15 Aralık 2019 03:48
Özer AKDEMİR
Yüz yaşına merdiven dayamıştı. Ömrünün son deminde
kundağında daha 40 günlük bir bebekken ayrılmak zorunda kaldığı ata
topraklarına gidiyordu. Artık kendileri de yaşını başını almış, torunlarını
büyüten iki kızından son isteği bu olmuştu. İlerleyen yaşının bu yolculuğu
kaldıramayacağından endişelenen kızlarına her şeyi göze aldığını ve kendisini
son derece dinç hissettiğini söylemişti. Büyük kızı Helen, torunu Aleksi ile
kendisinin de yanında olmaları şartıyla bu yolcuğa çıkabileceklerini
söylediğinde ihtiyar babası çocuklar gibi sevindi…
Karaburun Yarımadası'nda, bozkıra benzeyen kırçıl otlar,
cılız maki ve tek tük zakkum ağaçlarından başka hiçbir bitkinin olmadığı bir
arazide ilerliyorlardı. Ara sıra masmavi Ege’yi görüyorlardı otomobilleri bir
tepenin başına geldiğinde. Haritanın gösterdiği yerden sağa, tozlu bir toprak
yola döndü araç. Küçük bir tepenin başına doğru kıvrılarak ağırca ilerledi.
Etrafı çıplak çakır dikenlikler ve yine makiliklerle kaplıydı yolun.
Tepenin üzerinden yeniden denizi görmeye başladıklarında
arabayı durdurmasını söyledi torununa. Kızı inip kapıyı açtı babasına. İhtiyar
adam bastonunu yere koydu ve yavaşça indi otomobilden. Açık, güneşli, çok güzel
bir hava vardı. Denizden doğru tatlı bir esinti geldi burnuna. Rüzgara kekik,
deniz yosunu, tuz ve baygın zakkumların kokusu karışmıştı. Başı döner gibi
oldu. Hafifçe sallandı. Kızı sarıldı hemen beline, torunu koştu geldi koluna
girdi. Endişeyle baktı 96 yaşındaki adama. Yaşlı adam “Merak etmeyin” der
gibisinden elini sıktı torununun. Gülümsedi gözlerine bakarak.
Tam önlerindeydi köy. Köyden geri kalan yani!.. Çıplak
taşlarla örülmüş çatısız harabe halindeki onlarca ev, denize doğru dik inen
daracık sokaklar, taş viranelerin arasında incir ağaçları…
Bir iki harabe evin yanı başında upuzun kavak ve servi
ağaçları yükseliyordu. Köyün sağ yanında dev gibi rüzgar santralleri vardı.
Köye çok yakındı RES’ler ve bu hafif esintide bile durmadan dönüyorlardı.
Rüzgarın sesine RES’lerin kanatlarından çıkan iniltiye benzer mekanik ses
karışıyordu.
Bulundukları tepeden tatlı bir eğimle denize doğru inen
köyle deniz arası belki 2-3
kilometre kadar vardı. Kuş uçuşu daha az bir mesafeydi
bu ve köyün artık birer yıkıntıya dönüşmüş olan bütün evlerinden denizi
görebiliyordunuz.
“Kilisenin yanındaymış evimiz, kiliseyi bulalım” dedi yaşlı
adam. Tam o sırada büyük taş bir evin içinden çıkan grubu gördüler. Kadınlı
erkekli 7 kişilik grup da kendilerini görmüştü. Aralarında 20 metre kadar ya var ya
yoktu. Elini kaldırdı Aleksi. Yabancı aksanı hemen belli olan Türkçesi ile
‘merhaba’ dedi gruba. ‘Merhaba’ dedi gruptaki kadınlardan biri. O da elini
kaldırdı ve gülümsedi kendilerine.
Reklam
Çeşme Müze Müdürlüğü görevlileri, köy muhtarları ve
Karaburun Kent Konseyinden bir yetkili, neredeyse yüzyıl önce terk edilen ve o
günden bu yana da boş duran eski Rum Köyü Sazak’ın “kültür varlığı” olarak
koruma altına alınması çalışması için köyde incelemeler yapıyorlardı. 1923
yılında göç ettikleri Sazak köyüne Ege’nin karşı kıyısından, Yunanistan’dan
gelenlerle tam da o gün böyle karşılaştılar.
Hikayesini öğrendikten sonra sıkıca kucakladıkları ihtiyar
Dimitri’yi kilise kalıntılarına götürdüler. Kiliseden geriye hemen hemen hiçbir
şey kalmamıştı. Defineciler, köylüler ve “Taşları bile ihtiyarlatan zaman”
büyük oranda yok etmişti kiliseyi. Sadece küçük bir kısmı duruyordu ve bir
duvarında İsa ile Meryem Ana’nın solmuş, silinmiş, karalanmış resimleri göze
çarpıyordu.
20 yıl önce ölen babasının yıllarca anlattığı evi ise elleri
ile koymuş gibi buldular. İhtiyar Dimitri’nin içine doğduğu ve kırk günlükken
tüm köyle birlikte terk ettiği evi kiliseden daha iyi durumdaydı.
Babasının anlattıklarından sokaklarını, ağaçlarını,
denizini, rüzgarını, üzüm bağlarını aradı Dimitri. Titrek adımları ile
bastonuna dayanarak şimdi kadim rüzgarların dışında kimsenin toz kaldırmadığı
taş sokakları adımladı. Babasının “Denizin rengi gibi çivit mavisine
boyamıştım” diye anlattığı, kucağında İsa’yı taşıyan Meryem Ana heykelciğinin
bulunduğu duvarın içine oyulmuş rafın üst kısımları hâlâ çivit mavisi rengini
koruyordu. Evin bir zamanlar avlu olan küçük kısmında kocaman bir incir ağacı
vardı şimdi.
Gidip ağacın dibindeki bir taşın üzerine oturdu. Elini
koynuna soktu. Tam göğsünün üzerine koymuştu küçük bez çıkınını. İçinde
annesinin ve babasının birbirine karışmış saçları vardı!...
Annesi babasından önce ölünce karısının hâlâ sapsarı olan
saçından bir tutam kesip, daha memleketi terk etmedikleri bir zamanda, nişanlı
iken kendisine verdiği mendilin içine koymuştu babası. Ölmeden birkaç ay öncesi
Dimitri’ye verdi bu en değerli hazinesini. Dedi ki ona “Ben ölünce bir tutam
saçımı kesip annenin saçlarının arasına koymanı istiyorum senden. Ve ikimizin
saçını denizin öbür tarafındaki köyümüze götürüp, evimizin içindeki avluya göm.
Araştırdım, köyümüz terk edilmiş bir şekilde hâlâ duruyormuş Badembükü’nün
tepesinde. Senden son isteğim bu evlat!..” Babası, yağmurun ve karın birbirine
karıştığı bir kış günü öldü. Gözyaşları içinde onu gömmeden önce saçından bir
tutam kesip, mendilin içindeki annesinin saçlarının yanına koydu Dimitri.
Annesinin sarı saçları babasının beyaz saçları ile karışmıştı…
İhtiyar Dimitri titrek elleriyle ceketinin cebinden küçük
bir makas çıkardı. Kızından seyrek saçından bir tutam kesmesini rica etti. Kızı
göz yaşları içinde dediğini yaptı babasının. İhtiyar adam kendi saçını anne
babasının saçının arasına koyup çıkını sıkıca bağladı. İncir ağacının dibine
küçük bir çukur açmasını istedi torunundan ve çıkını o çukura koyup üstünü
toprakla iyice örttü.
Kırk günlük bir bebekken doğduğu topraklardan göç etmek
zorunda kalan Dimitri’nin artık iyice ihtiyarlayan yüreği, anne ve babasıyla
baba ocağında tekrar buluşmalarının sevinci ile pır pır ediyordu.*
Reklam
* Mübadele döneminde 1923 yılında terk edilen Karaburun’daki
eski Rum köyü Sazak geçtiğimiz ay kentsel sit alanı ilan edildi.
https://www.evrensel.net/yazi/85327/bir-tutam-sac-yuz-yillik-ozlem
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder