13 Haziran 2021 04:23
Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel
Sıcak hava Çine Ovası’na yapışıp kalmıştı sanki. Rüzgarsız ve bulutsuz bir gökyüzü altında güneş ovada ne var ne yoksa kavuruyordu. İlçe merkezindeki çarşıda, dar sokak aralarında, dükkan önlerinde bekleyen esnaf, yolu, işi bu sokaklara düşenler bir nebze olsun şanslıydı aslına bakarsanız. Hiç olmazsa güneşin bu kavurucu sıcağına karşı binaların, etrafta tek tük kalmış ağaçların gölgelerine sığınabiliyorlardı. Oysa binalar, vitrin camları, asfalt yollar, kaldırımlar hatta insanların vücutları bile sıcaklık kusuyordu.
TOKİ elinden çıktığı ilk bakışta belli olan adliye ve kaymakamlık binasının hemen çaprazında bulunan eski, bakımsız, iki katlı Belediye Sarayı’nın çevrelediği küçük meydandaki ağaçların altı Çinelilerle dolup taşmıştı. Gölgede kalan çimenliklere sere serpe uzanmış yarı baygın kadınlı erkekli ilçe sakinlerinin etraflarında bir iki çocuk dolanıyordu. Çocuklar, ellerini, kollarını kaldırmaya mecalleri kalmamış, ama oyun oynamak da çocuk olmanın gereğiymiş ya da onların göreviymiş gibi ağır çekim hareketlerle ne olduğunu kimsenin anlamadığı oyunlar oynuyordu.
En yaşlısı kırk elli yıllık olan, sıvaları dökülmüş, renkleri solmuş binalardan kaybolmuş gibi görünse de bu kadar çok beton, asfalt, kaldırım taşı, çelik, cam ve kiremitin arasında bir avuç da olsa yeşilliği ile bir vaha gibiydi meydan. Adımlasan bir baştan ötekine 30-40 adımda ulaşılan meydanın bir köşesinde, büyük bir çınar ağacının gölgesine sığınmış Atatürk heykelini saymazsak her şey güneşin altında cayır cayır yanıyordu. Çeyrek futbol sahasından biraz büyük olan meydan tamamen betonla kaplanmış, bu beton da güneşten aldığı ısıyı, sanki altında ateş yakılan bir kiremit gibi dışarıya veriyordu. Yumurta kırılsa pişecek kıvamdaydı zemin.
Meydanın yanından geçen dar yolun iki karışlık kaldırımına konulmuş hasır taburelerin üzerine çökmüştük. İlk başta üç kişiydik. Ben, doğma büyüme Çineli bir arkadaş ve Yolboyu köyünden Erol Tosun. Sonradan Erol’un bir köylüsü daha gelip sessizce selam verip karşımıza oturdu. Önümüzde duran, tek ayağı kısa olduğu için sürekli dengesi bozulan küçük sehpanın etrafına sıralanmış, insana iki yudumda bitecekmiş kadar küçük görünen bardaklardan karanfil tohumu kokulu çay içiyorduk. Bir yandan da mırıl mırıl konuşuyorduk. Aslında hiçbirimizin konuşmaya ne isteği, ne de gücü vardı sıcak yüzünden. Yine de bizi, kendisini dinleyen bir gazeteciyi bulmuşken dertlerini sayıp dökmek için insanüstü bir gayret gösterdi Erol Tosun.
Erol’un yaşı 55-60 ya var ya yoktu. Ama yüzü, güneşin alnında toprakla uğraşan tüm köylüler gibi kavruk, kırışıklarla dolu, benzi sarıydı. Birkaç günlük kirli sakalı, sanki üzerine tozlar yapışmış gibi beyazlamıştı. Dikkatli bakılınca Erol’un sakallarına toz değil yaşamak ağırlığının yapıştığı anlaşılıyordu. Sakallarını, saçlarını beyazlatan da bu ağırlıktı.
Epey bir konuştuktan sonra “Burada nasıl anlatayım sana, gelip görmen lazım halimizi” dedi. Köyü, Çine merkeze bir iki kilometre uzaklıktaydı. Aracımıza atlayıp gittik, önde Erol ve köylüsü, arkasından biz.
Yolboyu köyü, Aydın yönünden gelirken Çine ilçe merkezine girmeden hemen yolun sağında kalıyordu. Yıllardır silikozis hastası ettiği işçileri kapı önüne koyması, sendikalaşma çalışmasına karşı takındığı saldırgan tavrı, haberlerimize gösterdiği tahammülsüzlük gibi konularda onlarca haberini yaptığımız Eysim Madencilik İşletmesinin hemen arka tarafına düşüyordu.
Erol Tosun’un tarlası, zeytinlikleri ve hayvanlarını baktığı ahırı maden işletmesine kapı bir komşuydu. Firmanın paketlemek üzere işletme bahçesine döktüğü kuvars yığınları küçük bir tepe halini almıştı. İşte bu madenin öğütülüp paketlenmesi sırasında çıkan tozdu Erol’un ve Yolboyu köylülerinin kabusu.
Anlattı; “Zeytinler, bahçemizdeki sebze-meyve, evlerimizin içi-dışı, traktörlerimiz, hayvanlarımızın üzeri bile sürekli toz içinde. Günde iki kere toz silmeden bir iş yapmak mümkün değil. Kaç kere gittim şirketin müdürüne durumu anlattım. Git istediğin yere şikayet et diyor da başka bir şey demiyor!”.
Cılız mısırlarını, üzeri bir parmak toz kaplamış zeytin ağaçlarını ve sararıp kurumuş dalları gösterdi. Susuzluğa bir çare diye bir gün önce DSİ’den kanaletlere su vermelerini istediklerinde kendilerine “Perşembe yağmur görünüyor. Cumartesi verelim” denilmiş. “İyi de sebzeler ne bilsin perşembeyi, cumayı? Su vermezsen kuruyacak. Ya perşembe yağmur yağmazsa!”
Üstünde allı güllü basma elbisesi, başında mor çiçekli eşarbı bulunan eşi Emir Ayşe Tosun da ondan daha az dertli değildi. Çekik gözlü, kırmızı yanaklı bir kadındı. Hayvancılık yapmalarına rağmen kendi kaymaklarını bile yiyemediklerini, marketten aldıklarını söyledi. “Süt tankerinin ağzına tülbent geriyorum yine de toz giriyor içerisine. Benim yiyemediğim kaymağı başkası neden yesin?” diye dertlendi.
Öğleyin, silikozis hastası işçilerin katıldığı Çevre Günü etkinliği için yeniden Çine Meydanı’na döndük. Sıcak daha da çekilmez bir hal almıştı. Tek bir şey aklımda kaldı basın açıklamasından. Birkaç saat önce etrafındaki köylülerin dertlerini dinlediğimiz Eysim Madencilikte çalışırken silikozis hastalığına yakalanıp işten çıkarılan ve kaderine terk edilen Şenol Girgin’in gözleri!..
Elinde fotokopi kağıdına basılmış bir fotoğraf taşıyordu Şenol. Genç bir adama aitti fotoğraf ve altında da “ölüm nedeni silikozis” yazıyordu.
Kuvars değil de sanki bir işçi öğütme fabrikası gibi çalışan Eysim’de, Şenol gibi silikozis hastası olduktan sonra kapı önüne konan, yıllarca nefes alamamanın acısıyla yaşamaya çalışan ve geçen yıl eylül ayında Çine Devlet Hastanesinin bir odasında can çekişe çekişe ölen iş arkadaşı Halil Özen’in fotoğrafıydı Şenol’un elindeki.
Şenol, silikozis hastası tüm işçiler gibi ölümü aldıkları nefes kadar yakınlarında hissedenlerin gözleriyle bakıyordu dünyaya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder