Van’dan yaklaşık yarım saatlik
bir minibüs yolculuğunun ardından geldiğimiz Gevaş’ta başka bir minibüse
aktarma yaptık. Belli ki bizim gibi boynunda fotoğraf makinesi, sırt çantalı turistlere
alışkın minibüs yolcuları. Göbeğinin üzerine koyduğu poşetiyle oturduğu yere sıkışmasına
rağmen, ön koltuktaki köylüsüyle neşeli bir şekilde Kürtçe hal hatır eden adam,
aynı güleç yüzle bize dönüp, “Akdamara
mı?” diye sordu. İnerken de yol verip, sırtımızı sıvazlayarak “iyi günler” diye uğurladı.
Akdamar Adası’na yolcu taşımak
için birkaç yıl önce yapılan yeni iskelede hediyelik eşya satan dükkânlar ve
tekne kooperatifinin yazıhanesi vardı. Yazıhaneden çıkan birisi adaya giden
teknenin yeni kalktığını söyledi bize. “Bugün
hafta sonu biraz beklerseniz yeterli yolcu gelir” diye de ekledi. Yanda bir
tabelada teknelerin en az 15 kişi ile kalkabileceği yazıyordu. 15-20 dakika
sonra 7 kişi olan Akdamar yolcularından bazıları beklemekten sıkılınca tekne
kaptanı “adam başı 20’şer lira verirseniz
götürüp getiririm” teklifini yaptı. Normal ücretin iki katıydı bu para.
Tekne korunağının kayalıkları üzerine oturmuş, gölün mavi sularına bakarak
güneşlenmekten hiç de şikayetçi olmayan bizim bu teklife çok da istekli
olmadığımızı görünce de hemen fiyat indirdi, “Hadi size 15 olsun. Diğerlerinin hepsi 20’ye razı”.
Parasından çok, diğerlerini
bekletmemek için kabul edip, teknede yerlerimizi aldık. Bıyıklı, siyah
gözlüklü, saçlarının önü açılmış 40-45 yaşlarında kaptanımız, alışkın birkaç
manevra ile tekneyi önce geri geri hareket ettirerek küçük limandan çıkmasını
sağladı. Tekne, Van Gölünün turkuaz mavisine çalan sodalı sularında sakin bir
hızla Akdamar Adasına doğru yol alırken, biz de kaptanın yanı başındaki koltuğa
oturup sohbete başlamıştık. Bizim dışımızdaki diğer yolcular iki katlı teknenin
alt katındaki kırmızı renkli koltukları değil güneşli güzel havanın da
etkisiyle üst katı tercih etmişlerdi. Bizim ise kaptana sorularımız vardı ve
kaptan da bundan hiç şikâyetçi değildi.
Suat Akbaş’tı kaptanın adı. Gölün
yakınlarındaki Altıntaç köyündenmiş. Bir senedir bu teknelerde çalıştığını
söyledi. Tekne kendisininmiş daha doğrusu ve göldeki kooperatifte çalışan başka
teknelerinin yanı sıra 3 tane de arabası varmış. Bu kadar mal mülkü edinmesinde
bugünkü hükümetin payı olduğunu söyledi. “Allah Tayyip’ten razı olsun” demeyi
de ihmal etmedi.
Bir süre sohbetten sonra kaptana
belki de herkesin sorduğu o soruyu bizde sorduk; “Van Gölünde canavar var mı? Siz gördünüz mü?” Suat kaptan, bize
biraz da bıyık altından gülen bir eda ile “Ben
görmemişim ama var” dedi. “Nasıl var,
görenleri mi tanıyorsunuz?” sorumuzu sesine biraz daha ciddiyet katarak yanıtladı;
“Van Tatvan arasında sürekli feribot
kaptanlığı yapan bir arkadaşıma sordum bende. Gölde bir şey gördün mü diye.
‘Yok’ dedi, ben de sizin gibi ısrar edince, yemin billah ederek ‘Anlatınca
yalan söylediğimi düşünüyorlar ama iki kere gördüm canavarı. Birinde tek,
diğerinde iki taneydiler’ dedi. Ama inanmadıkları için de artık kimseye
anlatmıyormuş. Bir şey var gölde ama ne bilmiyorum”.
Biz Suat kaptanla sohbet ederken
Yunus adlı teknemiz Akdamar’a doğru yaklaşmayı sürdürdü. Karşı kıyıdan da
görebildiğimiz Akdamar Kilisesi her geçen dakika daha yaklaştı bize. Nihayet 15
dakikalık yolculuğun ardından adaya ayak bastığımızda yıllardır fotoğraflarda
görüp büyülendiğimiz kilise tam karşımızdaydı şimdi. Bir iki yıldır devam eden yenileme
ve çevre düzenlemeleri sonrası turistlerin çok daha fazla geldiği adada
çalışmalar hala devam ediyordu.
Kadim Anadolu halklarından
Ermenilerin en önemli eserlerinden birisi bu kilise. 908 yılında Gevaş’ta
krallığını ilan eden 1. Gagik bir süre sonra başkentini adaya taşıyarak
kilisenin yanı sıra, çeşitli yapılar da yaptırmış. Adada sivil yerleşimin 16.
yüzyıla kadar devam ettiği biliniyor. Adadaki Surp Haç kilisesi, Kudüsten
İran’a kaçırılan, 7. yüzyılda da Van yöresine getirildiği rivayet edilen “Kutsal haç”ın bir parçasını barındırmak
için Kral Gagik’in emriyle yapılmış. Mimar Manuel tarafından 915-921 yıllarında
inşa edilen kilise Ortaçağ Ermeni mimarinin en parlak eseri olarak biliniyor.
Adada 16. yüzyıldan sonra sivil yerleşim olmamasına rağmen, yaklaşık 300 keşiş
19. yüzyılın sonlarına kadar adadaki kilise ve manastırda kalmaya devam etmiş.
Ada ve manastır 1895 ve 1915 olaylarının
ardından ise tamamen terk edilmiş.
Adanın adı ile
ilgili efsane hüzünlü bir aşk öyküsünü anlatır. Yaygın halk inanışına göre
adanın baş keşişinin güzel kızı Tamara karşı kıyıdaki bir Kürt çobana aşık
olur. Geceleri karşı kıyıya ışık tutan Tamara, çobanın yüzerek adaya çıkması
için işaret vermekte, gençler gizli gizli buluşmaktadır. Bu durumu öğrenen
keşiş gece fırtınalı bir havada karşı kıyıya fenerle işaret gönderir. İşareti
gören çoban adaya doğru yüzer ama ışık hep yer değiştirmektedir. Işığa ulaşmaya
çalışan çoban fırtınanın ve dalgaların etkisiyle yorulur. Gücünün bittiği bir
anda, gölün sularına gömülürken, son kez başını sudan çıkarıp haykırır “Ahhh Tamara”!...
Boğulan çobanın son
nefesinden önceki sözleri gecenin karanlığında adanın kayalıklarında
yankılanır. Sevdiğinin son sözlerini duyan Tamara da kendini gölün sularına
bırakıp canına kıyar. Ermeni Şair Hovhannes Tumanyan’ın anlatımıyla efsaneleşen
bu öykü, adanın adının işte bu ‘Ahh
Tamara’ haykırışından geldiğini söyler. Bu efsanenin dışında 9. yüzyıldan
beri “Ağtamar” olarak kayıtlara geçen adanın adının Arapça ĞKR kökünden, “kabartı, tümsek” anlamından gelme
olasılığı çok daha yüksektir. Gerçekten de 70.000 metrekarelik alanıyla Van
Gölünün 2. büyük adası olan Akdamar, gölün düz yüzeyinden basamak basamak
yükselir ve 80 metrelik uçurumlar meydana getiren kayalıkları ile dorukta son
bulur.
Adadaki kilise ve
üzerindeki kabartmalar, tam anlamıyla görsel bir ziyafet sunuyor görmeye
gelenlere. Dış cephesinin dört bir yanı bitki ve hayvan motiflerinin yanı sıra
İncil ve Tevrat’tan alınma sahnelerle bezenmiş. Kilise adaya, göle kondurulmuş
en güzel nazar boncuğu adeta. İşte bu güzellikleri görmemizde, yine bu
toprakların yetiştirdiği en büyük yazarlardan Yaşar Kemal’in çabası var. Genç
bir gazeteci iken Diyarbakır’dan sonra vapura binip Van’a geçen Yaşar Kemal,
vapurda tanıştığı bir yüzbaşıdan adayı ve üzerindeki kiliseyi öğreniyor. O
zamanlarda çıkarılan emir gereği memleketteki onlarca kilise için yıkım kararı
çıkartılmış, yıkılacaklardan birisi de Akdamar adasındaki kilisedir. Yüzbaşının
ve gazeteciliğe yeni adım atan Yaşar Kemal’in uğraşları ile araya Nadir
Nadi’nin de sokulması sonrası adadaki kilisenin yıkımı Milli Eğitim Bakanı’nın
talimatı sonrası durduruluyor. Türkçe edebiyatın koca çınarı aşık olduğu
toprakların bu güzelliğinin yok olmasını önlemiş, yıllar içerisinde de kendini
Anadolu’nun güzelliklerini anlatmaya adamıştır.
Yaşar Kemal’in “büyülü bir su, rengi sürekli değişiyor”
dediği Van Gölü, Akdamar’ın en tepesinden düz, turkuaz bir halıya benziyor.
Kuzu Adası biraz ileride çıplak sarışın bir baş gibi maviliklerin arasından
yükselmiş. Bizi getiren teknenin kaptanının anlattığına göre yılın bir ayı
kuzuların salındığı Kuzu adasında da yıkık halde bir kilise varmış. Göldeki adalarda
ve çevresindeki köylerde çoğu yıkılmış onlarca kilise olduğunu söylüyor Suat
Kaptan. “Yazık” diyor, “yıkmaları çok yazık”...
Adanın Batı
yüzünden dimdik yükselen kayalıklardan havalanan güvercinler, kilise ve
yanındaki mezarlıkların üzerinde bir tur attıktan sonra tekrar yuvalarına
dönüyorlar. Bu dik kayalıkların dibinde, küçük düz bir alan olarak kalan sahilde
kökünden sökülmüş koca bir ağaç devrilip kalmış. Yukarıdan, küçük çakıl taşlarının
oluşturduğu tertemiz kumsalını gördüğümüz alana doğru yöneldiğimizde adanın bir
başka sürprizi çıkıyor önümüze. Önce, yavaşça kayanın arkasını dolanan
karartısını görüyoruz. Sonra gri bir tavşan hızla önümüzden kaçıyor. Az daha
ilerlediğimizde de bu sefer grinin yanı sıra siyah renkli bir tavşan daha kayalıklara
doğru kaçışıyorlar. Üçüncü bir tavşanın ise o kayalıkların tepesinden hem kaçıp
giden diğer tavşanları hem de bizi merakla izlediğini görüyoruz. Adanın gerçek
sahipleri işte her adımda önümüzden kaçışan küçük kertenkeleler, kayalıklarını
yuva yapan güvercinler ve tavşanlar…
Sabah 11’de
geldiğimiz adadan, ikindiye doğru kalkan teknelerden birisi ile dönmek için
küçük iskeleye indiğimizde, olağanın dışında bir hareketlenme gözümüze çarptı.
Elinde iki tane şemsiye tutan, belindeki kabarıklıktan silah taşıdığı
anlaşılan, siyah gözlükle takım elbiseli genç bir adamın gerisinde yürüyen
kadınlı erkekli grup kısa bir duraksamadan sonra, bizim de geldiğimiz daha düz
ama kiliseye ulaşımı biraz daha uzun olan yürüyüş yolunu değil, kestirmeden
giden merdivenleri tırmanmaya başladı. İskelede bekleşen tekne kaptanları ve
yolculardaki sessizlikle kendini belli eden ciddiyet havası hala dağılmamışken
gelen gurubun Van valisi ve Gevaş kaymakamı ile eşleri olduğunu öğrendik.
Biraz sonra dönüş
yolcularıyla dolan teknemiz gölün ‘büyülü
suları’nı yara yara adadan uzaklaşırken, mavi dalgalara son bir kez daha ‘Ahh Tamara’ diye fısıldayarak veda ettik
adaya…
Evrensel Kültür Ocak 2014, Sayı 265
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder