Özer AKDEMİR
Tendürek Dağından doğan Bend-i Mahi çayı Şeytan Köprüsü’ne ulaşamadan duruldu, mahzunlaştı. Su şelaleye gelmeden daha boruların içine alındı. Sonra ehlileştirilmiş bir yaban atı gibi salındı yatağına.
Kalın çelik halatlara tutunarak ilerlediğimiz tahta asma köprü usul usul sallanırken, Ercişli Güven Çalık tam ortasında durup, “akışı böyle değildi, daha güzeldi. Tee oralara kadar uzardı” diye gösterdi eliyle şelaleyi. Bundan daha güzelini görmemiştik biz. Karşımızdaki güzelliğin büyüsünden bir şey eksiltmedi sözleri.
Sonbaharı böyleydi demek şelalenin. Beyaz, köpüklü bir su. Çağıl çağıl... Kendi kavlince türküsünü söyleyip düşüyor yatağına. Etrafını yeşilin yedi tonu sarmış. Parmak parmak akıyor su, damar damar. Aynı kökten türeyen, her biri ayrı rengin peşinden sürüklenen, ayrı türküleri, ayrı dilleri, ayrı halayları olan halkların ortak özlemi sanki düştüğü dere yatağı. Damla damla birbirine karışıyorlar. Koca bir sel, dalgalı bir gök, mavi, yeşil bir sağanak…
Tahta köprünün altından akarken dağ kekiği kokuyor su, otlu peynir, Van çileği, koyun sütü kokuyor. Bakanın başını döndürüyor, Urartu şarabı içmiş gibi…
“Oysa suyun eski neşesi yok” diyor Güven Çalık. “Eski su değil bu su artık. Önü kesilmiş, akışı dizginlenmiş, borulara hapsedilmiş sular neşesini kaybederler” diyor.
Bend-i Mahi de, koca boruların içine alındığından itibaren, kafesteki bir kuş gibi, ana dili yasaklanmış bir halk gibi hüzünlü akar hale gelmiş. “Sular halklara benzer” diyor. “Özgürlüğünü elinden alıp doğanın bahşettiği adından, akışından, sesinden, türküsünden ayırırsanız, mahzunlaşır, mazlumlaşır. Çağlayanı bile olsa tadı tuzu kalmaz. Düşünceli bir su olur, başı önde bir su. Ama sular da, halklar da özgürlüğe sevdalıdır. Düşü hep özgürlük düşüdür zaten. Doğasını özler sularda. Dağlar anasıdır suların. Anasını özler. Kimi karnından çıkar, kimi karından, buzundan, yağmurundan yaratır kendini. Anasından nasıl doğmuşsa öyle yaşamak ister. Ana yurdunda, anasının diliyle konuşarak…”
Bend-i Mah çayı, borularda örselenip şelaleden yatağına düşmenin şaşkınlığını üzerinden atamadan daha, kısa bir zaman sonra yine yeni bir esaretle tanışıyor. Bir kilometre bile gidemeden beton duvarlara vurup başını, duruluyor. Beton kanallar suyun akışına yön veriyor. Onu hızla metal tribünlere çarpıyor. Çılgın bir telaş içinde dönüyor pervane. Dönüyor, dönüyor…
Bend-i Mahi’nin hırsı, öfkesi, özgürlük tutkusu, tribünden kablolara aktarılıyor. Elektrik oluyor. Oradan kocaman, yüksek direkler, kalın tellerle alınıp götürülüyor suyun özleminden doğan enerjisi. Geriye Bend-i Mahi’nin dizginlenen öfkesinden sızan bir su kalıyor yatağında. Ölmek üzere olan bir canlıdan usulca akan kan gibi, yaralı bir karacanın gözyaşları gibi…
İşte bu su, Şeytan Köprüsünün daracık kayalarından utana sıkıla, adeta küskün bir eda ile akıp gidiyor. Çamurlu bir birikinti oluşturuyor su. Hastalıklı, gömük gibi, kötü kokan, kendinden geçmiş, esrik bir su…
Şeytan Köprüsü'nün kurulduğu iki kayanın arasına, köprünün altına girip, ince ince akıp giden suya bakarak anlatıyor Güven Çalık, “Bu köprünün altına giremezdik eskiden. Öyle coşkun, öyle zil zurna bir neşe ile çağıldardı. Köprünün öte yanında balıklar oynaşırdı. Gogort balıkları derdik biz onlara. Bazıları 5 kiloyu bulurdu. Eti lezzetli ama yumurtası zehirliydi. Sade bu suda büyüyen, üreyen, başka bir suya götürüldüğünde yaşayamayan, belki suyun tadına, belki soğukluğuna, belki hasretine dayanamayıp ölen balıklar... Geçenlerde gümüş karınları yukarıda ölmüşlerini gördüm. Ağızlarını kocaman açarak nefes almaya ya da sanki bağırmaya çalışanını gördüm. İşte o zaman, o balıklar değil biz de öldük. Onları biz öldürdük. Anadolu’da, güneşin ilk ışıklarının tazeliği ile yıkanan bu sularda, Şeytan Köprüsünde zıplayan, insanlığa gülen Gogort balıkları değil, kurbağa sesleri duyuluyor artık. Kurbağaların yaşam alanları değil oysa bu sular. Doğa, yarın bunun hesabını soracak bizlere. 'Neden size bahşettiğim güzellikleri koruyamadınız’ diyecek ve küsecek… Doğa küstü mü yaşam biter!..”
Bir ikindi üzeri Şeytan Köprüsü’nden günü gözümüze siper ederek bakıyoruz. İlerde, kocaman bir boru çıplak tepeden Bend-i Mahi Çayına uzanıyor. Şeytanın köprüsünü bile elinden almış, günümüz şeytanları. Artık ay ışığında ölü balıkların yakamozlandığı Şeytan Köprüsüne, şeytan bile uğramıyor…
Sular da halklara benzer. Akışını, dilini, türküsünü elinden aldınız mı mahzunlaşırlar. Yine de doğup serpildiği dağların baş eğmezliğini taşır sular gittiği yerlere. Ana yurdun, ana dilin, ana kucağının güzelliklerini anlatırlar. Ve bu güzellikler uğruna direnmeyi, direnmeyi...
Yayınlandığı yer:
Evrensel Kültür Dergisi / Sayı: 266, Şubat 2014
Bile bile Doga'yi katlediyoruz, özellikle kisisel cikarlar icin gelecegi hic düsünmeden,gelecek kusagi hic düsünmeden. BiRGÜN BU DOGA KATLiAMININ BEDELiNi COK AGIR ÖDEYECEGiMiZDEN HiC KUSKUM YOK. 1972 de Dalaman'a kagit fabrikasi acilmisti ve fabrika calismaya basladigi ilk günden ihtibaren Dalaman cay bogazinin deniz'le birlestigi yer adeta ölüm kusuyordu, zehirli (asitli siyah odunsuyu) köpükler denizinde dalgasiyla sanki dag gibiydi, ve bir sonraki gün Kayacik bogaziyla cay bogazi arsindaki 3-4 km lik sahilde güzel kumsal yerine sadece ölü balik yiginlari vardi. Bunun acisi senelerce sürdü,bir ara care bulduk deyip zehirli suyu arindiracaklari yerine kanalizasyon araciligiyla denize 600 m aciga pompaladilar hemde senelerce , bu durum dahada kötü oldu, burda yakalanan baliklarin 3/2 si aci cira koktugu icin yenilmiyordu, sahilde denize girilemiyordu hemde yillarca. Sahitim gözümle gördüm ve yasadim. Birlik olup dogamizi korumak zorundayiz, insanlarimiza doga sevgisi ögretmeliyiz'ki gelecek kusak bizden hep iyi seyler bahsetsin.
YanıtlaSil