02 Ağustos 2020 08:41
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Sanırım beş altı yıl kadar oldu. Tam Nevşehir Kayseri il sınırlarının kesiştiği noktada bulunan bir yol üstü lokantasında öğle yemeği yiyorduk. Lokantanın yanı başında un fabrikası olan Mehmet, fabrikanın Himmetdede tarafında 10 dönüm tarlası olan Emin Emmi ve tarlaya bitişik çekirdek işleme tesisinin genç patronu Çağdaş’la birlikte gelmiştik lokantaya.
Sabah 10 gibi başladığımız televizyon programı çekimleri iki saatte tamamlanmıştı. Un fabrikasının ince uzun bir kuleyi andıran binasının tepesinden hemen dibindeki altın madeninin aşağıdaki ovaya ahtapot gibi yayılan bütün işletmelerini çekmiş, oradan gittiğimiz tarlada artık biçilme zamanı gelmiş sarı başakların içerisinde Emin Emmi’nin derdini dinlemiştik.
Çağdaş’ın da duvarının bitişiğindeydi altın madeni. Madenin siyanür liç alanının görüntülerini duvarın tepesinden aldıktan sonra öğleyin Kayseri-Nevşehir sınırındaki Atlantik Dinlenme tesislerine soluklanmak için gelmiştik. Un fabrikası, buğday tarlası, çekirdek işleme fabrikası ve bu dinlenme tesisi bozkırın ortasında iki yıldır harıl harıl çalışan altın madeninin komşularıydılar!..
Bir dokunup bin ahh işittiğimiz bir program çekimi olmuştu yine. Başından beri hep öyleydi ki zaten. Ülkenin neresine gitsek, binlerce acı öykü dinliyor, kaydediyorduk. Her biri yürek yakan öyküler...
Un fabrikasını babasından devralmaya hazırlanan Mehmet, fabrikanın yanı başında altın madeni olduğunu öğrenen müşterilerinin birer ikişer ticareti kestiğinden yakındı. Çekirdek işleme tesisinin sahibi Çağdaş’ın durumu da hemen hemen aynıydı. “Madeni gören yanımızdan sıvışıyor! Tonlarca kabak, şemş-amer (ayçiçeği) çekirdeği dolu depo. Ne yapacağımızı bilmiyorum valla” dedi sıkıntıyla. Tarladaki buğdayı hasat etmeye korktuğunu söyledi Emin Emmi. “Yaa Allah billah aşkına, on metre ötede toprakları tepe yapıp üzerine siyanür püskürtüyorlar. Bunun rüzgarda, yağışta tarlaya gelmemesi mümkün mü?” deyip hırsından bir tutam başağı yolup attı madenden tarafa.
Yol üstü dinlenme tesislerinin sahibi Celalettin usta ise 40 yıldır işlettikleri bu tesisin iki ilin sınırında olması nedeniyle bir zamanlar önemli olayların durağı olduğundan bahsetti. 19 Mayıs etkinliklerinde, ilden ile yapılan gençlik koşularında bayrak teslimi törenlerinin hep kendi tesislerinde yapıldığını anlattı o günleri özlemle anarak, “Şimdi topu atmak üzereyiz. Gel bir bak hemşerim, böyle bir rezalet var mıdır dünya üzerinde?” diye kolumdan tutup lokantanın hemen bitişiğindeki ofisine sürükledi beni. Ofisin canımdan gösterdiği manzara bugün bile çıkmaz aklımdan. Camın hemen birkaç metre ötesinde altın madeninin açık ocağı vardı!
Bergama köylülerinin “Cehennem çukuru” dediği devasa çukur döne kıvrıla helezon gibi yerin derinliklerine doğru ilerliyordu. İçinden harıl harıl iş makinesi seslerinin geldiği ve göğe doğru toz bulutlarının yükseldiği çukurun dibini göremiyorduk bulunduğumuz yerden. Bu haliyle bile en az 40-50 metre aşağıya inildiği anlaşılıyordu…
*
Üstü koyu renkli kalın brandalar gerili, etrafı sarmaşıklarla örülü çardaktaki masalardan birisine buyur edildik. Yemeklerimizden önce buzlu ayranlarımız geldi serinleyelim diye. Dikdörtgen şeklindeki çardağın öte tarafında tam köşede kara-kuru bir ihtiyar sırtını hasır yastıklara vermiş uyukluyordu. Yıllar önce kaybettiğim dedeme benzettim. Onun gibi siyaha yakın esmer buğday teni, ince soluk yüzünde bembeyaz sakalları vardı. Ben dedeme benzettiğim adama bakarken bir kamyon ağır ağır gelip tam da adamın uyukladığı yerin karşısında, çardağın önünde durdu. Kırmızı burunlu kamyonun içinden çıkan orta yaşlı, kirli sakallı, boynunda terden ıslandığı anlaşılan bir havlu sarılı şoför çardağın önündeki musluktan elini yüzünü, boynunu yıkadıktan sonra gidip adamın yanı başındaki masaya oturdu.
Bizler gelen yemeklerimizi yerken, bir iki metre ötemizdeki masada buzlu cacığını kaşıklayan şoför neden sonra tam çaprazındaki sedirde uyuklayan yaşlı adamı fark etti. Adamı masasına buyur etti. Sığındığı gölgeden biraz beriye doğru doğrulan adam ise “sağol yiyenim, yeni yedim ben” dedi. Şoförle konuştukları bölük pörçük geliyordu kulaklarıma. Yakınlarda bir tarlası olduğundan, karşı köyde oturduğundan bahseden köylü birkaç cümle daha konuştuktan sonra kalktı off’layarak. “Afiyet olsun yeğinim, hadi sağlıcakla kal..” dedi ve sarı sıcağın kucağına doğru yürüdü gitti...
Yaşlı adamın ardından uzun uzun baktığımı gören lokanta sahibi Celalettin usta “Nusret Emmim iyi adamdır. Bizim sülalenin en yaşlısı o artık. Maden için epey bir tarlasını kamulaştırdılar. O günden bu yana düzen tutmadı desek yeridir. Yüzü hiç gülmedi ne yalan söyleyeyim garibimin. Dava da açtık birlikte ama bir sonuç çıkmadı” dedi.
“Az ötede bir bostan yaptı. Her gün gelir, çocuk gibi ilgilenir bostanla. Şu salatadaki domates, biberler onun bostandan”.
*
Bu sene Kayseri’den köye dönerken bir merhaba demek, bir çay içimi soluklanmak için durdum lokantada. Çardağın tepesindeki brandaların tozdan, güneşten renkleri solmuş, masa ve sandalyeler epeyce yıpranmıştı. Hal hatırın ardından yaşlı köylüyü sordum. “Nusret Emmi ne alemde? Sağlığı iyidir umarım” diye.
“Geçen sene kaybettik emmimi” dedi, Celalettin usta. “Allah rahmet eylesin, son güne kadar çalıştı, didindi. Tek bir isteği vardı ölmeden önce, bu madenin buradan gittiğini görmek... Olmadı... Bostanı da madene gidince, daha da yaşamadı, yaşama arzusu da kalmadı. Bizim durum da pek farklı değil. Şimdi ailenin en yaşlısı olarak bana geldi sıra. Bu maden hepimizin ömür törpüsü hemşerim. Anladım ki artık, içimize kahır ata ata gözümüz açık gidecek bizim de...”
Çayın tadı acılaştı birden ağzımda. İçimden üzüntüyle karışık bir öfke yukarı tırmanıp boğazıma düğümlendi kaldı.
Bir taş atımı ötemizde madenden boğuk boğuk sesler geliyordu. Dev çukur yerin dibine doğru dönüyor da dönüyor, Celalettin ustanın deyimiyle ömür törpülüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder