20 Ocak 2019 03:35
Gün yitip gitmeden önce sarp yamaçlar kızıla kesti. Issız
koyaklar gölgelendi. En son ışık denizin ortasında kaybolurken, orman turunç
renginden çağla yeşiline, ardından gece mavisine büründü.
Yıldızlar bir bir göz kırparken akşamın alacasına, serin bir
yel usulca sokuldu ormanın içine doğru.
Yalnız Efe kendine geldiğinde gözlerinin önünde yıldızlar
uçuyordu. İçinde bir bulantı vardı. Başı ortadan ikiye yarılacakmış gibi
ağrıyordu.
Gökyüzüne baktı, ay tam bu sırada iki tepenin çatalından
doğuyordu. Bulutsuz gece göğünde üzeri lekelenmiş tepsi gibiydi ay.
Ağzı yukarı düşmüştü bulunduğu yere. Kalkmaya çalıştı,
yapamadı. Dizlerinin üzerine doğru dönmek istedi, dönemedi. Bekledi bir süre
daha. Nefes alışlarını düzenlemeye uğraştı. Boğazı yanıyordu soluk aldıkça.
Yüreği o kadar yavaş atıyordu ki! Bir an duracak sandı. Ürperdi! Ölüme ne kadar
yakın olduğunu düşündü. ‘Belki de öldüm’ diye geçti içinden.
Yattığı yerden toprağın içine parmaklarını daldırdı. Serin
topraktaki yaşamı hissetti. Toprak nemliydi, çiğ kokuyordu.
Kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Keçileri az ötede
birbirine sokulmuş duruyorlardı. Gecenin karanlığından korktuklarında, eğer
evin yolunda değillerse bir araya gelirler, bir top olurlar, başlarını
birbirinin gövdelerine sokup beklerlerdi. Usul usul kımıldamaları duyulurdu bu
zamanlarda. Boyunlarındaki çanların sesleri çın çın öterdi. Bir de gecenin ve
etraftaki ormanın uğultusu olurdu.
Ama tüm bunlar maden gelmeden önceydi...
Rüzgar, madenin boğuk homurtularını, geri geri giden bir
kepçenin çıkardığı uyarı sirenini, yükünü almış bir kamyonun inleyerek dağa
sarmasının seslerini getirdi kulaklarına kadar.
Toparlamıştı birazcık kendini. Soluk alış verişi düzelmiş,
başındaki ağrı hafiflemişti sanki. Son hatırladığı şey ormanın içinde başının
dönmesi, çamların üstüne üstüne gelişi, dik yamaçtan aşağı doğru yuvarlanmamak
için bir ağacın gövdesine sarılışı, ağacın reçine kokusu ve sert budakların
ellerinin derisini bir elmanın kabuğunu soyar gibi soyuşu idi.
İşte o düştüğü ağacın altındaydı hâlâ. Zamanı kestirmeye
çalıştı, yatsıya yaklaşmış olmalıydı. Tam bu zamanlarda keçileri ile birlikte
köye girmiş, evine giden küçük yokuştan aşağı sarı ölgün sokak lambalarının
altında iniyor olmalıydı.
Demek ki en az iki üç saattir baygın yatıyordu bulunduğu
yerde. Ayağa kalkmak istedi. Sol ayak bileğinde müthiş bir acı onu olduğu yere
mıhladı adeta. Elleriyle bileğinin çevresini yokladı. Kırık çıkık bir şey yok
gibiydi ama dinmeyen ince bir sızı hissediyordu. Çamın dalından destek alıp
tekrar ayağının üzerine basmayı denedi, acı onu olduğu yere kıç üstü oturttu
yeniden.
Heybesi hâlâ boynuna çaprazlama bir biçimde takılıydı.
Tüfeği aşağıya doğru kayıp gitmiş, belki bir 10 metre öteye
sürüklenmişti. Heybeyi karıştırdı. Bir poşete sarılı keçi peyniri ve yufka
çıkınının altındaki telefonuna ulaşıp oğlunun numarasını bulmaya çalıştı.
Gecenin karanlığı bozuk gözleri ile birleşince küçük ekrandan ismi bulmak hiç
de kolay olmadı onun için. Nihayet oğlunun adını gördüğü ekranda ara tuşuna
basarken içinden telefonun çekmesi için dua ediyordu.
*
İzmir’in dağlarına ilk karların düştüğü günlerde Uzundere
yolundan Efemçukuru ayrımına saptığımızda bembeyaz bir bulut aracımızın yolunu
kesti. Buluttan çıkar çıkmaz da kar yağmış yamaçları, tepeleri beyazlamış
ağaçları gördük. Buz gibi, tertemiz bir hava girdi açık pencereden içeriye.
Köye girdiğimiz gibi, sürüyü önüne katıp bağlara doğru
ilerleyen Yalnız Efe’yi gördük. Keçilerin arkasında, elinde ince uzun bir ceviz
dalı, omzunda tüfeği, sırtında asker kamuflajından kabanı ile topallayarak yürüyordu.
Bizi görünce yüzü güldü, “Ne o keçi gütmeyi mi özlediniz”
dedi. Sarılıp kucaklaştık. “Keçilerden çok seni özledik Ahmet abi” dedik. Neden
topalladığını sorduk. Bir yıl kadar önce, başına gelen olayı öğrendik o zaman.
Düşüp bayılmasını, bu sırada ayağından gelen ‘kıt’ sesini, ayıldıktan sonra
oğlunu arayıp onun yardımı ile eve zar zor gidebilmesini anlattı. Doktor,
‘Kesin dinlenmelisin, artık çobanlığı bırakmalısın’ demiş ama o bir hafta sonra
tekrar düşmüş keçilerin peşine.
‘Çalışmazsak ekmek yok, mecburum keçileri gütmeye’ dedi. Bir
iki saat lafladık. Onu anlatan belgeseli ilk ona izlettik. Çok beğendiğini
söyledi, teşekkür etti bize. Beş dakika oldukları yerde durmayan keçilerin
epeyce uzaklaştığını gördüğümüzde vedalaştık. Dallarından güneş sızan çamların
içine doğru topal topal yürüdü gitti. Ağaçların arasında kaybolurken omzundaki
tüfeğin namlusu şavkıdı. Keçilerin çan sesleri arasında ayak sesi duyulmaz
oldu.
Dönerken, Yalnız Efe’nin bağlarının yanından, İzmir’in
suyunu kirleten madenin önünden geçtik. Aylarca gidip geldiğimiz bağlarda
mevsim kışlamış, asmalar çoktan gazelini dökmüştü.
İzmir’in bu dağları çok efe gördü geçmişte. İşgale karşı
direnen, tüfek çatıp, sarı çamın altından kurşun sallayan.
İzmir’in son efesi hâlâ o dağlarda. Yalnız Efe, tüfeği
omzunda, boynunda kıl heybesi, yaralı ayağına yan basarak, ‘Ne mor dağları
biter bu ülkenin ne omzu tüfekli efeleri’ dercesine dolanıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder