Ülkeyi ve dünyayı bir 15 yıl daha kirleteceğiz, kirlilik gırtlağı aştıktan sonra kirletme hızını azaltacağız!..
BEDELİ YİNE HALK ÖDÜYOR
Türkiye adına Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının sunduğu “Yüzde 41 artıştan azaltım” hedefi aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan “2053 yılında net sıfır emisyon” hedefinin de kuru laf olduğunu gösteriyor. Bakanlığın açıklaması, içindeki propaganda ve algı sözcükleri çıkartılıp istatistiki yöntemlerle değerlendirildiğinde bir azaltım hedefi değil tam aksine emisyonlarını 2030’a kadar yüzde 30’dan fazla artacağının itirafıdır aslında.
Oysa daha Mısır toplantısı öncesi iklim konusunda çalışan birçok sivil toplum örgütü tarafından Türkiye’nin emisyonlarını yüzde 35 azaltım hedefini önüne koyması ile emisyonların mevcut seviyesinden 340 MtCO2e seviyesine inebileceği ifade edilmişti.
Türkiye’nin bu açıklaması enerji üretimi için yüzde 78 oranında dışa bağımlı olunan fosil yakıtların, petrol, gaz ve kömürün alınmasına devam edilmesi demek. Bunun sonucu ise hem çevre kirliliği hem de yüksek faturaların yurttaşlar olarak her birimize yansıması anlamına geliyor. Kirletmeye ve ülke insanına hem sağlık hem ekonomik olarak bedel ödetmeye devam yani!
Fotoğraf: Mohamed Abdel Hamid/AA
EMİSYON AZALDIKÇA SAĞLIK MALİYETİ DÜŞÜYOR
Türkiye emisyon azaltımı konusunda neden ayak sürüyor? Bunun ekonomik maliyetinden mi kaçıyor? Bu ekonomik maliyet ne kadar? Bu sorulara yanıt olabilecek bir rapor açıklandı geçenlerde. Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezinin (İPM) yayımladığı “Türkiye’nin karbonsuzlaşma yol haritası: sektörel fayda maliyet analizi” raporunda Türkiye’nin 2050’de net-sıfır bir ülke olabilmesi için gereken maliyeti hesaplandı. Raporla ilgili yayımlanan basın bülteninde şöyle deniliyor; “Raporun bulgularına göre, Türkiye’nin 2050 yılında net-sıfır bir ülke olabilmesi için enerji, sanayi, ulaşım, binalar gibi sektörlere toplam 101 milyar dolar, yani 2020-2030 yılları arasında her yıl 10 milyar dolar yatırım yapılması gerekiyor. Bu rakam, Türkiye’nin milli gelirinin yüzde 1’ine denk geliyor. Bu yapılacak yatırım sayesinde emisyonlar yüzde 32 düşerken sağlık maliyetleri de 42 milyar dolar azalıyor.”
AKP’NİN SINIFSAL TERCİHİ
Doları düşük tutmak için ekonominin arka kapılarında bozdurulan 128 milyar dolara ya da daha güncel bir ekonomik veriyle, yine dövizin yükselmesini önlemek adına uygulanan “kur korumalı mevduat hesabı”nın yılın sonunda ülkeye maliyetinin 300 milyar liraya ulaşacağını göz önünde bulundurduğumuzda siyasi iktidarın emisyon azaltımı maliyetini göze almamasını tamamen sınıfsal tercihleri ile açıklamak gerekiyor. Üstelik bu rapora göre emisyon azaltımı sonucu çevresel kirliliğin azalması sonrası sağlık maliyeti de ciddi oranda azalacak. Yüzde 32 emisyon düşüklüğü, sağlık maliyetlerini de 42 milyar dolar düşürecek! Bu çok ciddi bir rakam ama bu sefer de hasta garantili şehir hastaneleri boş kalacak, ilaç sanayi, özel hastaneler kârdan zarar edecekler! Fosil yakıtlardan geriye gidiş de termikçi şirketlerin hiç işine gelmeyecekti.
İşte tam bu nedenle siyasi iktidarın Mısır’daki emisyon taahhüdünü, sınıfsal tercihini de ortaya koyması olarak okumak gerekiyor. AKP yine halkın en geniş kesimlerini, yoksulları, işçi-emekçileri, gelecek neslin sağlıklı bir çevrede yaşamasını değil ilaç tekellerini, enerji şirketlerini, maden işletmelerini, özel hastaneleri tercih etti! Şaşırdık mı?!
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ENDİŞESİ
Oysa, Akdeniz Havzası’nda bulunan Türkiye küresel ısınmanın etkilerine en açık ülkelerden birisi durumunda. Bu coğrafi konumumuz nedeniyle iklim değişikliğinin etkilerini her geçen gün daha yakıcı biçimde hissediyoruz. Son birkaç yılda meydana gelen orman yangınlarını, sel baskınlarını, sıcak hava dalgalarını ve kuraklığı gözünüzün önüne getirirseniz olayın vahametini daha iyi kavrayabilirsiniz.
Yurttaşlar da aslında bu gelişmelerden son derece rahatsız. Temiz Hava Hakkı Platformu ve Yaşama Dair (YADA) Vakfı iş birliğinde gerçekleştirilen “Türkiye’nin hava kirliliği algısı” araştırma raporuna bir bakmamız bile bu endişeyi açıkça ortaya koyuyor. Rapora göre, ailelerin yüzde 87’si hava kirliliğinden kaygılı ve toplumun yüzde 60.4’ü son 10 yılda hava kirliliğinin arttığını düşünüyor. Araştırmaya göre ülkemizde her dört kişiden biri ailelerinde ve çevrelerinde kirli hava sebebiyle hastalığa yakalanan biri olduğunu söylüyor.
SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN
Ülkemiz, seçim iklimine çoktan girdi. Bütün bu politikaların uygulayıcısı AKP iktidarından kurtulabilmek için önemli bir viraja doğru yol alıyoruz. Ekonomik olduğu kadar ekolojik yıkımı da anlatabilmek bu süreçte son derece önemli. Ancak böyle olursa ekonomik olarak krizler içinde boğuşan halkın ekolojik yıkım nedeniyle yaşadığı endişeyi de sandıkta doğru kanalize edebiliriz.
Seçim dönemleri insanlara sistemin gerçek yüzünü teşhir kadar gelecek güzel günlere dair umut aşılama ve mücadelenin büyütülmesi açısından da önemli olanaklar sunabiliyor.
19 Kasım 2022 04:26
Bozcaada Uluslararası Ekolojik Filmler Festivali'nde mansiyon ödülü alan “Haymatlos” belgeselini yönetmeni Mustafa Aydın’la konuştuk.
Kaynak: Mustafa Aydın
Özer AKDEMİR
Kendi dillerine, kimliklerine yabancıdır, göç yolcusu. Ne geldikleri yere aitler ne de bu topraklara. Onlar, vatansız, evsiz, topraksız kalan insanlar. Afganistan’dan Türkiye’ye 60 günde yürüyerek gelen umut yolcularının yol hikayesinin anlatıldığı belgesel film, “Haymatlos.” Bozcaada Uluslararası Ekolojik Filmler Festivali BİFED 2022’de Gaia Öğrenci Filmleri kategorisinde mansiyon ödülü alan “Haymatlos” belgeselinin tanıtım metninde böyle deniyor. Son yıllarda ülkemizde sıkça gündeme gelen sığınmacılar, mülteciler meselesine 12 dakikada çarpıcı bir bakış atan Haymatlos Yönetmeni Mustafa Aydın’la belgeseli ve planları hakkında konuştuk. Şu ana kadar ulusal ve uluslararası ödüllerle dönen Haymatlos bir yönetmenin ön yargılarından kurtulup acının ortak dili ile ülkelerinden binlerce kilometre ötede yaşama tutunmaya çalışan insanların dramını anlatma çabası aynı zamanda.
Mustafa Aydın’ın tanıyabilir miyiz biraz?
2021 yılında Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema bölümünden mezun oldum. Üniversite yıllarında çeşitli medya kurumlarında gönüllü bir şekilde çalışarak deneyimler elde ettim. Bireysel çalışmalarım sonucunda; TV haberleri, radyo programları, kısa filmler ürettim. İstanbul’da yaşıyorum. Bir süre televizyon kanallarında çalıştım. İdelerim ve hayallerim doğrultusunda film üretmeye başladım.
‘GÖÇMENLERE KARŞI ÇOK ÖN YARGILIYDIM’
Belgeselde son yıllarda ülkemizde epeyce tartışılan bir konuyu, göç ve sığınmacı meselesini ele almışsınız? Bu konuya eğilmenizin nedeni ne?
Ben kendim Afgan göçmenlere çok ön yargılı yaklaşıyordum. İlçemiz Ahlat, Afgan göçmenlerin geçiş güzergahı üzerinde bulunuyor. Afgan göçmenlerin göç yolculuğunda yaşadıkları zorlukları gördükten sonra empati kurdum. Göçmenlerin en temel ihtiyaçlarını sağlamak için Emekli Öğretmen Behlül Şerefoğlu ile aralarında çocuk, kadın ve erkeklerin bulunduğu Afgan, Pakistan ve Bangladeşli göçmenlere yardımlarda bulunmaya başladık. Bu süre zarfında göçmenlere karşı birçok ön yargım kırıldı. Göçmenlere karşı farkındalık oluşturarak, bütün dünyaya evrensel mesajlar vermesi için Haymatlos belgeselini yapmaya karar verdim.
Çekim sürecinden ve yaşadığınız zorluklardan bahseder misiniz? Sizi en çok etkileyen ne oldu belgesel çekimleri sırasında?
Belgesel çekimlerini tek başıma gerçekleştirdiğim için çekimler yaklaşık üç ay sürdü. Elimde sadece bir kamerayla çekimleri yaptığım için kontrolüm dışında gerçekleşen olayları çekemiyordum. Göç yolculuğundaki göçmenlerin yüzlerindeki acıyı görüyordum ama dillerini bilmediğim için sözlü bir şekilde iletişim kuramıyordum. Bu soruna çözüm üretmek için üniversiteden Pakistanlı arkadaşım Shabab Usmani’ye göçmenlere sormak istediğim Türkçe soruları Farsça, Afganca ve Peştunca dillerine çevirerek sesli olarak göndermesini istedim. Sesli uygulama üzerinden göçmenlere soruları dinleterek verdikleri cevapları kayıt altına aldım. Bu sefer de söylediklerini anlamıyordum fakat acılarını anlayabiliyordum ve acının ortak bir dil olduğunu görüyordum. Bence, bir belgesel film yönetmeninin yaratıcı olması gerekir. Özellikle sahada çekimler yapıldığında her an her şeye hazırlıklı olmak gerekiyor. Bazı günler arazide kameranın şarjı bittiğinden dolayı cep telefonu kamerasını kullanarak çok önemli görüntüler çektim.
‘AKIBETLERİNİ BİLMİYORUM’
Afgan sığınmacıların Türkiye’ye girdikten sonra yaşadıklarını çok çarpıcı bir şekilde veriyor belgeseliniz. Bu insanların akıbeti ile ilgili sonradan bir bilgi edinebildiniz mi?
Göç güzergahı üzerinde gördüğüm göçmenler gruplar halinde metropollere ulaşmaya çalışıyorlardı. Filmdeki göçmenlerin bazılarının Anadolu’nun farklı şehirlerinde bulunan tanıdıkları sayesinde çiftliklerde çobanlık yaparak çalışmaya başladıklarını öğrendim. Büyük kentlerde ise ağır işlerde güvencesiz bir şekilde çalıştıklarını biliyorum. Bunlardan bazıları; İnşaat, tekstil, nakliye, araba yıkama, taşımacılık, bahçıvanlık ve kağıt toplayıcılığı gibi. Bazı göçmenler ise İstanbul üzerinden Avrupa’ya gitmek istediklerini söylemişlerdi. Akıbetleri hakkında herhangi bir bilgi edinemedim…
Belgeseliniz birçok ödül aldı. Bu ödüllerden bahseder misiniz?
Haymatlos filmi bir yılı aşkındır Ulusal ve Uluslararası Film Festivallerinde yarışmaya devam ediyor. Ulusal ve Uluslararası Film Festivallerinde toplamda 10 ödüle değer görüldü. Doğu Asya, Avrupa ve Güney Afrika’da olmak üzere birçok festivalde özel gösterimi yapıldı.
Belgeselini yapmış genç bir yönetmen olarak sığınmacı sorununa çözüm önerileriniz neler?
Öncelikle küresel bir iş birliği ile sığınmacı sorununu çözmek için göç veren ülkelerin ekonomik ya da siyasi istikrarsızlığını iyileştirmek için çaba sarf edilmeli. Sığınmacılar ve mülteciler konusunda yerel halkın bilinçlendirilmesi gerektiğini ifade etmeliyim. Her insanın sığınmacı durumuna düşebileceği ve sığınmacı ya da mülteci olmanın yasal bir hak olduğu anlatılmalıdır. Dolayısıyla toplumla entegrasyon süreci iyi yönetilmelidir.
‘GÖÇMEN ÇOCUKLARIN YAŞADIKLARINI ÇEKMEK İSTİYORUM’
Önümüzdeki projeniz ne? Gene göç konusuna mı eğileceksiniz? Biraz bahsetmeniz mümkün mü?
Haymatlos filminin çekimlerinde zayıf ve savunmasız çocukların göç yolculuğunda daha çok yıprandığını fark ettim. Göç olgusunun göçmen çocuklar üzerinde yarattığı travmatik etkileri ve yaşadıkları hak ihlalleriyle ilgili bir proje olacak.
17 Kasım 2022 04:55
Dr. Necip Hablemitoğlu cinayetinin emrini vermekle suçlanan emekli albay Mustafa Levent Göktaş, tutuklu bulunduğu cezaevinden sorularımızı yanıtladı.
Levent Göktaş | Fotoğraf: DHA
Özer AKDEMİR
Dr. Necip Hablemitoğlu cinayetinin emrini vermekle suçlanan Özel Kuvvetler Muharebe, Arama, Kurtarma Birliğinde (MAK) Alay Komutanı Emekli Albay Mustafa Levent Göktaş sorularımızı yanıtladı.
Göktaş cinayete dair tüm iddiaları reddediyor. Topu, "FETÖ"ye atıyor. MİT müsteşarlığında adı geçen Göktaş, kendisinin de “SBK Holding ve Kıraça Holding arasındaki milyon dolarlık para ilişkisi” nedeniyle kurban seçildiğini öne sürüyor. Ortada ise onlarca soru var: Suikast neden yıllarca gizli kaldı? Suikastta adları geçen askerler nasıl yıllarca devletin en gizli birimlerinde çalışabildi, adları MİT’in başkanı olarak gündeme getirildi? Gülen Cemaati'nin bu suikastteki rolü ne? Suikastın günümüze kadar çözümsüz kalmasında hangi devlet görevlilerinin sorumluluğu var?
HABLEMİTOĞLU SUİKASTI İDDİANAMESİ 20 YIL SONRA HAZIRLANDI
18 Aralık 2002 tarihinde Ankara’da Portakal Çiçeği Sokak’taki evinin önünde suikast sonucu öldürülen Dr. Necip Hablemitoğlu ile ilgili iddianame, aradan 20 yıl geçtikten sonra hazırlandı. İddianamede, Fethullah Gülen ve "FETÖ üyeliğinden" ceza alan bazı isimlerle birlikte suikastı gerçekleştirdiği ileri sürülen Özel Kuvvetler Komutanlığına (ÖKK) bağlı bazı eski subaylar hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.
GÖKTAŞ YURT DIŞINA KAÇMIŞTI
ÖKK’den ihraç edilen Gökhan Nuri Bozkır suikast timinin içinde yer almakla, ÖKK’den emekli yüzbaşı Tarkan Mumcuoğlu ise tetiği çekmekle suçlanıyor. Her iki subay da şu anda tutuklu olarak cezaevinde. Suikast timine Hablemitoğlu’nu öldürme emrini verdiği ileri sürülen Levent Göktaş ise Hablemitoğlu suikastı ile ilgili gözaltı ve tutuklamalar başladığı süreçte yurt dışına kaçtı. Bir süre sonra Bulgaristan’da yakalanan Göktaş burada tutuklandı. Türkiye, Göktaş’ın iadesi için Bulgaristan’a talep yazısı gönderdi. Göktaş, 15 Kasım günü Haskova'da yapılan Türkiye’ye iade davasında kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırılan ve durumu iyi olduğu bildirilen Göktaş’ın iade duruşması 21 Kasım’da yapılacak.
"HABLEMİTOĞLU’NU KESİNLİKLE TANIMIYORDUM"
Göktaş avukatı aracılığı ile sorduğumuz sorulara Bulgaristan’daki cezaevinden yanıt gönderdi. “Necip Hablemitoğlu’nu tanıyor muydunuz?” sorumuza, “Ben Profesör Doktor Necip Hablemitoğlu’nu kesinlikle tanımıyordum. Nerede çalıştığını, hangi konuda yayınları ve kitabı olduğunu da bilmiyordum” yanıtını verdi.
"SUİKASTI YILLAR SONRA ÖĞRENDİM"
Göktaş, Hablemitoğlu’nu tanımamasını “yurt içi ve yurt dışındaki görevlerini" öne sürerek açıklıyor:
“1998 yılında, Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye arasında güvenlik konusunda imzalanan Adana Mutabakatı görevlisi unvanı ile Suriye Şam Büyükelçiliğinde görevlendirildim. Burada 2 yıl görev yaptıktan sonra 2000 yılında, tayinim Özel Kuvvetler Okul Komutanlığına çıktı. Çok seyretmediğim televizyon ve gazetelerden de uzak yaşadığım için müteveffanın vefatından bilgim olmadı. İlk kez eşim, ben, Yargıtay savcısı arkadaşımız ve hakim eşi ile birlikte Portakal Çiçeği Sokak’ta oturan Yargıtay .... (bu kısımlar Göktaş’ın avukatı tarafından silinmiş) bayan ve hakim eşine akşam oturmasına gittiğimizde suikast olayını onlardan duyduk. Tüm bilgim bundan ibarettir.”
"SUİKAST FETÖ’NÜN İŞİ!"
Necip Hablemitoğlu’nu kimlerin neden öldürmüş olabileceğine dair düşüncesini sorduğum Göktaş, aslında herkesin bildiği bir cümle ile yanıt veriyor soruya; “En çok kimin işine yaradı ise onlar”. Göktaş, “Bu ölümlerden fayda sağlayacak tek terör örgütünün FETÖ olduğu aşikardır” diyor.
Göktaş’ın yanıtlarında dikkat çeken ayrıntılardan birisi de Haydar Meriç cinayeti ile Hablemitoğlu suikastı arasında ilişki kurması. Haydar Meriç de iddialara göre F. Gülen’le ilgili yazdığı haberleri sonrası domuzbağı ile öldürülüp cesedi Karadeniz’e atılan yerel bir gazeteci. Meriç cinayeti de delilleri yok edilen ve faili meçhul bırakılan cinayetlerden birisi.
Göktaş’a suikast iddiası ile tutuklanan isimlerle ilgisini de sordum. Kendisi bu isimlere suikast emrini vermekle suçlanıyor. Tetiği çektiği ileri sürülen eski yüzbaşı Tarkan Mumcuoğlu ile bir kez bir harekatta birlikte olduklarını, yaş, rütbe farkı ve ayrı bir birlikte olması nedeniyle çok fazla tanımadığını söylüyor. Göktaş, “HTS kayıtlarına bakılırsa bir tane dahi telefon kaydımız yoktur” diyor.
Göktaş, Hablemitoğlu suikastı dosyası ile ilgili Ukrayna’dan MİT operasyonu ile getirilen eski yüzbaşı Gökhan Nuri Bozkır’ı 2002 yılına kadar tanımadığını, adını dahi duymadığını ileri sürüyor. Göktaş, TSK’deki emir komuta silsilesine dikkat çekerek Bozkır’ın bırakın odasına gelerek kendisi ile görüşmesini, bulunduğu kata bile çıkamayacağını iddia ediyor.
Normal (legal) bir "askeri görev" ile ilgili bu sözler doğru kabul edilebilir elbette. Ancak iddialara göre yasa dışı örgütlerle irtibatlı olarak bir suikast planı için bir araya gelen timin, ilişkilerini TSK’nin hiyerarşik işleyişine göre belirleyeceklerini de pek sanmıyorum.
"BOZKIR’IN İFADELERİ SENARYO"
Bozkır’ın ifadesinde geçen “Göktaş suikast emrini bana sarı bir zarfta verdi” cümlelerinin de “izlediği filmlerden aldığı bir senaryo” olduğunu iddia ediyor. Göktaş, “TSK’nin hiçbir birliğinde sarı zarfla emir talimat verilmez. Bu husus Genelkurmay Başkanı'na sorulabilir” diyor.
Adı ilk kez 2006 yılındaki “Sauna Çetesi” operasyonu ile duyulan ve çeteyle ilişkileri olduğu gerekçesiyle TSK’den atılan G. N. Bozkır’ın o dönem avukatlığını Levent Göktaş’ın yaptığını da belirtelim. Göktaş 2009 yılında Ergenekon davası kapsamında tutuklanana kadar bu avukatlık devam etmiş. 2013 yılında "Ergenekon örgütü üyesi olmaktan" 20 yıl hapis cezası alan Göktaş, 2014 yılında özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve azami tutukluluk sürelerinin 5 yıla indirilmesinin ardından tahliye edildi. Göktaş’ın aldığı cezanın 2016 yılında bir üst mahkeme tarafından bozulduğunu da belirtelim.
GÖKTAŞ’LA BOZKIR’IN SİLAH TİCARETİ
Göktaş’ın cezaevinden çıktıktan sonra savunma sanayi alanında birden fazla şirket kurduğu görülüyor. Anlaşıldığı kadarıyla G. Nuri Bozkır’la yolları bu şirketlerde yeniden kesişiyor.
Göktaş’ın sorularıma el yazısı ile verdiği 8 sayfa tutan yanıtların bir bölümündeki isimler ve ifadeler, bana bu yanıtları ulaştıran avukatı tarafından "Devam eden yargılamada sorun olabilir" gerekçesi ile çıkartılmış. Göktaş bazı sorularıma ise yanıt vermemiş. Özellikle F. Gülen Cemaati üyeleri ile iddia edildiği gibi bir irtibatı olup olmadığına dair sorum yanıtsız kalmış.
Sorularımı gönderdiğim zaman Hablemitoğlu davası henüz açılmadığı için dosyada gizlilik kararı vardı. Göktaş’ın sorularıma verdiği yanıtlarda ve avukatının müdahalelerinde bu gizlilik kararının gözetildiği görülüyor. Öte yandan suikastta adları geçen tutuklu ÖKK askerlerinin ifadeleri, bu ifadelere dair deliller ve tüm bunların suikastın çözülmesi açısından mantıklı bir dizge içinde olup olmadığına dair bilgimiz yok henüz. Dava açıldıktan sonra dosyadaki gizlilik kararı kalktı ama halen dosyaya ulaşabilmiş değilim.
SBK HOLDİNG-KIRAÇA HOLDİNG İLİŞKİLERİ
Adının şu aşamada gizli kalmasını isteyen Göktaş’ın avukatı ile geçtiğimiz günlerde Ankara’da görüştüm. Müvekkilinin adının neden Hablemitoğlu suikastına karıştırılmış olabileceğine dair soruma verdiği yanıtta iki olasılığı öne çıkarıyor:
Bir; adının son yıllarda yeniden MİT müsteşarlığı için geçmesi,
İki; SBK Holding ve Kıraça Holding arasındaki milyon dolarlık para ilişkisi.
Avukata göre halen kara para aklama suçlaması ile ABD de tutuklu bulunan Sezgin Baran Korkmaz’ın SBK Holdingi'ne ait Silcolux’ün Göktaş tarafından Kıraça Holding'e kazandırılması, bazı sermaye gruplarının hoşuna gitmedi. Bu yüzden Göktaş kendisini Hablemitoğlu suikastı ile ilişkilendiren bir kumpasla karşı karşıya buldu. Tabii teyit edilmesi son derece güç iddialar bunlar. Ancak SBK Holding ile ilgili son aylarda yoğunlaşan iddialar, bu iddiaların AKP hükümetinin en tepelerine kadar ulaşması, Sedat Peker’in konuya dair açıklamaları, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bu iddialarda bolca adının geçmesi, Sezgin Baran Korkmaz’ın tutuklanacağı haberinin sızdırılması sonrası yurt dışına kaçması ve Avusturya’da tutuklandıktan sonra talep üzerine ABD’ye gönderilmesi gibi bir dizi karışık ve karanlık olayın arasında bu iddiaları da not etmemiz gerekiyor.
EN ZAYIF SENARYO
Hablemitoğlu’nun adının MİT müsteşarlığı için geçtiği, hatta suikasttan önce bu durumu aralarında gazetecilerin de bulunduğu birkaç kişiye söylediği biliniyor. Buna dair bilgi ve tanıklıkları 2011 yılında Evrensel Basım Yayın’da çıkan “Kuyudaki Taş /Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” kitabında yazmıştım. Son dönemde suikastla ilgili ortaya atılan ve üzerinde yoğunlaşılan bir senaryoya göre MİT müsteşarlığı için adı geçen Göktaş, Hablemitoğlu’nu öldürterek rakibini ekarte ediyor!
Ben bu senaryoyu çok yüzeysel ve zayıf buluyorum. Daha üst düzeyde yapılan bir planlama olmadan Göktaş’ın sadece kendi ikbali için böylesi bir olaya kalkışması hiç de mantıklı gelmiyor. Ki suikastla ilgili açılan davada Göktaş ve eski askerler "FETÖ" ile iltisaklı olarak gösteriliyor. Bugün "FETÖ" kumpası diye tamamen çöpe atılan Ergenekon davasında beş yıl hapis yatan birinin bu örgütle irtibatlı-iltisaklı olması ve örgüt üyelerinin talimatı-telkini ile bir suikast planlaması da çok akla mantığa uygun bir iddia olarak durmuyor.
Hadi Göktaş’ın "FETÖ’nün talimatı ile" Hablemitoğlu’nu MİT müsteşarı olmak için öldürttüğünü (Ya da müsteşarlık sözü verilerek suikastın yaptırtıldığını) kabul edelim, müsteşarlığa Hakan Fidan getirilince neden sessiz kaldı peki? “Hani verdiğiniz sözler?” demedi mi birilerine?
GÖKTAŞ’IN ADI MİT MÜSTEŞARLIĞI İÇİN YENİDEN GÜNDEMDE
Göktaş’ın adının ikinci kez MİT müsteşarlığı için geçtiği, daha yakın geçmişe, 2016 yılına gidersek, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın görevden alınarak yerine Göktaş’ın getirileceği söylentileri çıktı o süreçte. Ergenekon davasından 5 yıl yatmış birisini AKP hükümeti MİT’in başına getirir miydi? Ya da Hakan Fidan “affını rica ederek” koltuğunu Göktaş’a devrederek bir köşeye çekilebilecek özgür iradeye sahip birisi miydi? Ben bu iki sorunun yanıtının da olumsuz olduğunu düşünenlerdenim. Yani AKP, Göktaş’ı MİT’in başına getirmez, Hakan Fidan da kolay kolay o koltuktan ayrılamaz. Nitekim de öyle oldu. Anımsanırsa Fidan’ın MİT’in başından ayrılıp AKP’den milletvekili adayı olması “Buralar sır makamlarıdır” denilerek bizzat Erdoğan tarafından veto edilmişti. Göktaş’ın MİT müsteşarlığı hayalleri de Hablemitoğlu suikastına adı karıştırıldıktan sonra tamamen bitti. “TSK’nin üç üstün cesaret ve feragat madalyasına sahip tek subayı”, “Öcalan’ı Kenya’dan alıp getiren ekibin içindeki kahraman” bugün ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan ve kaçtığı ülkesine dönmemek için tutuklu bulunduğu Bulgaristan’dan siyasi sığınma talep eden birisi durumuna düşürüldü...
SORULARIN NE KADARI YANIT BULABİLECEK?
20 yıl sonra açılabilen Hablemitoğlu davası dosyasında neler var? Suikast bu sefer çözülebilecek mi? Katilleri gereken cezayı alacak mı? Dava dosyasında adı geçen kişiler gerçekten bu cinayetin failleri mi? Öyle ise suikast neden yıllarca gizli kaldı? Suikastta adları geçen askerler nasıl yıllarca devletin en gizli birimlerinde çalışabildi, adları MİT’in başkanı olarak gündeme getirildi? Gülen Cemaati'nin bu suikasttaki rolü ne? Suikastın günümüze kadar çözümsüz kalmasında cemaat üyelerinin ve başkaca hangi devlet görevlilerinin sorumluluğu var? AKP iktidar olduktan iki ay sonra Hablemitoğlu suikastının olduğunu göz önüne alırsak suikastın çözümsüz kalmasında en büyük sorumlu AKP değil mi? Bunun gibi onlarca daha soru var hâlâ. Bu soruların ne kadarı yanıt bulacak önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz...
Yeni İzmir Gazetesi'den Tuğçe Yerdelen ile İzmir Kitap Fuarı'nı ve
'in hedeflerini konuştuk.Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin (İEÜ) ev sahipliğinde ‘Medyanın Ekonomisi ve Finansal Sürdürülebilirliği’ konulu sempozyum düzenledi. Sempozyumda; medyanın finansmanı ve haberciliğin geleceği konuşuldu
13.11.2022 - 16:00YAYINLANMA
İZMİR Ekonomi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ‘Medyanın Ekonomisi ve Finansal Sürdürülebilirliği’ sempozyumunda, dinamik ve sürdürülebilir bir medya sistemi için yapılması gerekenler ele alındı. Sempozyumda; 'Yerel medyada sürdürülebilir gazetecilik', ‘Reha Başoğul ile soru-cevap’, ‘Bütçeli bir iş: Sahada habercilik, serbest çalışmak’, Araştırmacı gazeteciliğin finansmanı, ‘Avrupa’dan bir örnek Macaristan’ ve ‘Belgesel film gösterimi ve yönetmenle soru-cevap’ olmak üzere 6 farklı panel düzenlendi.
GAZETECİLİK DESTEKLENMELİ
İEÜ öğrencilerinin de katıldığı sempozyumda konuşan Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Çiğdem Kentmen Çin, gazeteciliğin zaman ve emek istemesinin yanı sıra finansal maliyet de gerektirdiğine dikkat çekerek, “Bireyler ve toplum; siyasal gelişmeleri, politikaları, yerel ve global sorunları medya aracılığıyla izler. Medya ise bu işlevlerini ancak serbest rekabet koşullarında, bağımsız ve sürdürülebilir biçimde finansmanı güvence altına alındığında yerine getirebilir. Bütün dünyada gazetelerin, haber kanallarının gelirlerinin düştüğünü, bazılarının kapandığı görüyoruz. Bu süreçte de ilk gözden çıkartılanlar ne yazık ki araştırmacı gazetecilik olmuştur. Araştırmacı gazetecilik, zaman ve emek istemesinin yanında finansal maliyet gerektirmektedir. Gazeteciliğin, özellikle de bağımsız araştırmacı gazeteciliğin sık sık, tekrar tekrar konuşulması, gündemde tutulması gerekiyor” ifadelerini kullandı.
YENİ KUŞAKTAN UMUTLUYUZ
İEÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ebru Uzunoğlu da yeni kuşağın gazetecilik ve medyadaki dönüşümü çok iyi tespit ettiğini belirtti. Uzunoğlu, “Yeni kuşak profil, gazeteciliğin ve medya sektörünün dönüşen taleplerini daha iyi tespit ediyor. Dijital mecraların gerektirdiği yeni medya becerilerini; kendi tarzlarından ve gereksinimlerinden yola çıkarak yeni bir habercilik anlayışı oluşturmak için kullanmak istiyorlar. İş birliği içinde olduğumuz platformları artırmak ve nitelikli etkinlikler düzenlemek, ortak çözüm önerileri geliştirmek amaçlarımız arasında” dedi.
ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ HABERCİLİK
IPI Türkiye Ulusal Komitesi Başkan Yardımcısı İpek Yezdani, gazeteciliğin kamu yararına yapılan bir iş olduğunu ve bu nedenle basının da özgür ve bağımsız olması gerektiğine dikkat çekti. Yezdani, “Habercilik aynı zamanda ticari bir faaliyet. Gazetecilik de profesyonel bir meslek. Gerek medya sahiplerinin gerekse de gazetecilerin objektif, dengeli, doğru ve bağımsız habercilik yapabilmesi için düzgün bir gelire ve finansal sürdürülebilirliğe ihtiyaçları var” ifadelerini kullandı.
ÖZGÜNLÜK İÇİN ÖZGÜRLÜK
'Yerel Medyada Sürdürülebilir Gazetecilik' başlıklı panel,
Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) Başkan Yardımcısı ve Türkiye Gazeteciler
Sendikası (TGS) Yöneticisi Mustafa Kuleli’nin moderatörlüğünde, İZ Medya
Yayınlar Koordinatörü Murat Atilla ile Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer
Akdemir’in katılımıyla gerçekleşti.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC) Başkanı Dilek Gappi, yerel medyada kaliteli ve
özgün içeriğin oluşmasının yolunun basının özgür olmasından geçtiğini
vurguladı. Kamunun ve kent dinamiklerinin de üstüne düşen görevler olduğunu
hatırlatan Gappi, “Medya kuruluşlarının kimler tarafından nasıl finanse
edileceği konusu, editöryel özgürlüklerin kısıtlanmasına engel olmayacak
şekilde ele alınmalı. Başta merkezi yönetim olmak üzere yerel yönetimler, sivil
toplum örgütleri, yaşadığı kente borcu olan tüm dinamikler, her gün en az bir
yerel gazete alarak yerel medyayı güçlendirebilir” diye konuştu.
HABER UCUZ, HABERCİLİK PAHALI
İz Medya Yayınlar Koordinatörü Murat Attila da en önemli konunun medyanın finansmanı olduğunu belirterek başladığı konuşmasında şunları söyledi:
“Günümüzde bilgiye erişim neredeyse ücretsiz hale geldi.
Teknoloji sayesinde her gün binlerce içerik cep telefonlarımızdan,
tabletlerden, internet üzerinden bize bedelsiz olarak sunuluyor. Yani bir
anlamda ‘haber sudan ucuz’. Mecazi anlamda değil. Bir bayiden gazete alın, bir
de
Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer Akdemir de Evrensel Gazetesi’ne uygulanan ilan kesme cezalarını anlattı. Bağımsız gazeteciliğin önemine vurgu yapan Akdemir medya kuruluşlarının gelirlerini kaliteli içerik ve okuyucu aidiyeti ile arttırabileceğini örnekler vererek vurguladı.
MEDYA MÜHENDİSLİĞİ
Sempozyumun ikinci oturumunda ise Sözcü Gazetesi’nin dijital sorumlusu Reha Başoğul, Türkiye’de medyanın dijital dönüşümü ile ilgili bilgiler verdi. Dijitalleşen medya ortamında matematiksel bilginin, raporlama ve anlık geri dönüşün anlamlı şekilde işlenmesinin önemine dikkat çeken Başoğul, “İletişim fakültelerinde Medya Mühendisliği konusunda müfredat olması gerekiyor. Bu konuda bir çalışma yapıp, müfredatı da hazırladık. Üniversitelerin ve medya kuruluşlarının bu konuyu gündemlerine alması gerekiyor. Artık medya mühendislerinin istihdam edilmesi ekonomik sürdürebilirlik ve kalite için şart. Dijital altyapının sağlıklı kurulması, işletilmesi, ekonomik fayda sağlayabilmesi için gazeteci-mühendis iş birliği gerekiyor. Bu dönüşüme ayak diremenin kimseye faydası yok” şeklinde konuştu.
Kaliteli içerik üretiminin önemine dikkat çeken Başoğul, “Haberin finansmanı içeriğin kalitesine doğru orantılı olarak gelişecek. Çok tıklanan sabun köpüğü içerikler para getirir diye medya sahipleri bu tip kolay yollara girebilir. Ama kaliteli bir haber her zaman için anlamlı bir gazetecilik için daha önemlidir ve uzun vadede kuruma prestij ve kazanç getirecektir” dedi.
Üçüncü oturumda ise İpek Yezdani’nin moderatörlüğünde Nazlan Ertan, Alexandra de Cramer ve Şebnem Arsu katılımlarıyla ‘Bütçeli bir iş: Sahada habercilik, serbest çalışmak’ konusu ele alındı.
Araştırmacı gazeteciliğin finansmanı, ‘Avrupa’dan bir örnek Macaristan’ adlı dördüncü oturumun moderatörlüğünü İzmir Ekonomi Üniversitesi Yeni Medya ve İletişim bölümünden Doç. Dr. Altuğ Akın yaptı. Oturumda serbest gazeteci Hale Gönültaş, yazar ve um:ag yönetim kurulu üyesi Özge Mumcu Aybars, Deutsche Welle medya kuruluşunda çalışan ve araştırmacı gazetecilik yapan Alican Uludağ konuşmalar yaptı.
Sempozyumda “A Dark Place” adlı belgeselin Türkiye’deki ilk gösterimi de yapıldı. Çevrimiçi taciz ve saldırılara maruz kalan kadın gazetecilerin birinci elden deneyimlerini konu alan belgesel IPI ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Basın Özgürlüğü Temsilciliği’nin ortak yapımı olarak hayata geçirildi. Belgesel gösteriminin ardından, filmin yönetmeni ve IPI’ın Dijital İletişim Müdürü Javier Luque Martinez ile söyleşi yapıldı.
13 Kasım 2022 04:20
Fotoğraf: AA
Günümüzde araştırmacı gazeteciliğin iğneyle kuyu kazmaktan bir farkı yok. Eskiden de öyleydi belki ama bu kadar bilgi kirliliği var mıydı, emin değilim. Devasa yalan, yanlış bilgi-belge arasından doğruyu araştırıp bulmak zorundayız.
Geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan meslek büyüğümüz Gazeteci Aydın Engin Heykeltıraş Michalengelo’nun bir sözünü alıntılayarak anlatmıştı araştırmacı gazeteciliğin nasıl yapıldığını: “Michalengelo’ya koca mermer bloklardan o harikulade heykelleri nasıl çıkardığını sormuşlar. ‘Çok basit demiş, mermerdeki fazlalıkları atıyoruz geriye heykel kalıyor’”.
Aydın Engin bu cümleleri 2011 yılında yazdığım “Kuyudaki Taş/Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” kitabımın ön sözünde yazmıştı. Kitap Dr. Necip
Hablemitoğlu’nun Bergama köylülerinin altın madenine karşı mücadelelerini “dış güçlerin/Alman Vakıflarının” kışkırttığını ileri sürdüğü “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” kitabının sahte bilgi, belge ve kişiler üzerine kurgulandığını delilleriyle ortaya çıkarmıştı.
Geçtiğimiz cuma günü İzmir Ekonomi Üniversitesinde araştırmacı gazetecilikle ilgili, konuşmacılar arasında siyasi bir suikast sonucu öldürülen Gazeteci Uğur Mumcu’nun kızı Özge Aybars Mumcu’nun da olduğu sempozyumu izlerken aklıma Aydın Engin’in bu cümleleri geldi. Uğur Mumcu suikastı, zamanın İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın tabiriyle devletin duvarındaki bir ‘tuğla’ olarak orada duruyor hâlâ...
20 YILDA 20 ADIM YOL ALINAMADI!
Dr. Necip Hablemitoğlu da 18 Aralık 2002 tarihinde Ankara’daki evinin önünde bir suikastla öldürülmüştü. Suikast dosyası, üzerinden geçen 20 yılda bir biçimde hep gündemde tutuldu ama bu gündeme gelmeler hiçbir şekilde suikastın çözümüne yönelik olumlu bir gelişmeye yol açmadı. 20 yılda 20 adım yol alınamadı, daha doğrusu alınmadı!
Ben, devletin ilgili birimlerinin faili meçhul bırakılmış bu suikastlarla ilgili bütün bilgilere sahip olduğunu, ancak ülkede bu suikastların çözümüne yönelik bir siyasi irade gelişmediğinden çözümsüz bırakıldığını düşünüyorum. Devlet bu çözümsüzlük ve cezasızlıkla güya kendini korumak için “derin devlet” denilen bu illegal yapıya dokunmuyor, yani “Bağırsaklarını temizlemiyor”.
Hablemitoğlu suikastından bugüne kadar biriken binlerce bilgi var ama bu bilgiler gerçeğe ulaşmamız, suikastı çözmemiz, sorumluları ortaya çıkarmamız açısından bize hiç yardımcı olmuyor. Hatta bu binlerce bilgi çoğu zaman bizi gerçekten gittikçe uzaklaştırıyor. Zaten bilinçli olarak ortaya atılan bu yalan-yanlış bilgilerden amaçlanan da tam bu gibi görünüyor. Gerçek hep gizli kalsın, kalabildiği kadar...
Sözü şuraya getireceğim; Biliyorsunuz Necip Hablemitoğlu dosyası en son Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı bir timin suikastı gerçekleştirdiği, bu time suikast emrini o günlerin Özel Kuvvetler Muharebe ve Kurtarma (MAK) Komutanı Albay Levent Göktaş’ın verdiği, Yüzbaşı Gökhan Nuri Bozkır’ın Yüzbaşı Tarkan Mumcuoğlu’nu suikast yerine götürdüğü ve Mumcuoğlu’nun da Hablemitoğlu’nu silahla vurarak öldürdüğü ileri sürülüyor. Bu iddialar üzerine G. N. Bozkır kaçtığı Ukrayna’dan bir MİT operasyonu ile getirilirken, TSK’den emekli olduktan sonra daha geçen yıla kadar MİT’te çalıştığı ileri sürülen T. Mumcuoğlu ve birkaç asker tutuklandı.
LEVENT GÖKTAŞ’IN İADE YAZISI
Suikast emrini verdiği ileri sürülen L. Göktaş ise operasyondan yurt dışına kaçarak kurtuldu ancak Bulgaristan’da gözaltına alınarak tutuklandı. Bulgaristan’a iltica başvurusunda bulunan L. Göktaş’ın Türkiye’ye iadesi süreci ise devam ediyor.
3 Kasım’da Göktaş’ın Bulgaristan’dan Türkiye’ye iade duruşması vardı. Türkiye’nin Göktaş’ın iadesi için Bulgaristan Haskova Mahkemesine gönderdiği üç sayfalık iade talep yazısında iade gerekçeleri ile ilgili bilgiler sadece bir sayfa kadar.
İade talep yazısında Hablemitoğlu’nun Türkiye’nin ulusal konularında çalışmaları olan bir akademisyen olduğu, bu çalışmalarından rahatsızlık duyan bazı çevrelerin hedefi haline geldiği dışında cinayetin neden gerçekleştirildiğine dair bir açıklama yok.
Bu talep yazısında L. Göktaş’ın “FETÖ” ile iltisakına dair bir bilgi, hatta iddia da yok! Aynı talep yazısında Levent Göktaş ve Gökhan Nuri Bozkır dışında suça iştirak ettiği iddia edilenler açık isimleri yerine ad ve soyadlarının baş harfi ile belirtilmiş.
SUİKAST ‘KONU’SU!
Talep yazısında L. Göktaş’ın neden bu cinayete karıştığına dair de hiçbir açıklama yok. L.Göktaş’ın Hablemitoğlu cinayeti ile iltisakı, G. N. Bozkır’ın ifadesi, diğer şüphelilerden A.K (muhtemelen Aydın Köstem) ile olan telefon irtibatı ve açık ismi yazmayan bir tanığın ifadesi ile kurulmuş. Bu kişi 2002’de tanık olduğu olayla ilgili, 20 yıl sonra, 2022’de savcılığa ifade vermiş. Tanık, Enver Altaylı ile Mustafa Özcan’ın Hablemitoğlu’nun cinayetini yanında konuştuklarını, “konuyu” Levent Göktaş’a verdiklerini iddia ediyor. “Konu” diye yazılan şey, suikast ihalesi anlaşıldığı kadarıyla!
Türkiye’nin iade talebinde Levent Göktaş’ın “Suç işlemek amacıyla kurulan örgüte üye olduğu ve tasarlayarak öldürmek” suçlarını işlediği ileri sürülüyor. Bu örgütün adı da yok yazıda.
Yine edindiğimiz bilgilere göre bu talep yazısını yeterli bulmayan Bulgaristan Türkiye’den daha açık ve net bilgilerin yanı sıra Göktaş’ın siyasi hiçbir davada yargılanmayacağına dair teminat da istemiş. “FETÖ” dosyası da bu siyasi davalar arasında sayılıyor bildiğimiz kadarıyla!
Türkiye’nin Bulgaristan’ın bu talebine ne yanıt verdiği (Ya da verip vermediği) belli değil ancak Bulgaristan tarafından yazılan bu iade şartlarını kabul etmesi pek olası görünmüyor.
SUİKASTTAN 20 YIL SONRA DAVA AÇILDI
Bulgaristan’a siyasi sığınma başvurusu yapan Göktaş’ın iadesi süreci böyle. Öte yandan Hablemitoğlu suikastı ile ilgili dava, suikastın üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, daha dün açılabildi.
AA’nın haberine göre davanın iddianamesinde, ’FETÖ’ Elebaşı Fethullah Gülen’le örgüt yöneticilerinden Mustafa Özcan, Aydın Köstem ve Enver Altaylı, Hablemitoğlu’nu tasarlayarak öldürmeye azmettirmekle suçlanıyor.
Firari Emekli Albay Levent Göktaş’la birlikte Emekli Yüzbaşı Ahmet Tarkan Mumcuoğlu ve Emekli Binbaşı Fikret Emek’in Hablemitoğlu’nu ‘Tasarlayarak öldürdükleri’ için ‘Ağırlaştırılmış müebbet hapis’ cezasına çarptırılması talep ediliyor. Ayrıca Göktaş’ın ’örgüt kuruculuğu’ndan sekiz yıl, Mumcuoğlu ve Emek’inse ‘Suç örgütüne üyelik’ten dört yıla kadar daha hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
‘O DUVARLAR, DUVARLARINIZ...’
Öte yandan soruşturma dosyasında gizlilik kararı olduğu için tutuklananların ve şüphelilerin ifadelerini ve delilleri bilmiyoruz.
Yalnız, henüz teyide muhtaç bir bilgi ama Hablemitoğlu suikastına dair üç farklı ifadesi olduğu ileri sürülen G. N. Bozkır’ın yine ifadesini değiştirdiğine dair iddialar var.
Biz gazeteciler, binlerce bilgi arasından yine doğruları bulmaya yani iğne ile kuyu kazarak gerçekleri yazmaya çalışıyoruz. Gazetecilik bu nedenle türlü bedeller ödenerek yapılabilen, kamu yararına bir meslek. İktidarlar, güç odakları da tam da bu yüzden gazetecilerden hiç hazzetmezler. Gerçeklerin ortaya serilmesi iktidarlarının ömrünü azaltır çünkü. Yine de malum sonlarından kaçamazlar. Gerçeklerle halkın arasına yalan, acı, sömürü ve kanla örülen o duvarlar eninde sonunda yıkılır!..
https://www.evrensel.net/yazi/91953/derin-devlet-duvari
YAZARIN DİĞER YAZILARI
12 Kasım 2022 19:43
Aydın Köşk'e bağlı Mezeköy'de JES direnişi sürerken, Aydın Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı acele kamulaştırma bedellerini alarak arazilerini şirkete satmaları için köylüleri iknaya çalışıyor
Fotoğraf: Mezeköylüler
Özer AKDEMİR
Aydın
Aydın Köşk'e bağlı Mezeköy'de köylülerin direnişine rağmen jandarmanın nöbete müdahalesi ile tarlalara giren JES şirketinin çalışmaları sürüyor.
Acele kamulaştırma kararı ile toprakları ellerinden alınan köylüler bankaya yatan kamulaştırma bedellerini almıyorlar. Köylülerin açtığı dava süreci devam ederken Aydın Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı yetkilileri acele kamulaştırma bedellerini alarak arazilerini şirkete satmaları için köylüleri iknaya çalışıyor.
TEKLİF ARTTI AMA KÖYLÜLER KABUL ETMEDİ
Dün, 11.11.2022 Cuma günü köye giden Aydın Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı'ndan yetkilileri köylülere kamulaştırma için belirlenen bedellerde yaklaşık %20 civarı bir artışı öngören teklif götürdüler.
Mezeköylüleri ikna etmeye çalışan yetkililerin bu teklifi birkaç kişi dışında çoğunluk tarafından reddedildi. Yatırım Başkanlığı'ndan yetkililer köylülerin daha önce bankaya yatırılan miktarları bu öneriyi ve JES projesini onaylamasalar dahi kullanabileceklerini de söylediler. Bu durumu JES için usulsüz bir şekilde onay alma çabası olarak değerlendiren köylüler bu teklifi de reddettiler.
ŞİRKET SONDAJLARA DEVAM EDİYOR
Öte yandan JES projesine ve acele kamulaştırma kararlarına karşı açılan mahkeme ve ÇED süreci devam ediyor. 30 Eylül'de yapılan bilirkişi keşfinin raporu henüz belli olmadı.
Buna karşın şirket mahkeme sürecini beklemeden Ağustos ayında jandarma müdahalesi sonrası girdiği yerde sondaj faaliyetleri devam ediyor.
10 Kasım 2022 20:27
Seferihisar’da zeytinlik ve meyve bahçelerinin ortasında yapılmak istenen JES'e ait işletme ruhsatları mahkeme tarafından iptal edildi.
Fotoğraf: Orhanlı köylüleri
Özer AKDEMİR
İzmir
İzmir Seferihisar’da zeytinlik ve meyve bahçelerinin ortasında yapılmak istenen üç ayrı jeotermal enerji santraline (JES) ait işletme ruhsatları mahkeme tarafından iptal edildi. İzmir 1. İdare Mahkemesi oy birliği ile aldığı kararında ruhsatları JES yapılmak istenen sahaların İzmir'in içme suyu barajlarının su toplama alanlarını kirletme potansiyeli içermesi gerekçesiyle iptal etti.
“TÜM CANLILARIN YAŞAM ALANLARI YOK OLMAKTAN KURTULDU”
İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İzmir Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü (İZSU) tarafından açılan davaya, Doğa Derneği, Kavakdere Sulama Kooperatifi ve Orhanlı Köyü Derneği müdahil olmuştu. Yöre halkının ve İzmirli yaşam savunucuların uzun süre çeşitli eylem ve etkinliklerle karşı çıktıkları JES projeleri için mahkeme iptal kararı verdi. İptal kararını tüm canlıların yaşamını koruyacak bir karar olarak değerlendiren Orhanlı Köyü Derneği tarafından yapılan açıklamada, “İptal edilen ruhsat alanları İzmir’in nefes almasını sağlayan ormanlarını ve gıdasını sağlayan havzalar için büyük tehdit oluşturuyordu. Ruhsat alanlarının iptali ile birlikte köylerinde yaşamaya ve üretmeye devam eden insanlar, binlerce yıldır yeri değişmeyen zeytin ağaçları ve binlerce canlının yaşam alanları yok olmaktan kurtuldu” denildi.
“JES’LERİN İZMİR’İN İÇME SUYU HAVZASINI KİRLETME POTANSİYELİ VAR”
Davaya müdahil olan kurumlardan Doğa Derneğinin avukatı Cem Altıparmak her üç iptal kararının da ortak noktasının, ruhsat sahalarının İzmir'in içme suyu barajlarının su toplama alanlarını kirletme potansiyeli içermesi olduğunu belirterek, “iptaller JES’lerde üretilecek jeotermal akışkanların (su ve buhar olarak) havayı, yüzey suyunu, yeraltı suyunu, toprağı ve dolayısıyla su havzalarını kirletme potansiyeli içermesi sebebiyle kamu yararı bakımından verildi. İçlerinde özellikle 1207 nolu ruhsat sahasının bizim açımızdan çok daha stratejik bir önemi var. Çünkü bu ruhsatın sahibi firma JES projesi için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığından ÇED olumlu kararı almıştı. Bu kararın iptali için Orhanlı köylüleri, köy dernekleri ve kooperatifleri adına açtığımız davada 17 Kasım günü keşif yapılacak. Keşif öncesinde ÇED kararının dayanağı olan ruhsatın iptal edilmiş olması, ÇED iptali davamızın haklılığı açısından da çok ciddi bir delil oluşturuyor” dedi.
Fotoğraf: Orhanlı köylüleri
“SÜRDÜRÜLEMEZ KALKINMA!”
Türkiye’nin yenilenebilir enerji politikalarının iklim krizi ile mücadelede bütüncül bir perspektif üzerinden değil, sermaye için yeni teşvik, kredi ve istisnalarla güçlendirilmiş bir “sürdürülemez kalkınma” seçeneği üzerinden yürütüldüğünü belirten Altıparmak şunları söyledi: “Bu sorunlu yaklaşım ise ciddi insan ve doğa hakları ihlallerine, iklim krizi ile mücadeleyi değil krizi derinleştirici etkilere yol açıyor. Yenilenebilir enerji alanı diye ormanlar, mera alanları zeytinlikler, tarım arazileri yok ediliyor. Bu politikanın sonuçlarını Karaburun Yarımadası’nda gördük, görmeye de devam ediyoruz.”
ORHANLI VADİSİ KADİM ÜRETİM HAVZASIDIR
Aynı yıkıcılığın Orhanlı Vadisi’nde yaşanmasına izin verilmeyeceğini dile getiren Altıparmak, “Her bir metrekaresi enerji ve maden ruhsatları ile kaplanmış olan Orhanlı vadisinde, 3000 yıldır kesintisiz zeytincilik ve hayvancılık üzerine yaşam devam etmektedir. Orhanlı Vadisi bir ‘Kadim Üretim Havzası’dır. Bu sebeple, yerelin ihtiyaçlarını, yerel kalkınma ekonomilerini ve doğasını yok sayan, umursamayan uygulamaların insan ve doğa hakları ihlallerine yol açtığının acilen farkına varılmalıdır” diye konuştu.
Çepeçevre Yaşam'da bu hafta ekolojik yıkım projelerine karşı yaşam alanlarını koruma mücadelesi veren Muğlalıların gerçekleştirdiği miting yer alıyor.
08 Kasım 2022 17:41
Tüm tepkilere rağmen tesis kullanımına açılan Dilek Yarımadasında bu kez fasıl gecesi düzenleniyor.
Fotoğraf: Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği
Özer AKDEMİR
Aydın
MAHKEME YÜRÜTMEYİ DURDURMA TALEBİNİ REDDETTİ
Milli parkta bu türden ticari faaliyetlerin, alanın ulusal ve uluslararası yasalarla korunması politikasına ve hukuksal düzenlemelere aykırı olduğu iddiası ile Aydın 2. İdare Mahkemesi’ne yapılan yürütmeyi durdurma talepli başvuruda mahkeme, talebi geçtiğimiz günlerde reddetti. Mahkeme yürütmeyi durdurma talebinin davalı idarenin savunmasını yaptıktan sonra görüşülmesi gerekçesi ile ret kararı verirken mahkeme heyeti başkanının ise açılan davanın süresinde açılmadığı gerekçesiyle davanın esasına girilmeden reddedilmesi yönünde karşı oy yazısı yazdı.
“CENNETİ GÖZDEN ÇIKARDILAR”
Sözleşmeye karşı dava açan yurttaşların avukatı Dr. Bülent Tokuçoğlu, milli parkın ticarethaneye çevrilmek istendiğini belirtti. Tokuçoğlu, Uluslararası Sulak Alanlar Sözleşmesi (RAMSAR), Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşam Ortamlarının Korunmasına Yönelik Sözleşme (BERN), Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması (RİO) ve Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi (BARSELONA) kapsamında korunan alan niteliğindeki milli parkı koruması gereken Milli Park Müdürlüğünün bu cenneti gözden çıkardığı söyledi.
Tokuçoğlu; “Çivi çakılmaması gereken yere yapılaşma izni verilmesi, yangın mevsiminde açık kalması için çaba harcanması, girişe kapalı olan alanda mültecilerin cirit atması, özellikle gece saatlerinde çıkan yaban hayvanlarının yaşamını altüst edecek fasıl gecelerine izin verilmesi koruma anlayışına karşı ticari kullanma anlayışını öne çıkarıyor” diye konuştu.
Reklam
Reklam
“MİLLİ PARKA RANT ODAKLI YAKLAŞILIYOR”
Milli parkın uzun dönem gelişim planını (UDGP) hazırlayan ekibin içinde yer alan Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü Peyzaj Planlama Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Tendü Hilal Göktuğ konuya dair sorumuza şu yanıtı verdi; “Ben bu planlar gündeme geldiğinden beri çeşitli platformlarda fikrimi açıkça ifade etmeye çalıştım. Konu nettir, açıktır. Son yıllarda milli parkımızda izlenen politikalar ağırlıklı olarak rant odaklıdır ve milli parkın doğal dokusunu korumak ile çelişmektedir. Konu bildiğiniz üzere yargıya da intikal etti. Umuyorum ki bu sayede gerçekleştirilen tüm bu yanlış eylemler en kısa zamanda durdurulur ve bu durumlara vesile olanlar da yargılanır.”
CHP’Lİ TEZCAN KONUYU TBMM’YE TAŞIDI
Öte yandan CHP Aydın Milletvekili Bülent Tezcan konuyu TBMM’ye yazılı bir soru önergesi vererek taşıdı. Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi tarafından yazılı olarak yanıtlanması istenen soru önergesinde Tezcan, Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’nın belirli bölümlerinin “kentsel sit”, “arkeolojik sit” ve “doğal sit” olarak tanımlandığı ve 1966 tarihinde ilan edilen milli parkın sınırlarının 1994 yılında genişletildiğini hatırlattı. Büyük Menderes Deltası ile birlikte Tarım ve Orman Bakanlığı sorumluluğunda “korunan alanlar” listesinde olan milli park flora ve faunasının birçok bitki ve hayvan türlerinin özel koruma alanı olduğuna dikkat çeken Tezcan, şu soruları yöneltti:
1.
Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’nda mevzuata
aykırı olarak yapılan ve milli parkın tahribine neden olacak işletme ihalesini
iptal etmeyi düşünüyor musunuz?
2.
Gürültü ve ışık kirliliği yaratarak doğal yaşamı tehdit edecek,
aynı zamanda güvenlik riskleri doğuracak düğün, eğlence, tiyatro vb.
etkinliklere ve gece geç vakitlere kadar ziyaretçi girişine izin verecek
misiniz? Bu riskleri önlemek için ne yapmayı düşünüyorsunuz?
3.
Yangın riski taşıyan mangal servisine izin verecek misiniz? Yangın
riskine karşı ne gibi önlemler almayı düşünüyorsunuz?
4.
Doğal yaşamı tahrip eden, uyumsuz yapılaşma, çevre düzenlemeleri
ve uygulamaları önlemek için ne yapmayı düşünüyorsunuz?
06 Kasım 2022 04:04
Fotoğraf: Özer Akdemir
Aslında her şey Bergama davası ile başladı diyebiliriz. 13 Mayıs 1997 tarihli Danıştayın Bergama Ovacık Altın Madeni ile ilgili kararı sonrası bitmesi gereken tartışmalar yargı kararının “Arkasından dolanılması” ile günümüze kadar geldi.
Danıştay o kararında “... Doğrudan veya çevrenin bozulması ile dolaylı olarak insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır...” diyordu.
Kesinleşen bu yargı kararı eğer uygulansa idi bugün altın madenleri meselesini belki de hiç tartışmayacaktık ya da başka bağlamlarda tartışıyor olacaktık.
HUKUKUN ARKASINDAN DOLANMA
İşte o zamanki yargı kararı devletin TÜBİTAK’a hazırlattırdığı bir rapor ile bir şekilde aşıldı. Hukukun aşılamadığı durumlarda ise devreye doğrudan siyasi iktidar (DSP-ANAP-MHP Koalisyonu) girdi ve Bakanlar Kurulunun gizli bir kararnamesi ile altın madenlerinin önü açıldı.
Bergama köylülerinin yüzler, binler halinde sokaklarda eylemde olduğu günlerde köylülerin avukatları da hukuk ve adalet arayışlarını devam ettirdiler. Bakanlar Kurulu gizli kararnamesi de yargıya taşındı ve Danıştay bu kararnameyi de iptal etti. Artık madenin de ona her türlü desteği veren yeni siyasi iktidarın da (AKP) yapabileceği pek bir şey yok gibi görünüyordu. Ovacık Altın Madeni 19 Ağustos 2004 tarihinde mühürlendi.
"EMİR BÜYÜK YERDEN"
Sonrasında ne mi oldu? Madene mühürlendikten 8 gün sonra yeni bir ÇED raporu verildi. Uzayan bürokratik süreçleri ise dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelman’ın Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki Ergezen’e yazdığı “Dear Ergezen” diye başlayan rica mektubu hızlandırdı. Edelman, bürokratik süreçlerin hızlanması ve mahkeme kararı ile kapalı olan altın madeninin bir an önce açılması için Ergezen’den devreye girmesini rica ediyordu.
Gazetemiz Evrensel’in 27 Ocak 2005 tarihinde “Emir Büyük Yerden” manşeti ile duyurduğu bu mektup sonrası epey bir gürültü patırtı koptu. Edelman’ın istenmeyen adam ilan edilmesi istendi, davalar açıldı vs. ama sonuçta maden bu mektuptan hemen sonra gerekli bütün izinleri jet hızıyla tamamlayarak üretime yeniden başladı.
Bütün bu süreci neden mi yazdım? Ülkemizdeki ekoloji mücadeleleri ve hukuk meselesini bir kez daha tartışmak gerektiğini düşündüğüm için. Günümüzden birkaç örnek vererek devam edeyim.
Fotoğraf: Meltem Akyol/Evrensel
MAHKEME KARALARI ÇÖP OLACAK!
Demirören Grubu Aydın Doğan’dan Doğan Medya’yı satın almak için Ziraat Bankasından kullandığı 750 milyon dolarlık krediyi ödemedi. Grubun bu kredi borçlarına karşı Ziraat Bankasına devrettiği İstanbul Kemer Country’nin golf sahalarına konut yapmak için geçtiğimiz günlerde yüzlerce polisin korumasında iş makineleri girdi. Bir avuç mahalle sakininin yeşili koruma çabaları sonuç vermedi. Ondan da ötesi hukuk devletinin de gücü yetmedi! Mahkemenin alanda yapılan çalışmalara dair verdiği yürütmeyi durdurma kararını da kimse takmadı. Kepçeler yeşil alanı söküp attı!
Geçtiğimiz günlerde Cengiz Holdingin Kaz Dağı’nda Çanakkale Halilağa bakır madeni projesi ÇED olumlu kararının iptali için 6 kurum ve 81 vatandaşın açtığı davada yürütmeyi durdurma kararı verildi. Aynı projeye karşı TEMA Vakfı ve Çan Çevre Derneğinin açtığı davada ise daha temmuz ayında yürütmeyi durdurma kararı verilmişti. Bu yürütmeyi durdurma kararlarının işe yarayıp yaramadığını sorduğumuz Kazdağı Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan, mahkeme kararının madenin sahadaki çalışmalarını durdurmadığını, yeni yol yapımının sürdürüldüğünü söyledi.
İşin bir başka boyutu ise, mahkeme sürecinde yapılan bilirkişi keşfi raporunun belli olmasının ardından şirket eski ÇED raporunu revize ederek 2009/7 Genelgesi uyarınca yeni bir ÇED raporu hazırlayıp bakanlığa sunmuştu. Geçtiğimiz haftalarda Ankara’da, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığında yapılan İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısında bu rapor görüşüldü. Eğer bu rapor kabul edilirse, eski ÇED için açılan davalar da, alınan mahkeme karaları da çöp olacak! Şirket bu ÇED ile yoluna devam edebilecek. Mücadele edenler ise adalet aramak için bu yeni ÇED’e de dava açmak zorunda kalacaklar.
Bir başka örnek; Muğla Milas İkizköy yakınlarındaki Akbelen Ormanı ve zeytinlikleri termikçi şirketin kömür ocağı için kesmesine karşı verilen mücadelede yaşandı. Termikçi şirketin izinlerine mahkeme yürütmeyi durdurma kararı vermesine rağmen şirket yeni maden sahası açmak için zeytinlikleri sökmeye başladı. Zeytin katliamı ancak köylülerin bölgeye giderek iş makinelerinin önüne geçmesi ile durdurulabildi.
Sinpaş Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı şirketinin (GYO) Kızılbük’te yürüttüğü ve mahkeme kararıyla durdurulan otel projesi mühürlü olmasına rağmen devam etti.
Aydın Kuyucak’ta geçtiğimiz yıl mahkeme tarafından iptal edilen JES’e, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yeniden ÇED izni verildi.
ARTVİN DERSLERİ
Daha eskiye de gidelim hadi; Kafkasör Yaylası’nda Cerattepe’de altın madeni işletilmesine karşı Artvinliler açtıkları davayı kazanmış olmalarına rağmen aradan neredeyse 20-25 yıl geçtikten sonra aynı proje bu kez Cengiz Holdinge devredildi. “Bu maden olursa Artvin olmaz!” diyen mahkeme kararı hiçe sayıldı, o kararı veren yargıçlar dağıtıldı, maden projesi yeniden gündeme geldi ve Artvinliler kazandıkları davayı tekrar açmak zorunda kaldılar. Sonuç; aynı dağ, aynı proje, aynı mahkeme ama bu kez değişik bir heyetle dava şirket lehine sonuçlandırıldı.
Buna tepki gösteren Artvinliler kente getirilen 7 ilin polisi jandarmasıyla biber gazına, tazyikli suya boğuldu. Halkı döve döve iş makineleri Kafkasör Yaylası’na çıkarıldı.
ÖRNEKLER ÇOĞALTILABİLİR
Bu örneklere onlarcasını ekleyebilirim ama gerek yok! Hukukçu dostlar boşuna kızmasınlar. Dost acı söyler! Somut örnekler ortada. Ülkemizde hukukun, adaletin, demokrasinin geldiği yer itibarıyla yaşamı savunmak için sadece hukuksal mücadeleye bel bağlamışsanız, geçmiş olsun! Hukuk olsa bu şirketler daha baştan su havzalarında, orman alanlarında, tarım arazilerinde, zeytinliklerde, yaşam alanı yakınlarında, kültür varlıklarının üzerinde bu türden talan faaliyetlerine girişemezlerdi zaten.
Kimse kimseyi ve en kötüsü de kendini kandırmasın! Şu anki hukuk çevreyi korumuyor! Kimse de yaşam alanını korumak için direnen halkın önüne hukuksal süreçleri koyarak, “Davalarla bu işi durduracağız” diye onları oyalamasın. Halk kendi göbeğini kesecek, tek çare bu!
Buna dair örnekleri de önümüzdeki haftaya bırakalım!
24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...