İzmir’den Aydın’a giderken Selçuk sapağına gelmeden, yolun
hemen sağ tarafında Alaman Dağı denilen dik bir tepenin üzerindedir Keçi
Kalesi. Yüz yıllardır bu tepeden, bütün ovayı avını gözetleyen bir şahin
edasıyla süzer durur. Zaten kale de ovayı gözetlemek için kurulmuştur.
Bir zamanlar, aşağıdaki geniş azmakta sazlıkların iki insan
boyunu aştığı yıllarda, yolu bilmeyen atlıların bir anda kendisini yarı beline
kadar gelen suyun içinde bulduğu, çırpındıkça batan atla birlikte dibi boylayıp
kaybolduğu çok olmuştur.
Yılanın, kurbağanın, türlü tevir su kuşlarının yurdu olan bu
bataklık, yaban domuzlarının ve bıkıp usanmadan onların izini süren Anadolu
Kaplanının da avlanma alanıydı.
Şimdi tam ortasından bir otoyol geçiyor!..
Otoyol Belevi köprüsünden sağa kıvrıldığında Selçuk-Kuşadası
tarafına, hafif sola meylettiğinde ise biraz ilerdeki Selatin Tünelini geçip
Aydın ellerine doğru uzuyor.
Tünelin öte yanındaki sağlı sollu tarlalarda bahar zamanı
hummalı bir çalışma var. Arkasında sarı bir toz bırakarak ağırca ilerleyen
traktör pulluğunun değdiği yerlerde boz toprak koyu kahverengiye dönüyor.
Yan taraftaki tarlanın içine iki bilek kalınlığındaki bir
hortumla su salınmış. Su berrak, bazen güneşte menevişleşiyor. Sıcaktan
kavrulan ovada bakanın içini serinleten bir su bu.
Bir iki tarla ötede, başında sarı çizgili poşusu, allı güllü
şalvarı rüzgarda dalgalanan bir kadın toprağa eğilmiş otları yoluyor.
Tarlaların yamacındaki yassı tepeler ağaçlarla yüklü. Yeşili
güneş altında ıpılayan kestaneler. Tepelerde top top buluşan fıstık çamları,
onların arasına serpiştirilmiş genç akasyalar, yamru yumru gövdeli güngörmüş
zeytin ağaçları...
Toprak bereketli, sular serin, bol. Hava sıcak ve nemli.
Rüzgar denizin tuzunu, dağ çayının, kekiğinin kokusunu taşıyor. Tarlalardan
kalkan tozun, dağın zirvesinden inerken maviden mora çalan pusun türküsünü
fısıldıyor efil efil...
Birden, kente iyice yaklaşmışken, otoyolun her iki yanındaki
incir, zeytin, şeftali, narenciye ağaçlarının ortalarında iriyarı bir insan
gövdesinden bile daha kalın borular peydah oluyor. Kimi yere yakın, kimi göğe
yükselip belli bir süre gittikten sonra tekrar toprağa doğru eğilen ve paralel
olarak kilometrelerce uzayan gri metal boyalı borular ilerideki jeotermal
enerji santralleri (JES) tesislerinde son buluyor.
Binlerce metre yerin derinliğinden çektiği sıcak akışkanı
JES’e taşıyan borular santralin yeşile boyalı duvarından içine giriyor. Genişçe
ağızları külaha benzeyen üç bacasından beyaz dumanlar tütüyor. Aydın ovasını,
bu ovanın içindeki köyleri, bahçeleri, bağları kıvrım kıvrım yılan gibi
dolaşarak ilerliyor borular.
Bunaltıcı bir mayıs sıcağında Aydın Çevre ve Kültür
Platformu (AYÇEP) yöneticileriyle kent merkezinde buluşup şehre birkaç
kilometre uzaklıktaki Yılmazköye gittik. Köylüler bir gün önce JES şirketinin
tarlalarına, su kanallarının dibine ve toprak yolların şarampollerine boru
döşemesine engel olmuşlardı. Şirket ertesi gün kuşluk vakti tekrar aynı
girişimde bulununca yeniden karşılarına dikilmişlerdi.
Şirket direnişi aşamayıp araçlarını çekince köylüler de
evlerine dağılmışlar. Tam öğle saatlerinde gittiğimizde köy girişindeki yolun
kenarında bir zeytin ağacının gölgesinde nöbet tutan üç kadın gördük. Yaşlı
kadınlardan birisi ellerini göğe doğru uzatıp JES’cilere ileniyordu, “Utanmaz,
arlanmazlar! Allahtan bulsunlar!..”
Yıllardır Yılmazköy’deki zeytinliğinin içinden JES borusu
geçirilmesine direnen, davalar açan, JES karşıtı hemen her toplantıya ilerlemiş
yaşına rağmen katılan Ayşe Çetin teyze yine oradaydı. Arabamızı park edip
yanlarına giderken bizleri tanıdı. Öğle sıcağında sığındıkları zeytinin
gölgesinden kalkıp hoş geldin etti.
"AĞAÇLARIM AĞLIYOR!"
“Evlatlar görüyorsunuz bize rahat yok. Sabahın köründe
geldiklerini duyunca alelacele tansiyon ilaçlarımı yutmadan, dişlerimi bile
takmadan çıkmışım evden. Yaşlı başlı ağaçlarımızı kökleyip götürecekler.
Zavallı ağaçlarım ağlıyor! Millet hastalıktan kırılıyor. Yeşilliğimizi,
doğamızı, temiz havamızı bulamıyoruz artık. Türkiye elden gidiyor!” dedi.
Ayşe teyzenin yüksek sesle söylediği bu sözlere yoldan geçen
55-60 yaşlarında, göbekli bir adam laf attı. Köy merkezine doğru elini
arkasında birleştirmiş ağır ağır yürürken “Türkiye elden gideli çok oldu” dedi.
Diğer iki kadından daha genç görünen Nergis Şahan adamın bu
sözlerine tepki gösterdi. “Sen böyle direnmezsen tabii ki Türkiye elden gider!
Gidin oturun siz kahveye! Ondan sonra da Türkiye elden gitti!..”
"KÖYLÜYÜ GARİBAN GÖRÜYORLAR"
Hemen yanı başında oturan 71 yaşındaki Elif Akmen’in de canı
çok yanmıştı besbelli; “Köyümüzü mahvettiler. Köylüyü gariban gördüler, alçakta
gördüler. Binsinler üzerimize bakalım!” İşaret parmağı ile gökyüzünü gösterdi,
“Ona havale ediyorum. Ne bu yaa! Üstten tel gider tarlalarımızın içinden sıcak
su borusu...”
“Enerjimizi tüketiyorlar bizim” dedi Nergis Şahan, “Ülkeye
enerji lazım diye bizim temiz havamızı, toprağımızı, enerjimizi tüketiyorlar.
Biz karşı çıkınca da önümüze jandarmaları dikiyorlar”.
Köylü kadınların konuşmalarını dinleyen AYÇEP yönetiminden
Ahmet Uslu “Köylü kendi toprağına sahip çıkmazsa jandarma da onlardan yana
olur, devlet de” diye söze girdi. “Uluslararası şirketler bunlar. Devlet de
senin, köylünün, halkın devleti değil. Öyle bir devlet yok şu anda
Türkiye’de...”
Yılmazköylü üç kadını oturdukları zeytin ağacının
gölgesinden kaldırmadan vedalaştık. Güneş, insanın beynine işliyordu adeta.
İzmir’e dönüşte Keçi Kalesi bu sefer otobüsümüzün sol camından
gözden kaybolana kadar izledi bizi. Yine öyle her zamanki gibi görmüş geçirmiş,
dingince...
“İşin zor senin de Keçi Kalesi” diye geçirdim içimden.
Yüzyıllardır bu topraklara yapılan bunca kötülüğü görüp dayanmak için taş
olmaktan başka da çare yok sanki!..
“Benim sadık yarim kara topraktır” diyen koca ozanın şiiri
geldi sonra aklıma;
“Demir olsam çürür idim
toprak oldum da dayandım”...
toprak oldum da dayandım”...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder