05 Mayıs 2019 04:25
Ekoloji mücadelesi -bütün diğer toplumsal hareketler gibi-
kendisinin dışındaki mücadeleler karşısında “Bizi ilgilendirmez” diyemez.
Ekolojinin tanımına aykırıdır öncelikle bu durum. Canlıların birbiri ve
çevreleriyle ilişkisi dendiğinde hiçbir hareketin, hiçbir olay- olgunun
ekolojinin ilgi ve mücadele alanı dışında kaldığı söylenemez.
Bu yıl 1 Mayıs alanlarını dolduran ekoloji örgütleri elbette
en başta kendi talepleri ile yürüdü. Ekonomik krizle ekolojik krizin eş zamanlı
olduğunun, ülkede toprağın, havanın, suyun kirlenmesinin tarımı ve yaşam
alanlarını yok oluşa götürdüğünün, bunun halkın sağlığı, gıda güvenliği ve
elbette ekonomisini son derece olumsuz etkilediğinin mesajlarını taşıdılar
alanlara.
Öte yandan, işçi-emekçi sınıfın bir parçası olarak işsizlik,
pahalılık, ekonomik kriz, demokrasi yoksunluğu, hukuksuzluk, adaletsizlik,
geleceksizlik karşısında ortak mücadele çağrılarına hem parçası oldukları işçi
sınıfının penceresinden, hem de üzerine yoğunlaştıkları ekoloji cephesinden
katılım sağladılar.
Ekoloji mücadelesi verenler kendilerine başka tanımların
yanı sıra en çok “yaşam savunucusu” derler. Bu altı boş bir kavram değildir.
Maden, taş ocakları, enerji yatırımları gibi doğanın büyük ölçüde tahribine yol
açan projelere karşı dağın, ormanın, kurdun, kuşun, böceğin yaşamını
savunurlar. Onların yaşamını savunmanın aslında kendilerinin, çocuklarının,
herkesin ortak evi gezegenimizin varlığını savunmak olduğunu bildikleri için
yaparlar bunu.
Göç yollarını tıkayan rüzgar enerji santrallerinin
kanatlarına çarparak ölen kuşların yanındadırlar. Binlerce yıldır hep aynı
rotayı izleyen kuşların yolunu kapatıp, “Başka yoldan uçsunlar” demek kadar
zalim ve saçma bir düşünce olmadığını bilirler.
Ağacı kesilen sincabın, ormanı yakılan karıncanın, yuvası
dağıtılan tilkinin acısını yüreklerinde hissederler. Yaşam alanları mega-çılgın
projelerle yok edilmiş yaban domuzlarının boğazı yüzerek geçmeye çalışmaları ya
da siteler arasında küçücük kalmış bir makilikte doğum yapmalarının nasıl bir
yıkımın habercisi olduğunu bildikleri için hep endişelidirler.
Doğanın yüz binlerce, milyonlarca yılda kurduğu dengeyi
altüst etmenin, ona saygı göstermeyerek değiştirmeye çabalamanın, onun üzerinde
egemenlik kurma özlemlerinin nelere mal olduğunun binlerce örneğini okumuşlar,
görmüşlerdir. O yüzden bir türün yeryüzünden silinmesinin, bir habitatın yok
edilmesinin, çevrenin kirletilmesinin yaratacağı yıkımın er ya da geç bu yıkıma
yol açanları vuracağının bilincindedirler.
Toplumdaki tüm kıpırdanmalara karşı hassas bir terazisi
vardır ekoloji mücadelesinin. İş-ekmek mücadelesi kendi mücadelelerinin bir
parçasıdır. Doğanın korunmaması durumunda ne işin ne de ekmeğin sürdürülebilir
bir geleceğinin olmayacağını, temiz çevre olmadan sağlıklı bir yaşamın
olanaksızlığını bilirler. Savaşın nasıl bir ekolojik yıkım olduğunu da en iyi
bilenlerdir ekoloji mücadelesi verenler. Savaşta ölümün kazandığını, yaşamın
kaybettiğini görerek barıştan yana, savaş karşıtı bir mücadele çizgisini
savunurlar hep.
Ekoloji mücadelesi, son aylarda, ülke cezaevlerinde yaşanan
açlık grevleri ve ölüm oruçlarını da bu düşünce çerçevesinde
değerlendirmelidir. Meseleye her şeyden önce yaşam hakkı penceresinden bakmalı,
toplumsal barışı zedeleyecek, acıları katmerleştirecek her gelişmenin şiddete
körük vazifesi göreceğinin haklı endişesini taşımalıdır.
Ekonomik, ekolojik, demokratik taleplere sağır bir siyasi
iklimde, barışı simgeleyen beyaz tülbentlerin bile suç sayıldığı bir karanlığın
dibinde umudu yeşertmeye çabalamak, ölüme karşı yaşamı savunmak ve bunu
cesaretle, ikircik göstermeden yapmak gerekiyor.
İçeride-dışarıda nerede olunursa olunsun onurlu bir yaşam
herkesin hakkıdır. Ne en demokratik taleplerin dahi kısıtlanması/gasbı
karşısında ölüme yatarak hak aramak, ne yaşam hakkının günbegün eriyip
yitmesine karşı üç maymunu oynamak...
Ekoloji mücadelesi her koşulda ve her yerde yaşamı savunmak
zorundadır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder