Av. Fevzi Özlüer
Piyasa ilişkilerinin varlık zemini demokrasiye, parlamenter
bir rejime dahi tahammül edebilecek durumda değil Türkiye’de. Bu durum, ülkenin
iktisadi büyüme formuyla da çok yakından ilgilidir. 1980 sonrasından sonra uzun
yıllar, özelleştirmelerle kamu varlıklarının satışı temelinde, iktisadi
krizlerini öteledi. Türkiye ve piyasayı canlandırdı.
2000’li yıllarla birlikte ise doğa varlıklarının satışı ve pazarda mal haline getirilerek iktisadi büyümenin mümkün olacağı sanısı yaratıldı. Doğanın bir ham madde olarak satışı hızlandı. Bir yandan enerji diğer yandan madencilik faaliyeti şirketler için büyümenin kilit yatırım alanları oldu. Devlet bu sektörlerde yapılan üretimi teşvik etti, alım garantisi sağladı, ucuz işçilik süreçlerini güvence altına altı.
Değerli madenlerin çıkartılması ve bu madenlerin sanayide işlenmeden ham madde olarak satışı da bu bağlamda önemli bir döviz kalemi olarak görüldü. Ekonomiye çok önemli bir katkısı olacağı ileri sürüldü. Altın ve gümüş madenlerinin işletilmesi, altın ve gümüş üretilmesiyle kişi başına düşen gelirimizin artacağı ve iktisadi olarak da büyüyeceğimiz hikayesi son yirmi yıl içinde sıkça anlatıldı.
Bugünden geriye baktığımızda bu madenler aracılığıyla sanayi malı üretilmediği sürece, iktisadi büyüme ve halkın genel gelirinin artması pek mümkün değil. Ancak altın madenciliğine yatırım yapan şirketler için durum pek öyle değil. Altın madenciliğini elinde bulunduran şirketler, aynı zamanda güçlü bir finansal yapıya da kavuştukları için Türkiye’de uzun yıllar boyunca altın madenciliğinin önünün açılması için sıkı bir propaganda faaliyeti yürüttüler. Bu faaliyetlerin özünde ise “Altın madenciliğinin genel ülke çıkarına” olduğu tezini işlediler.
2000’li yıllarla birlikte ise doğa varlıklarının satışı ve pazarda mal haline getirilerek iktisadi büyümenin mümkün olacağı sanısı yaratıldı. Doğanın bir ham madde olarak satışı hızlandı. Bir yandan enerji diğer yandan madencilik faaliyeti şirketler için büyümenin kilit yatırım alanları oldu. Devlet bu sektörlerde yapılan üretimi teşvik etti, alım garantisi sağladı, ucuz işçilik süreçlerini güvence altına altı.
Değerli madenlerin çıkartılması ve bu madenlerin sanayide işlenmeden ham madde olarak satışı da bu bağlamda önemli bir döviz kalemi olarak görüldü. Ekonomiye çok önemli bir katkısı olacağı ileri sürüldü. Altın ve gümüş madenlerinin işletilmesi, altın ve gümüş üretilmesiyle kişi başına düşen gelirimizin artacağı ve iktisadi olarak da büyüyeceğimiz hikayesi son yirmi yıl içinde sıkça anlatıldı.
Bugünden geriye baktığımızda bu madenler aracılığıyla sanayi malı üretilmediği sürece, iktisadi büyüme ve halkın genel gelirinin artması pek mümkün değil. Ancak altın madenciliğine yatırım yapan şirketler için durum pek öyle değil. Altın madenciliğini elinde bulunduran şirketler, aynı zamanda güçlü bir finansal yapıya da kavuştukları için Türkiye’de uzun yıllar boyunca altın madenciliğinin önünün açılması için sıkı bir propaganda faaliyeti yürüttüler. Bu faaliyetlerin özünde ise “Altın madenciliğinin genel ülke çıkarına” olduğu tezini işlediler.
1’İ DEVLETE, 9’U CEBE, FATURASI HALKA
Şirketler kendi çıkarlarını ülke çıkarı haline getirmişlerdi. Madencilik Kanunu ile beyana tabi olarak çıkartılan madenin yüzde onu devletin payı olarak ayrılırken, büyük pay şirketlerin hanesine yazılıyordu. Tabii çevresel ve sosyal maliyetler de yine toplumun sırtına.
Hammadde satışına dayalı büyüme rejimi sermayenin farklı cepheleri için bir sınırı da işaret ediyor. Türkiyeli sermayedarlar yeni sömürge alanları inşa edemiyor. Pazarları daralıyor. Bu durumda da mevcut pastanın büyüğünü almak için kavga şiddetleniyor.
Bu hikayenin sonucunda da, günümüz Türkiye’si, egemen sınıflar arasında siyasal biat ağlarıyla örülü ve fakat iktisadi bir kavganın ekseninde de şekilleniyor. Bu kavganın şiddeti gösteriyor ki Türkiye’de sermaye el değiştiriyor. İktisadi kaynakların sınırlı olması ve bu kaynaklara kimin el koyacağı, kimin yöneteceği sorunu aynı zamanda geniş halk kesimlerinin yönetim sürecinden de uzaklaştırılmasına yol açıyor.
Şirketler kendi çıkarlarını ülke çıkarı haline getirmişlerdi. Madencilik Kanunu ile beyana tabi olarak çıkartılan madenin yüzde onu devletin payı olarak ayrılırken, büyük pay şirketlerin hanesine yazılıyordu. Tabii çevresel ve sosyal maliyetler de yine toplumun sırtına.
Hammadde satışına dayalı büyüme rejimi sermayenin farklı cepheleri için bir sınırı da işaret ediyor. Türkiyeli sermayedarlar yeni sömürge alanları inşa edemiyor. Pazarları daralıyor. Bu durumda da mevcut pastanın büyüğünü almak için kavga şiddetleniyor.
Bu hikayenin sonucunda da, günümüz Türkiye’si, egemen sınıflar arasında siyasal biat ağlarıyla örülü ve fakat iktisadi bir kavganın ekseninde de şekilleniyor. Bu kavganın şiddeti gösteriyor ki Türkiye’de sermaye el değiştiriyor. İktisadi kaynakların sınırlı olması ve bu kaynaklara kimin el koyacağı, kimin yöneteceği sorunu aynı zamanda geniş halk kesimlerinin yönetim sürecinden de uzaklaştırılmasına yol açıyor.
ALTIN SEKTÖRÜNDE BİR ORTAK KOZA
Koza grubu tarafından altın madenlerinin satın alınması ardından madenlerin bulunduğu bölgede başta muhtarların, yerel örgütlenmelerin, kimi inanç örgütü temsilcilerinin altın madeni ve işletmesine ikna turları hızlanmıştı.
Siyasal iktidardan, uluslararası güçlerden alınan destek, yerel güçlerden alınacak destekle pekiştirilmek isteniyordu. 2005 yılında altın işletmesinin bulunduğu Ovacık’ta çevrecilerin yapacağı “çevre günü” eylemlerine giden otobüslere “turuncu tulumlu” kişilerce saldırı düzenlendi. Bu saldırılar sonrasında yıllarca süren yargılamalar sonrasında, işletme yöneticisi Akın İpek, tam 6 yıl sonra sanık oldu.
Akın İpek’in bu cansiperane tutumu sonucunda Koza Altın Madencilik büyük ve kârlı bir işletme haline geliyordu. Türkiye’de çıkartılan altının yüzde onu onların oluyordu.
Bu altı yılda pek çok izin alınmış, Bergama başta olmak üzere Türkiye’de altın madenciliğinin ve siyanür liçi yöntemiyle altın işletmeciliğinin önü açılmıştı. On beş yıl önce verilen çevreci yargı kararlarının yerinde yeller esiyordu.
Maden Kanunu ve bu kanun ekseninde devletin muazzam bir desteği vardı altın işletmeciliğine. Bu destek ile orman, mera, tarım arazisi her yer altın madenciliğinin hizmetine giriyordu. Uşak Eşme, Bergama, Havran, Gümüşhane, Sivas, Artvin, Erzincan, Ulukışla altına madenleriyle bu son on yılda tanıştı. Maden arama ve işletme ruhsatı alan şirketler çok hızla büyüdü.
Ancak, altın gibi “değerli” madencilik faaliyetinde, eşitler arasında birinci olmak, iyi işletmecilikle mümkün olamazdı. Hem siyasal iktidarla hem de uluslararası iktisadi düzenle sıkı bağların olması zorunluluk taşıyor. Bu şirketlerin iktisadi büyümeleri, siyasi ve tarikat bağlantıları güçlü birer politik odak haline gelmelerine ve siyaseti de belirler olmalarının yolunu açtı. 2011 yılından sonra iktidar bloku içinde altın madenciliği alanında ağırlığı olan Fetullah Gülen ekibinin ağır topu Akın İpek’de düne kadar iktidarın tüm nimetlerinden gani gani yararlandı.
Koza grubu tarafından altın madenlerinin satın alınması ardından madenlerin bulunduğu bölgede başta muhtarların, yerel örgütlenmelerin, kimi inanç örgütü temsilcilerinin altın madeni ve işletmesine ikna turları hızlanmıştı.
Siyasal iktidardan, uluslararası güçlerden alınan destek, yerel güçlerden alınacak destekle pekiştirilmek isteniyordu. 2005 yılında altın işletmesinin bulunduğu Ovacık’ta çevrecilerin yapacağı “çevre günü” eylemlerine giden otobüslere “turuncu tulumlu” kişilerce saldırı düzenlendi. Bu saldırılar sonrasında yıllarca süren yargılamalar sonrasında, işletme yöneticisi Akın İpek, tam 6 yıl sonra sanık oldu.
Akın İpek’in bu cansiperane tutumu sonucunda Koza Altın Madencilik büyük ve kârlı bir işletme haline geliyordu. Türkiye’de çıkartılan altının yüzde onu onların oluyordu.
Bu altı yılda pek çok izin alınmış, Bergama başta olmak üzere Türkiye’de altın madenciliğinin ve siyanür liçi yöntemiyle altın işletmeciliğinin önü açılmıştı. On beş yıl önce verilen çevreci yargı kararlarının yerinde yeller esiyordu.
Maden Kanunu ve bu kanun ekseninde devletin muazzam bir desteği vardı altın işletmeciliğine. Bu destek ile orman, mera, tarım arazisi her yer altın madenciliğinin hizmetine giriyordu. Uşak Eşme, Bergama, Havran, Gümüşhane, Sivas, Artvin, Erzincan, Ulukışla altına madenleriyle bu son on yılda tanıştı. Maden arama ve işletme ruhsatı alan şirketler çok hızla büyüdü.
Ancak, altın gibi “değerli” madencilik faaliyetinde, eşitler arasında birinci olmak, iyi işletmecilikle mümkün olamazdı. Hem siyasal iktidarla hem de uluslararası iktisadi düzenle sıkı bağların olması zorunluluk taşıyor. Bu şirketlerin iktisadi büyümeleri, siyasi ve tarikat bağlantıları güçlü birer politik odak haline gelmelerine ve siyaseti de belirler olmalarının yolunu açtı. 2011 yılından sonra iktidar bloku içinde altın madenciliği alanında ağırlığı olan Fetullah Gülen ekibinin ağır topu Akın İpek’de düne kadar iktidarın tüm nimetlerinden gani gani yararlandı.
ENTEGRASYON İÇİN ÖNEMLİ NİMET
Altın üretimi şirketler için yaptıkları yatırımlarının kredi aracı olarak da görülüyordu. Uluslararası sisteme entegre olmak isteyen şirketler için altın çok önemli bir metadır. Egemen blokun bir arada hareket ettiği yıllarda, ortak çıkar ekseninde altın firmalarına “dokunan yanıyordu”.
İlhan Cihaner, Erzincan İliç’te başlattığı bir soruşturmanın ucu bölgede altın madenciliği yapan çok uluslu bir firmaya ve ortakları arasında Çalık Grubu bulunan bir firmaya dokunduğu için hakkında davalar açıldığını, makamın basıldığını ve savcılık mesleğinden uzaklaştırıldığını söylüyordu.
Her şey o kadar hızlı oluyordu ki, Erzincan’da operasyon ile uzaklaştırılan İlhan Cihaner’i makamından paldır küldür gözaltına alanlar, birkaç yıl sonra paldır küldür göz altına alınıyorlardı. Hatta aynı siyasal akımın bir holdingi kayyuma devrediliyordu. Bu kavganın gün yüzüne çıkan kısmında, AKP ve Fettullah Gülen arasında yaşandığı varsayılan siyasal bir çatışmanın merkezi rol aldığı ileri sürülüyor. Bu çatışmanın mahiyeti üzerinde durmadan, aynı zamanda ortada bir çatışma var ise aynı zamanda iktisadi bir çatışma da yaşandığını vurgulamak gerekir.
Altın üretimi şirketler için yaptıkları yatırımlarının kredi aracı olarak da görülüyordu. Uluslararası sisteme entegre olmak isteyen şirketler için altın çok önemli bir metadır. Egemen blokun bir arada hareket ettiği yıllarda, ortak çıkar ekseninde altın firmalarına “dokunan yanıyordu”.
İlhan Cihaner, Erzincan İliç’te başlattığı bir soruşturmanın ucu bölgede altın madenciliği yapan çok uluslu bir firmaya ve ortakları arasında Çalık Grubu bulunan bir firmaya dokunduğu için hakkında davalar açıldığını, makamın basıldığını ve savcılık mesleğinden uzaklaştırıldığını söylüyordu.
Her şey o kadar hızlı oluyordu ki, Erzincan’da operasyon ile uzaklaştırılan İlhan Cihaner’i makamından paldır küldür gözaltına alanlar, birkaç yıl sonra paldır küldür göz altına alınıyorlardı. Hatta aynı siyasal akımın bir holdingi kayyuma devrediliyordu. Bu kavganın gün yüzüne çıkan kısmında, AKP ve Fettullah Gülen arasında yaşandığı varsayılan siyasal bir çatışmanın merkezi rol aldığı ileri sürülüyor. Bu çatışmanın mahiyeti üzerinde durmadan, aynı zamanda ortada bir çatışma var ise aynı zamanda iktisadi bir çatışma da yaşandığını vurgulamak gerekir.
İKTİDARIN KIRILGAN ŞİRKETLERİNE ÇİMENTO
Enerjide etkinliği olan AKP merkezine yakın blokların son zamanlarda hızlıca altın sektöründe varlık göstermek istemesi de bu açıdan manidardır. Yıllardır, Artvin Cerratepe’de olduğu gibi Cengiz Holding veya Çalık gibi asıl olarak enerji ve inşaat sektörlerinde varlık gösteren şirketlerin de madencilik sektöründe pay sahibi olmaya yöneldiğini işaret etmek gerekiyor. Ancak Türkiye’nin dünya altın piyasası içinde maliyetleri düşük ve rezervi bol maden yatakları olsa da bu yatakların doğrudan ekonomiye bir katkısı yok. Fakat, bu maden yataklarındaki altını çıkartan ve buna sahip olan firmaların uluslararası sistemde daha güçlü olacağı kesin.
Bu sınırlı pazar içinde, altın madenine daha önceden sahip olan Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen şirketlerin, rekabet gücünün devlet gücüyle kontrol altına alınmasını bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Enerji ve inşaat gibi kırılgan sektörlerde yatırım yapan ve fakat kredi ihtiyacı duyan mevcut iktidara yakın şirketlerin finansal yapısının güçlendirmek için de sermayenin egemen blok içinde el değiştirmesi gerekiyor.
Bu anlamda da siyasal iktidarı taşıyacak olan sermaye gruplarının kırılgan bir iktisadi pozisyonu olduğu anlamına geliyor olabilir. Bu el değiştirmelerin, egemen bloka yakın sermaye sınıfının iktisadi açıdan daha da güçlendirilmesi ve devlete bağımlı bir sınıfın desteklenmesi için gerekli olduğu söylenebilir.
Sermaye sınıfı bileşenlerinin arasındaki çatışmanın iktisadi zeminini de işte bu siyasal ve hukuki görünümlü kavgada belirginleşiyor. Tabii sermaye sınıfının iç kavgası da son derece acımasızca gelişiyor. Bu sınıf tarafından, göz göre göre, hiçbir hukuk kuralı bırakılmadığı için, olabildiğince nobran manzaraların cereyan etmesi normal. Hukuka karşı konumlanmış piyasa kültürü ve değerlerinin sonucunu yaşıyoruz.
Enerjide etkinliği olan AKP merkezine yakın blokların son zamanlarda hızlıca altın sektöründe varlık göstermek istemesi de bu açıdan manidardır. Yıllardır, Artvin Cerratepe’de olduğu gibi Cengiz Holding veya Çalık gibi asıl olarak enerji ve inşaat sektörlerinde varlık gösteren şirketlerin de madencilik sektöründe pay sahibi olmaya yöneldiğini işaret etmek gerekiyor. Ancak Türkiye’nin dünya altın piyasası içinde maliyetleri düşük ve rezervi bol maden yatakları olsa da bu yatakların doğrudan ekonomiye bir katkısı yok. Fakat, bu maden yataklarındaki altını çıkartan ve buna sahip olan firmaların uluslararası sistemde daha güçlü olacağı kesin.
Bu sınırlı pazar içinde, altın madenine daha önceden sahip olan Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen şirketlerin, rekabet gücünün devlet gücüyle kontrol altına alınmasını bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Enerji ve inşaat gibi kırılgan sektörlerde yatırım yapan ve fakat kredi ihtiyacı duyan mevcut iktidara yakın şirketlerin finansal yapısının güçlendirmek için de sermayenin egemen blok içinde el değiştirmesi gerekiyor.
Bu anlamda da siyasal iktidarı taşıyacak olan sermaye gruplarının kırılgan bir iktisadi pozisyonu olduğu anlamına geliyor olabilir. Bu el değiştirmelerin, egemen bloka yakın sermaye sınıfının iktisadi açıdan daha da güçlendirilmesi ve devlete bağımlı bir sınıfın desteklenmesi için gerekli olduğu söylenebilir.
Sermaye sınıfı bileşenlerinin arasındaki çatışmanın iktisadi zeminini de işte bu siyasal ve hukuki görünümlü kavgada belirginleşiyor. Tabii sermaye sınıfının iç kavgası da son derece acımasızca gelişiyor. Bu sınıf tarafından, göz göre göre, hiçbir hukuk kuralı bırakılmadığı için, olabildiğince nobran manzaraların cereyan etmesi normal. Hukuka karşı konumlanmış piyasa kültürü ve değerlerinin sonucunu yaşıyoruz.
SIRADA KOÇ VE DOĞAN MI VAR?
Enerji sektörünü elinde bulunduran blokun acil kredi, finans ihtiyacı için altın gibi kredibilitesi yüksek kaynaklara duydukları ihtiyaç çatışmanın dozajını yükseltti ve siyasal bir ölüm kalım mücadelesinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Seçim sonrası işaret edilerek altın üreticisi Koç ve Doğan grubundan da bu anlamda “hesap sorulacağı”nın ifade edilmesi de sermayenin el değiştirmesinin kapsamının genişleyebileceğini gösteriyor. Koza Grubuna fiilen el konulması veya hukuken kayyum atanması durumunu bu eksenden anlamak mümkündür. Kayyum atama kararına baktığınızda, altın madeni vurgusu çok önemli bir gerekçe olmuş. Özellikle Koza şirketinin bildirim esasına dayalı olarak çıkartılan altınları üzerinden vergi kaçırdığı da vurgulanmış. Oysa altın çıkartılırken “bildirim esası” Maden Kanunu’nun gereği, yani yasal zorunluluk kayyum atamanın gerekçesi sayılmış. Ama zaten mesele de bu değil. Kayyum hikayesine biraz da bu sermaye sınıfının çatışması ekseninden bir de böyle bakmak gerekir…
Enerji sektörünü elinde bulunduran blokun acil kredi, finans ihtiyacı için altın gibi kredibilitesi yüksek kaynaklara duydukları ihtiyaç çatışmanın dozajını yükseltti ve siyasal bir ölüm kalım mücadelesinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Seçim sonrası işaret edilerek altın üreticisi Koç ve Doğan grubundan da bu anlamda “hesap sorulacağı”nın ifade edilmesi de sermayenin el değiştirmesinin kapsamının genişleyebileceğini gösteriyor. Koza Grubuna fiilen el konulması veya hukuken kayyum atanması durumunu bu eksenden anlamak mümkündür. Kayyum atama kararına baktığınızda, altın madeni vurgusu çok önemli bir gerekçe olmuş. Özellikle Koza şirketinin bildirim esasına dayalı olarak çıkartılan altınları üzerinden vergi kaçırdığı da vurgulanmış. Oysa altın çıkartılırken “bildirim esası” Maden Kanunu’nun gereği, yani yasal zorunluluk kayyum atamanın gerekçesi sayılmış. Ama zaten mesele de bu değil. Kayyum hikayesine biraz da bu sermaye sınıfının çatışması ekseninden bir de böyle bakmak gerekir…
SEÇİMLE DEMOKRASİ GELECEĞİNİ ZANNETMEK!
Türkiye’nin parlamenter demokrasi hattında siyasetinin devam edip etmeyeceği neredeyse genel seçimlerin yapılıp yapılamayacağına indirgenmiş durumda. Ancak, parlamenter demokrasinin olmazsa olmazı olan hukuk devleti ekseninden ve yargı kararlarına uygun karar alma pratiklerinden Türkiye’nin keskin bir biçimde kopuşunun yirmi yıllık bir geçmişi var.
Bu geçmiş içinde, parlamenter demokrasi çizgisinden ülkenin kopuşunu tetikleyen sürecin, mevcut siyasal grubun iktidara yapışmasından daha derin iktisadi bir süreçle karşı karşıya kaldığımızın üzeri ise örtülüyor.
Böyle olunca da parlamenter demokrasi kanalına, yeniden, bir siyasal iktidar değişikliği ile gireceğimiz sanrısı yaratılıyor. Oysa maalesef durum böyle değil. Türkiye’de sermayenin büyüme rejimi itibariyle, parlamenter demokrasinin ve hukuk devletinin varlığından özellikle ’80 sonrasındaki küresel sistem içinde konum tutan piyasa düzeninin de hiç de hoşnut olmadığını söylemek mümkün.
Türkiye’nin parlamenter demokrasi hattında siyasetinin devam edip etmeyeceği neredeyse genel seçimlerin yapılıp yapılamayacağına indirgenmiş durumda. Ancak, parlamenter demokrasinin olmazsa olmazı olan hukuk devleti ekseninden ve yargı kararlarına uygun karar alma pratiklerinden Türkiye’nin keskin bir biçimde kopuşunun yirmi yıllık bir geçmişi var.
Bu geçmiş içinde, parlamenter demokrasi çizgisinden ülkenin kopuşunu tetikleyen sürecin, mevcut siyasal grubun iktidara yapışmasından daha derin iktisadi bir süreçle karşı karşıya kaldığımızın üzeri ise örtülüyor.
Böyle olunca da parlamenter demokrasi kanalına, yeniden, bir siyasal iktidar değişikliği ile gireceğimiz sanrısı yaratılıyor. Oysa maalesef durum böyle değil. Türkiye’de sermayenin büyüme rejimi itibariyle, parlamenter demokrasinin ve hukuk devletinin varlığından özellikle ’80 sonrasındaki küresel sistem içinde konum tutan piyasa düzeninin de hiç de hoşnut olmadığını söylemek mümkün.
ALTIN KAVGASININ ÖNCESİ
Türkiye’nin kapılarının uluslararası altın tekellerine açılması için yasal, yönetsel dönüşüm Madencilik mevzuatıyla birlikte şekillendi. Ancak, Türkiye’de ’90’lı yıllarla birlikte çevrenin korunmasına yönelik duyarlılık, alternatif kalkınma modellerinin gündeme getirilmesi sonucunda altın madenciliği toplumsal mücadelenin konusu oldu. Özellikle Bergama’da altın madenciliğine karşı başlayan mücadele çok önemliydi.
Uzun mücadele sürecinden mahkemeler Bergamalılar ve çevre lehine 88 karar verdi. Hiçbiri uygulanmadı. 27 Mart 2002’de Bergamalı köylüler Boğaz Köprüsü’nü trafiğe kapatarak “Yetti gari, hükümet mahkeme kararlarını uygula” dese de yirmi yıla yakın süredir yargı kararları uygulanmadı. Yargı kararlarının uygulanmamasının yanı sıra 2010 sonrası şirketler paramiliter unsurlara yaslanmaya başladı. Çevrecilerin ve köylülerin yargı kararının uygulanması için yaptıkları eylemler şirkette çalışan işçiler tarafından saldırılar organize edildi. AİHM kararları bile hiçe sayıldı.
Türkiye’nin kapılarının uluslararası altın tekellerine açılması için yasal, yönetsel dönüşüm Madencilik mevzuatıyla birlikte şekillendi. Ancak, Türkiye’de ’90’lı yıllarla birlikte çevrenin korunmasına yönelik duyarlılık, alternatif kalkınma modellerinin gündeme getirilmesi sonucunda altın madenciliği toplumsal mücadelenin konusu oldu. Özellikle Bergama’da altın madenciliğine karşı başlayan mücadele çok önemliydi.
Uzun mücadele sürecinden mahkemeler Bergamalılar ve çevre lehine 88 karar verdi. Hiçbiri uygulanmadı. 27 Mart 2002’de Bergamalı köylüler Boğaz Köprüsü’nü trafiğe kapatarak “Yetti gari, hükümet mahkeme kararlarını uygula” dese de yirmi yıla yakın süredir yargı kararları uygulanmadı. Yargı kararlarının uygulanmamasının yanı sıra 2010 sonrası şirketler paramiliter unsurlara yaslanmaya başladı. Çevrecilerin ve köylülerin yargı kararının uygulanması için yaptıkları eylemler şirkette çalışan işçiler tarafından saldırılar organize edildi. AİHM kararları bile hiçe sayıldı.
Eklenme Tarihi: 29 Ekim 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder