İlk ne zaman duymuştum o sesi? Sekiz on yıl kadar önce Kaz
Dağındaydı sanırım. Yaz mevsimiydi. Boğucu, nemli bir gün de, sık bir çam
ormanın içindeki engebeli toprak yolda ilerliyorduk. Göğe yükselen tozun
içeriye girmemesi için pencereleri sıkı sıkıya kapalı bir arazi aracında,
hoplaya zıplaya Kaz Dağı’nın tepelerine doğru yol almıştık. Bayramiç Halilağa
Köyünün üst taraflarıydı. Dağa tırmanmadan önce köyde bir düğüne denk gelmiş,
kalabalık bir köylü grubuyla hem yemek yiyip, hem uzunca sohbet etme olanağı
bulmuştuk.
Ormanın ortasındaki altın madeni sondajını çektik. Hemen
yanı başında bulunan mavi akaryakıt tankerinin ne kadar tehlikeli olabileceğini
söyledik kameraya. Biz etraflarında çekim yapmak için dönüp dururken, Kanadalı
şirketin çalışanları orada yokmuşuz gibi hiç rahatsız olmadan işlerine devam
ediyorlardı.
İşte o yolculuğun sonunda vardığımız kayalık bir tepeden
aşağıda görünen çam ormanına bakarken duydum o sesi. Önce rüzgarın fısıltıları
sandım. Gerçekten de batıdan, Bozcaada yönünden hafifçe bir rüzgar esiyordu.
Meltem, deniz ve reçine kokusu taşıyordu.
Çamların bittiği bir yükseklikte, gökten zembille
indirmişler gibi duran kocaman bir kayanın üstündeydim. Elimi siper edip
aşağımda görünen çam ormanı denizine gözlerimi kısarak bakarken duydum sesi.
Rüzgarınkinden farklı bir sesti bu. Ekip arkadaşlarım ileride koyu gölgeli bir
ağacın altında oturmuş sohbet ediyorlardı.
Fısıltıları duyduğumda üzerinde bulunduğum kayalığın dibine
baktım önce. Kimseler yoktu. Oysa ses çok yakınımdan geliyordu. Ormanın içinden
gelemezdi, kayalıkla ormanın başladığı yer arasında nereyse bir kırk elli metre
kadar vardı. Ekipten muzip bir arkadaşın olabileceği aklıma geldi. En az bir
tanesinin bu türden şakalara bayıldığını iyi biliyordum. Ama onlardan birisi de
değildi. Biri kadın dört kişi hala ağacın gölgesinde hararetli bir konuşmaya
dalmışlardı. Neydi o zaman fısıl fısıl bir konuşma gibi süren bu ses?
Bulunduğum yerden kayalığın her yanını tekrar gözden
geçirdim. Etrafta başkaca bir kayalık, ağaç, çukur vs yoktu. En yakın ağaç ekip
arkadaşlarımın altında oturduğu ağaçtı.
Sesin bir hayvandan gelebileceği düşüncesi içimi ürpertti ne yalan söyleyeyim. Bir yılan belki! Kıvrılıp kayanın kovuğunda tepesinde dikilen bana tıslayıp, fısıldayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. “Çek git başımdan” diyordu. Eğer onu anlamazsam belki de, başka bir dille, acı bir ısırıkla anlatacaktı istenmediğimi.
Fısıltıların geldiği yeri kestirmeye çalışarak yavaşça indim
kayanın üzerinden. Gözlerim kayanın dibinde, sağında solunda bir oyuk, kıvrılıp
soğuk gözlerinden öfke saçan, çatal dili tehditkar bir şekilde uzayıp kısalan
bir yılan aradı. Ne bir kovuk vardı, ne de bir yılan. Rahatladım biraz.
Etrafını fır dolandım kayalığın. Yok, hiç bir şey yoktu. Ama sesi hâlâ çok hafif
de olsa duyuyordum. Bin yedi yüz metreyi bulan yükseklikte, kulaklarda bu
türden, aslında var olmayan sesler duyma gibi yanılsamalar olabileceğini
düşünüp, arkadaşlarımın yanına doğru yürüdüm.
***
Ertesi gün, Havran tarafında, Tepeoba köyü yakınlarındaki
Thebe antik kentinin üzerinde bulunan fıstık çamlarının altında dolanırken de
aynı sesi duydum gibi geldi. Şaşırdım tabii. Hadi diyelim ki Kaz Dağı’nın
zirvesinde, basınç farkından kaynaklanmıştı bir gün önce duyduğum ses. O zaman
bu neydi şimdi? Fıstık çamının bir şemsiye gibi açılmış yapraklarından ve
kozalaklarının olduğu yerlerden geliyordu sanki ses. Büyük kısmı toprak altında
bulunan bir duvar kalıntısının yanı başındaki fıstık çamının altına oturdum.
Tek tük beyaz bulutların oynaştığı masmavi göğün altında, yeşil iğne yaprakları
ile gülümseyen çamın dalları arasında, kozalakların, budakların etrafında
aradım sesin kaynağını. Yine fısıl fısıl, yine insan, hayvan, rüzgar sesine
benzemeyen, ya da hepsinin karışımı gibi olan sesin ne olduğunu bulmaya çabaladım.
Belki bir sincap, belki bir kuş, belki rüzgarın çamların arasından geçerken
çıkardığı bir iniltiydi ama bir gün önce Kaz Dağı’nda duyduğumla aynıydı. Yine
bulamadım sesin kaynağını. Yine kulaklarıma attım kabahati. Kimbilir, belki de
bir doktora görünmenin zamanının geldiğinin işaretiydi bu ses...
***
Kente döndüm ve sesler kesildi bıçak gibi. Sonra yeniden,
yeniden duymaya başladım ve bir süre sonra alıştım. Ne zaman program çekimleri
ya da haber için madenler tarafından delik deşik edilen bir dağa, yamacındaki
tüm ağaçların tıraşlanıp böğrüne taş ocağı kondurulan bir tepeye, tarlaların,
zeytinliklerin ortasında kötü kokulu gazlar çıkaran ve zehirli akışkanlarını
derelere boşaltan bir jeotermal kuyusunun yanı başına gitsem aynı sesleri
duymaya başladım. Artık şaşırmıyordum. Sağlığımdan endişelenmeyi de
bırakmıştım. Sadece bu sesin nedenini çözmeye çalışıyordum ki sanırım çözdüm
de...
***
Sesi ilk duyduğum Kaz Dağındaki o çekimlerini yaptığımız
orman bir iki sene sonra tamamen yandı. Hem de altın madeni sondajında
kullanılan, bizim de kamera önünde tehlikesine işaret ettiğimiz mavi akaryakıt
tankerinin olduğu yerde başladı yangın.
Benzer bir yangın, bir sene sonra bu sefer Thebe antik kenti
yakınındaki Tepeoba molibden madeni civarında çıktı. Güzelim fıstık çamları
kavrulup kül oldu. Kozalakları ateş topuna döndü. Yangınlar tam da madencilerin
istedikleri yerleri yakmıştı...
Sonrasında, sesleri duyduğum yerlerin hepsinin doğanın alt
üst edildiği, üzerindeki canlı, cansız tüm varlıkları ile yok edildiği yerler
olduğunu anladım.
Belki de dedim tüm bunları bir araya getirdiğimde; doğa
dağla, tepeyle, vadiyle konuşuyordu. Onlara veda ediyordu. Doğanın
vedasıydı belki de duyduğum sesler!...
https://www.evrensel.net/yazi/81688/ses
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder