27 Ocak 2019 04:15
PAZAR
Basmane Garından çıkıp Gaziler Caddesi boyunca gazetenin
İzmir bürosuna yürürken bazen karşılaşırız Yılmaz Abi’yle. Koltuğunun altında
sert plastikten silindir bir oturak, elinde, içine sattığı tespih, yara bandı,
jilet, kolye, İzmirimkart kılıfı gibi ıvır zıvırların yanı sıra, küçük bir
elektronik tartıyı koyduğu naylon çanta, yolla kaldırım taşının birleştiği
köşede başı önde tedirgin tedirgin yürür. Ayağının biri kaldırım taşına değmek
zorundadır ilerleyebilmesi için. Çünkü Yılmaz Abi’nin gözleri neredeyse kördür.
Bir gün gözlerinin durumunu sorduğumda, birinin tamamen kör
olduğunu söylemişti. Diğeriyle ilgili ise “kırmızı bir ışıktan başka bir şey
göremiyorum” demişti.
Yolunu, kaldırımlara ayağını sürterek doğrultur ama trafik
lambalarını geçmek hiç de kolay olmaz onun için. Araçların gelip gelmediğini anlamadığından
yolun kenarında, kulaklarını seslere açarak, başını etrafında birisi var mı yok
mu anlamak için sağa sola çevirerek dakikalarca beklediği olur.
Gaziler Caddesinin esnafları artık tanıdıkları Yılmaz Abi’yi
görünce koluna girip karşıya kadar geçirirler. Ben de çoğu zaman onunla, tam
büronun olduğu iş hanının yanındaki bu trafik lambalarında karşılaşırım. Tutar
kolundan geçirir, yolun sağına park etmiş araçlar nedeniyle kaldırımı
hizalayamayacağı için araçlar bitene kadar da onunla yürürüm. Bu arada da
sohbet ederiz Yılmaz Abi’yle.
Yaşı 60’ın üzerinde değildir ama daha yaşlı görünür. Boyu
kısa, teni kara denecek kadar esmerdir. Artık neredeyse tamamen beyazlamış
saçları ve gençken yakışıklı olduğunu belli eden yüz hatları vardır.
Tepecik Hastanesinin arka taraflarında, Roman mahallesindeki
evinden sabah erkenden çıkıp iki kilometrelik yolu 3 saatte ancak yürüyerek
eski Şifa Hastanesi’nin köşesine kadar gelir. Oraya oturup çantasının içindeki
satılık eşyaları çıkarıp önüne koyar, tartısını da onların yanına iliştirir ve
saatlerce hiç sesini çıkarmadan müşteri gelmesini bekler.
Sattığı eşyaların en yüksek fiyatlısı 10 liradan fazla
değildir. Gözleri görmediği için ne verirlerse alır. Üstünü isteyen müşteri
olursa da cebinden çıkardığı paralardan almasını ister.
Karşılıksız güvenir müşterisine. Kendisi gibi kör bir
satıcının üç kuruşuna tenezzül etmeyeceklerini düşünür. Bu düşüncesinde
yanıldığı çok olmuştur ama bunların bazılarını hiç fark etmez, fark ettiklerine
de kızıp söylenmez.
Akşama doğru Tilkilik’te turşucu dükkanı olan bir komşusu
geçerken onu da arabasına alır hayrına. Evinin önünde bırakır.
Her gün yağmurda, güneşte üç saatlik yolu, üstelik gözleri
görmüyorken yürümenin zor olup olmadığını sordum bir gün. “Ne yapalım abi”
dedi. “Evde iki genç kız, bir karı ekmek beklerler benden. Çalışmak zorundayız
ele güne muhtaç olmamak için.”
Memleketini öğrendiğimde Karabiga’da 2011 yılında yaptığımız
çekimlerden bahsettim ona. Sevincini görmeliydiniz! Belki 50 yıldır gitmediği
memleketini, çocukluğunun geçtiği yerleri sordu bana.
Anlattım; denizi, Priapos’a doğru uzanan yemyeşil otlakları,
küçük beldenin dar sokaklarını, sahildeki balıkçıları, teknelerin etrafında
dolaşan kedileri, kıyılarını döven dalgaları, sert rüzgarları, bakir koylardaki
Akdeniz Foklarını, Priapos’un burçlarını, burçların dibinde biten kır
çiçeklerini, kantaronları, hemen yanı başındaki ahlat ağacını...
O günden sonra her koluna girdiğimde Karabiga’yı anlatmamı
istedi benden.
Yılmaz Abi’ye termik santralden bahsetmedim hiç. Anlattıklarımı
tutkuyla dinlemesi, heyecanlandıkça kolumu sıkması, üç beş tanesi eksik
dişlerinin göründüğü ağzını keyifle açıp sevinç çığlıkları atması, arada durup
“hala duruyor mu o sokak? Sokağın başında seyyar köftecilik yapardı babam.
Kalenin burçlarının dibinde ateş yakıp şarap içerdik” diyerek o anı yeniden
yeniden yaşaması sanırım bana engel oldu.
Sadece, Karabiga ile ilgili ilk sohbetimizde, termik santral
kurulmasına karşı halkın direndiğini, bizim de 2011 yılında bu direnişi çekmeye
gittiğimizi söylemekle yetindim.
Karabiga’nın bugününü anlatmadım ona. O yeşil otlakların
termik santral külleri ile dolduğunu, sert rüzgarların dev gibi bacanın
dumanlarını taa Kaz Dağı’na savurduğunu, denize bırakılan sıcak suyun balıkları
haşladığını, Akdeniz foklarının artık neredeyse koyları unuttuğunu, Priapos’un
burçlarından her gün bir parça tuğlanın daha koptuğunu, sokakların kirli,
insanların sarı benizli olduğunu, şirin beldenin üç kuruş kazanan santral
işçilerinin ceplerini boşaltmak için AVM’lerle dolduğunu anlatmaya yüreğim el
vermedi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder