Özer AKDEMİR
2008 yılında bir grup bilim insanı ile Rize Fındıklı, Arılı
ve Çağlayan derelerinin buzullardan damla damla doğuşu ve Karadeniz’e döküldüğü
yere kadarki 1 haftalık gezimizin en zorlu etabı kuşkusuz yaylalara çıkış oldu.
Sürekli kapalı yağmurlu bir havada, dumanlar içerisinde, dibi görünmeyen
uçurumların kenarından arabayla 2 saatlik yoldu göze almamız gereken. İçinde
çeşitli disiplinlerden profesörlerin, yöre derneği yöneticilerinin ve
gazetecilerin yer aldığı yaklaşık 10 kişilik ekibi yaylalara taşıyacak araç da
öyle sıradan donanımlı araçlar olamazdı. Yol çok dar, çamurlu, sarp ve
taşlıydı. Dağın yamacından kıvrıla kıvrıla tırmanan, sisler arasında 15 metre öteni zor
gördüğün bir yoldu gidilecek olan.
Laz yaylalarına nasıl gidileceği konusunun da çözümünü
bulmuştu Kaçkar Derneğinden arkadaşlar; AKUT’un arazi araçları. Geniş lastikli,
yüksek tabanlı arazi araçlarını kullanan AKUT’lular, bu yayla yollarını
avuçlarının içi gibi bildiklerini söyleyerek her tümsekte kafası tavana değen,
aracın penceresinden baktığımızda lastiklerin 10 santim ötesinde başlayan
uçurumdan başları dönen bizleri rahatlatmaya çalışıyorlardı. Başını arada
camdan çıkarıp önünü görmeye çalışan şoförümüz “Uçakta gittiğinizi fark edin,
herhangi bir şey olduğunda uçakta kurtulma şansımız ne kadarsa o kadar şansımız
var” dedi, sesine ciddiyet katmaya çalışarak. Doğrusu biraz bıyık altından
söylenmiş gibi gelen bu sözlerin aracımızda bulunan 8 kişinin içini çok da
rahatlattığını söyleyemem!
Laz fıkraları, türküler eşliğinde çamurlu, taşlı yollara
bata çıka yaptığımız yolculukta bu yayla yollarının neden daha ulaşılabilir
yapılmadığı konusunu da konuştuk. AKUT’çular ve bizimle birlikte yaylalara
çıkan Kaçkar Derneği üyelerinin hepsinin yaylaya daha geniş ve en azından iki
aracın yan yana geçebileceği yolların yapımına karşı olması bizleri şaşırttı.
Sayıları yüzün üzerinde yaylacı yaşıyordu buralarda. Ki bu yaylacılar bizler
kadar şanslı da değillerdi. Onları dağın doruklarına taşıyacak bizim gibi ne
arazi araçları, ne AKUT’çu tanıdıkları vardı. Hayvanlarının sırtına vurup
yükleri, önemli bir kısmını da kendi omuzlarına alıp saatlerce yol yürüyorlardı
yayla evlerine varmak için. Dumanı, sisi, yağmuru, soğuğu hiç eksik olmayan
çile yollarıydı bu yayla yolları aynı zamanda. Yollar genişlese, en azından
araçların gidişi için elverişli hale getirilse yaşamları ne kadar
kolaylaşabilirdi oysa.
Bütün bu kolaylıkları ellerinin tersiyle itip, yaşadıkları
onca zahmeti her sene göze almayı kabullenerek yayla yollarına karşı çıktıkları
söylüyorlardı. Aslında çok basit bir nedeni vardı bunun; “Bu yaylalara
zahmetsiz çıkmak demek yaylanın bir anda kirlenmesine neden olur. Yollar
açılırken kesilecek ağaçlar, yok edilecek bitki örtüsü, yamaçlar bir tarafa, bu
yaylalara göçülürken 1 tek iğne bile gereksizse getirilmez. İğnenin, ipliğin,
kabın - kacağın, yiyeceklerin taşınması emek ister, zahmete girmek ister.
Yaylada, soğuk pınarların başında içmek için içkini bile, bütün bu zahmeti göze
alarak, onu saatlerce sırtında taşıyacağını bilerek yanına alabilirsin. Öyle ki
getirilen her şey çok değerli olduğu için yaylalarda çöp sorunu yoktur. Çünkü
çok az şey getirilir, ihtiyaç kadar. Oysa düşünün buralara kadar otomobillerin,
kamyonetlerin geldiğini. Bu yollar, bu yayla evleri, bu küçücük düzlükteki
otlaklar naylon poşetlerden, şişe, plastik bardak, kaşık, yiyecek artıklarından
geçilmezdi.”
DOĞAYI BU YOLLA KORUYORLARDI YÜZYILLARDIR
Piknik yerlerinin, yazlıkların çevresinin içler acısı halini
bildiğimizden, bu gerekçeler bizlere son derece haklı göründü. Yöre
insanlarının onca zahmete katlanmayı göze alarak yollara karşı çıkması,
yaylalarının temiz ve kendi doğallığında kalmasını istedikleri içindi. Doğayı
bu yolla koruyorlardı yüz yıllardır. Emek verip yaylalara göçerken, yanlarına
sadece ihtiyaçlarını alıp, çöp üretmeyerek, bu yaylalara ulaşmanın onu
sevmekten, ona emek vermekten geçtiğini bilip doğayı, yaylaları sevmeyenin
buralara gelemeyeceğine olan inançla yaşıyorlardı. Emekti, sevgiydi yaylanın
yolu…
YAYLAYA SAHİP ÇIKMAYI ÖĞRETEREK GİTTİ KAZIM
Bazen çamura saplanıp kalan aracımızı ite kaka, tekerinin
önüne çıkması için taşlar koya koya, ipince yağan yağmurun altında süren yayla
yolculuğumuz boyunca genç yaşta kanserden aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu’nun
şarkıları eşlik etti bizlere. 2005 yılında, tam da bu günlerde, uzun zaman
mücadele ettiği kansere yenik düşen Koyuncu, Karadeniz’in coşkusunu, güler
yüzünü, direngenliğini ve yaylaların, dumanlı yollarının ezgilerini taşıdı
kısacık yaşamı süresince. Tüm Karadeniz türkülerinde, şarkılarında olduğu gibi
dereler, yaylalar, ormanlar, dumanlı dağlar kokan Kazım Koyuncu şarkıları, Laz
Yaylalarının sisine, orman güllerinin kokusuna, çimenine karıştı gün boyunca.
Koyuncu’nun türküsü umudun, sevdanın, emeğin, çilenin, yoksulluğun ve direnişin
sesini taşıyordu. Kaçkar yaylalarının buzullarından damla damla sızan, incecik
bir derecik olup, diğer dereciklerle birleşerek nehre dönen, her geçen an
hızlanıp çağlayan, geçtiği yerlere sesinin heybetini bırakan, yaşam katan ve
denizine kavuşan bir direnişin öyküsünü anlattı genç ömründe. Gelecek güzel
günlerin yaylaya, dereye, ormana, kurda, kuşa, tüm doğaya sahip çıkmakla
kurulabileceği, ekmeğin ve onurun aynı mayadan yapıldığını öğreterek koyverdu
gittu bizi!
Eklenme Tarihi: 28 Haziran 2015