13 Ocak 2019 02:30
Poşet parası
PAZAR
Eve geldiğinde burnundan soluyordu. Güler yüzle kapıyı açan
karısının yüzüne bakmadı bile. Doğrudan mutfağa gidip, elindeki poşetleri
masanın üzerine fırlatır gibi bıraktı. Poşetlerin birinin içinden gelen “çıtt”
sesi siniri daha da arttırdı. ‘Çıtt’ sesinin geldiği poşetin ağzını açıp baktı.
Üzerinde kocaman üç yumurta ve gülen sarı bir tavuk resmi bulunan kartonun
kenarından yumurtanın sarısı akmaya başlamıştı bile.
Karısı mutfak kapısında durmuş şaşkın şaşkın bakıyordu.
“Ne oldu? Neye öfkelendin bu kadar?” diye sordu.
Kaç yumurta kırıldığını anlamak için poşetten çıkardığı
yumurtalara bakarken biraz sakinleşmişti. Neyse ki sadece bir tanesi kırılmış
görünüyordu.
Derin bir “offf” çekip, içindeki kızgınlığın kalanını da
boşaltmaya çalıştı.
“Markette her ürünün fiyatı uçmuş gitmiş. Bu yetmezmiş gibi
çıkarken aldıklarımı koyduğum iki poşetten de para aldılar. Unutmuştum ben,
poşetlerin paralı olduğunu. Bırakamadım da geri...”
Karısı gülmesini içinde tuttu. Gitti adamın omzunu şefkatle okşadı.
Eşine hak verdi. 25 kuruşun bile hesabını yaptıkları günler hiç bitmiyordu
ki...
Adam, aldığı malzemeyi çıkarırken, kırılmış yumurtayı mutfak
tezgahının üzerinde çöp kutusu olarak kullandıkları plastik kabın içindeki
poşete attı.
“Eee, şimdi çöp kovasına ne yerleştireceğiz o zaman” diye
geçirdi içinden.
***
Sabah, servis beklediği durağa gitmeden önce, her zaman
yaptığı gibi durağın yanındaki fırından iki poğaça, kaynamış bir yumurta, bir
tane de küçük kutularda satılan meyve sularından aldı. Meyve suyunun yan
tarafına yapıştırılmış plastik pipet var mı yok mu diye bakmayı ihmal etmedi bu
sefer. Dün bakmamış, pipetsiz çıkınca epey zorlamıştı meyve suyunu içmek.
Tezgahtar kız aldıklarını poşete koyarken “Bundan da para
alacaklar mı acaba?” tedirginliği geçti içinden. Neyse ki her zamanki kadar bir
para ödedi aldıklarına.
Fırından hâlâ karanlık ve soğuk olan sokağa çıktığında “Oldu
olacak bu meyve suyu kutularından, bu pipetlerden de para alsınlar” diye
düşündü. Buz gibi bir rüzgar içini üşütmeye başladığında gocuğunun yakasını
iyice kaldırdı. Önündeki plastik su şişesine tekme atıp işçi servisinin
geleceği durağa yürüdü.
*
Çamdibi-Aliağa arasında bir saate yakın süren yolculuğun ilk
15 dakikasında yine hep yaptığı gibi kahvaltılıklarını yedi. Sabah uykusuna
geçmeden önce telefonundan günün haberlerine baktı.
“Turizm şirketi sahibi turizm bakanı cennet gibi bir koyu
kendine otel yapmak için imara açtı”
“Cumhurbaşkanının yazlık sarayı yapımı için Okluk Koyu’nda
inşaat sürüyor.”
“Plastik poşetlerden alınan 25 kuruşun 15 kuruşu bakanlığa,
10 kuruşu markete kalacak”
“Cumhurbaşkanı; ‘denizlerimizin kenarlarını, orman
alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar var. Şu para var ya nelere
muktedir, şu kapitalizm nelere muktedir. Doğa şöyle olmuş böyle olmuş, umurunda
değil...’ dedi”!
Köprüye zam, asgari ücretin vergi diliminde artış, pazar
fiyatları el yakıyor ve memlekette çıkan gazetelerin çoğu bunların hiç birisini
yazmıyordu!..
Telefonu sinirli sinirli cebine sokarken, iki elini göğsünün
üzerinde birleştirip koltuğu geriye yatırdı ve uyudu...
**
Kamyon inleye inleye yolu çıkıyordu. Yol siyah yapışkan bir
toza bulanmıştı. Günlük güneşlik havada, yoldan kalkan toz nedeniyle kamyonun
pencerelerini sıkı sıkıya örtmüştü. Yanından geçtiği ağaçların yaprakları o
kadar acıklı görünüyordu ki!..
Çevredeki fabrikaların bacalarından oluk oluk duman
fışkırıyordu. Yaklaşık 2 kilometrelik yolun sağı solu hep fabrikalarla doluydu.
Kimi fabrikalar arkasında ne olduğunu göstermeyen yüksek levhalarla
çevrelenmişti. Bunların arkasındaki gizlenmeye çalışılan şeyi çok iyi biliyordu
o.
Kamyonunun kasasına doldurduğu 20 tonluk yükte de yüksek
levhalar ardına gizlenmeye çalışılan şey vardı; demir çelik fabrikaları ve
termik santralden çıkan cüruf atıkları!
Kamyonu yolun sağındaki ince asfalt bir yola doğru döndürdü.
Yol hafif bir eğimle tırmanışa geçti ve bir süre sonra sağlı sollu cüruf
dağlarının arasından ilerleyerek küçük bir çam ormanının karşısındaki tepenin
üzerinde durdu. Tepe ovanın ortasında sonradan oluşmuş bir cüruf tepesiydi.
Dorseyi kaldırıp cürufu boşalttıktan sonra kamyonu üzerinde tek bir otun dahi
bitmediği bu pis kokulu yapay tepeden indirdi. Hiç durmadan geldiği yoldan
fabrikaya doğru dönüşe geçti. Cüruf tepesinin altındaki çukurda kalan alan
sularla dolmuştu. Gölyüzü deniyordu bu küçük düzlüğe. Dökülen cüruflarla her
geçen gün ufalan ve yakında izi bile kalmayacak olan sulak alanlardan
birisiydi.
Demir çelik fabrikasında çalışan bir işçi olarak buraya
günaşırı getirip döktüğü tonlarca cürufun ‘tehlikeli atık’ olduğunu gazeteden
öğrenmişti. Ülkenin en güzel ormanlarının, ovalarının, dağlarının şirketler
tarafından nasıl talan edildiğini her gün görüyordu. “Çevreyi temiz tutmak için
poşetleri paralı yapıyoruz” diyenlerin iki yüzlülüğüne artık şaşırmıyordu. Bir
taraftan hükümetin iyice ‘Sinekten yağ çıkarma’ ustası haline geldiğini
düşünüyor, bir taraftan da kendilerini yıllardır 25 kuruşun hesabını yapmak
durumunda bırakmalarına lanet ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder