18 Haziran 2023 04:18
YK Enerji kömür madeni | Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Aracımız iki yıldır devam eden çadır nöbeti alanından ayrılıp Akbelen Ormanı’nın içine doğru giden toprak bir yola saptı. Eğimli yoldan aşağıya doğru inerken iki gündür yağan yağmurlarla iyice bozulan yolda fırtınaya tutulmuş tekne gibi bir o yana bir bu yana sallanıyorduk. Bereket altı yüksek bir araçtı da yol üstünde ki yumruk büyüklüğünde, bazıları daha iri kayalara takılmadan geçmek çok da zor olmadı.
Konuştuğunda epey aşina olduğum ve sevdiğim İç Anadolu şivesinin tüm renklerini yansıtan İbrahim Oğuz bize hem Akbelen Ormanı hem nöbetle ilgili bilgiler veriyordu. Oğuz, aslında Karamanlıydı ve Karaman Çevre Platformu üyesiydi. Akbelen’deki direniş başlayınca buraya gelmiş, uzun zamandır da buralarda direnişin ve çadır nöbetinin aktif bir üyesi olarak bize ev sahipliği yapıyordu.
Sık ağaçlı bir ormandı Akbelen. İki yıl kadar önce, köylülere göre maden şirketi tarafından çıkarılan yangının haberini yapmak için gittiğimiz Çine Madran Dağı ormanlarına çok benziyordu. Sarmaşıkların, orman güllerine, kozalak diplerinden fışkıran böğürtlenlerin petunyalara, domuz çukurlarının tilki deliklerine karıştığı, tüm hayvan, bitki ve ağaçların yaşamı bölüştüğü bir ormandı.
Yaklaşık 10 dakikalık sarsıntılı bir yolculuktan sonra aracımızı yolun kıyısına yanaştırıp, patika bir yoldan ormanın için daldık. Bir kişinin ancak sığabildiği dar patikada, yolumuzu kesen iğne yapraklı çam dallarını elimizle kaldırıp yürüyerek ormana girdiğimizden bu yana duyduğumuz büyük uğultunun kaynağına doğru ilerledik. Uğultu gittikçe arttı ve bir süre sonra araçların, iş makinelerinin sesi iyice belirginleşti.
İbrahim Oğuz patikada yürürken bir yandan da ağaçların arasından belli belirsiz kesitlerini gördüğümüz kömür ocağını anlatıyordu:
“Gece gündüz kazıyorlar toprağı. Gelip Akbelen’in kıyısında durdular. Nöbet nedeniyle ileriye gidemiyorlar. Bu ağaçların altındaki kömürü alabilmek için her yolu deniyorlar. Tabii bunun için ormanın bütün ağaçlarının kesilmesi gerekiyor.”
Patika yolun kıyısına uzunlamasına yatmış olan insan başı kalınlığında, 10-15 metrelik bir çamı işaret ederek; “Tam orman yangınlarının olduğu günlerde, şirket fırsat bu fırsat diyerek yangınla mücadele için Denizli’den gelen gönüllülerin eline testere vererek ağaçları kestirdi. Yangına müdahale ettiklerini sanan bu gönüllüler biz müdahale edip kesimi durdurana kadar 115 ağacımızı ormanın içine boylu boyunca yatırdılar” dedi.
Bir süre sonra ormanın kıyısına geldik. Ormanın bitiminde,
uçurum gibi dik bir yamacın karşısı kömür ocağı idi. Bulunduğumuz yerden 40-
*
Kıbrıs Lefke’de bu maden çukurlarının bulunduğu alanda gezmiş, üzerine siyanür püskürtülen acı badem kokulu liç alanlarının üzerinde gezmiş, Balıkesir Balya’da yüz yıl önce yapılan madencilikten kalan üzerinde ot bitmeyen yüzeyde, kimyasal kokusuna karşı burnumun direkleri sızlayarak dolaşmıştım. Uşak Eşme’de altın madeninin adım adım köyleri yutuşunu, daha madenin ilk kepçe darbesini vurduğu günden başlayarak takip etmiştim. Ovacık köyünü tamamen yutan madenin, Bekişli, Söğütlü, Ahmetler köylerine doğru genişlemesini, bu köylerin meralarının, 10-15 yıllık taze çam ağaçlarının yerle yeksan oluşunu ve köylülerin daha fazla direnemeyip arazilerini madene satışının tanıklığını yapmıştım.
Madran Dağı’ndaki maden yaralarını da iyi biliyordum. Kuşçamı köylülerinin köylerini terk ederken döktükleri göz yaşlarını ve atalarının yüzlerce yıllık anılarının dolaştığı sokakların, evlerin, çeşmenin, caminin, okulun kuvars cevherine ulaşmak için değersiz birer taş parçası gibi savrulup atılmasının hikayelerini dinlemiştim.
Yatağan’da, Lagina Antik Kenti’ne pişkince sokulan kömür ocağının, antik kentin çeperindeki zeytinlikleri, içinde hâlâ serin suların olduğu sarnıçları, kentin dış duvarlarını ve hatta çocuk mezarlarını bile sırnaşık bir umarsızlıkla yutup yoluna devam edişini görmüştüm.
Ancak Akbelen Ormanı’nın kıyısından gördüğüm manzara bunların hiçbirine benzemiyordu. Bana, yirmi küsur yıldır doğa kıyımı diye gördüğüm her şeyi unutup, doğa kıyımına başka bir tanım getirmem gerektiğini söylüyordu gördüğüm manzara. Bugüne kadar “En kötüsü budur” diye yüzümü buruşturarak izlediğim ne kadar yıkım görüntüsü varsa sanki bir anda anlamsız hale gelmişti.
Aşağıda, onlarca araç, kamyon, kepçe ve adını bilmediğim iş
makinesi vızır vızır çalışıyordu. Makinelerin çalıştığı her yerden kesif bir
toz kalkıyor, toz bütünleşerek aşağıdaki maden çukurunu pis ve yapışkan bir pus
içinde bırakıyordu. Kepçeler yerin tabanını kazıyorlar, çıkardıkları kömürü
yanlarında bekleyen kamyonlara yüklüyorlar, kamyonlar inil inil, arkalarında
yağlı kömür tozu çıkararak ocağın içinden termik santrale doğru yol
alıyorlardı. En korkuncu da neydi biliyor musunuz? Önümüzde sadece birkaç yüz
metresini görebildiğimiz bu manzara Ören’e doğru tam
**
İkizköy’de direnişin öncü kadınlarından Nejla Işık’ın evinin bahçesinde yapılan Ekoloji Birliği toplantısında konuştuğum İkizköylü Aytaç Yakar, “Akbelen’i geçerlerse sırada 8 köy var yutacakları” dedi. Akbelen Ormanı’nı İkizköylüler koruyor. Ormanı korurlarsa çocuklarının geleceğinin korunacağının bilinciyle direniyorlar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder