08 Aralık 2019 03:35
PAZAR
Akşamın ilerleyen saatlerinde indiğimiz havaalanından
Sur’daki otele giderken Dağ Kapı Meydanı civarında, kaldırıma oturmuş erbane
çalan bir adama gözüm çarptı. Bir anlık, taksinin yanından geçtiği belki de 3-5
saniye içerisinde gördüm onu. İncecik vücudu, uzamış sakalı, esmer, kıvırcık
saçıyla, 45-50 yaşlarında bir adamdı. Sırtını bir dükkanın kapalı kepengine
dayamış, çıkan ritme başını, gövdesini, yukarıya dua eder gibi kaldırdığı
ellerini uydurarak, adeta kendinden geçercesine vuruyordu erbaneye. Bu haliyle
çivili tahtaların üzerinde dans eden bir Hint fakirini andırıyordu.
Taksi, yaklaşık beş yüz metre sonra otelin kapısında
durduğunda erbane çalan adamı düşünüyordum hâlâ. Otele eşyaları bıraktığım gibi
dışarı çıktım. Adamı gördüğüm yere doğru yürüdüm. Soğuk, puslu bir Diyarbakır
gecesiydi. İncecik bir çiğ yağıyordu kaldırımlara. Gece yarısı olmasına rağmen
kentte, sokaklarda, çay ocaklarında, ciğercilerde, apartmanların arasına
sıkışmış büfelerde hâlâ insanlar görülüyordu. Diyarbakır, Anadolu’da birçok kentte
gördüğüm, insanların saat sekiz-dokuzda evlerine çekilip sokakları
boşalttıkları kentlere benzemiyordu.
Surlara paralel giden, yaprak dökmüş çınar ağaçlarının
gölgelediği geniş bir kaldırımda on beş dakika kadar yürüdüm. Erbane çalan adam
gördüğüm yerde yoktu. Sokak lambalarının sarı ışığında oturup sırtını kepengine
yasladığı dükkanın önünde kalın bir mukavva parçası kalmıştı geriye. Etrafa
bakındım, ürkek kedilerden, cılız sokak köpeklerinden başka kimseyi göremedim.
Çaresiz, bu sefer karşı kaldırımdan geldiğim yöne, otele doğru yürüdüm. Tek tük
yağmur damlaları düşmeye başlamıştı.
Otele yakın bir lokantanın önüne gelince yarım saat kadar
önce taksiciyle konuşmamızı anımsadım. Benim etrafta görünen ciğercilere,
tatlıcılara iştahla baktığımı görmüş olacak ki “Abe, açsanız şu lokantanın
çorbaları iyidir. 24 saat açıktır. İlerde de ciğerci Remzi var, orası da
açıktır” demişti. Öğleden bu yana bir şey yemediğim aklıma geldi. Şu saatte bir
çorba da iyi giderdi doğrusu.
Lokantaya girdim. Benim dışımda 4-5 kişi daha vardı. Arka
taraflarda bir masaya doğru yürüdüm. Masaya oturduğumda tam karşımdaki masada
oturan erbane çalan adamla göz göze geldik. Oturduğu masa meşrubat, ayran ve
suların konduğu soğutucu dolabının arkasında kaldığı için görememiştim ilk girdiğimde.
Bakışlarımız karşılaşınca birbirimize başımızla selam verdik. O yavaş
hareketlerle çorbasına pide doğramaya devam etti, ben de başıma dikilen garsona
çorba söyledim. Erbanesini yanındaki sandalyeye sanki o da bir şeyler yiyip
içecekmiş gibi yanlamasına koymuştu. Erbanenin derisi yeni doğmuş güneşe
benziyordu. Kasnağının etrafında birçok metal halka diziliydi.
Başımla erbaneyi gösterip “Sizi biraz önce çalarken gördüm.
Dinlemek için döndüğümde kalkmıştınız” dedim. Şaşkınca baktı yüzüme, sonra
mahcup bir gülümseme ile bakışlarını kaçırdı. “Çorba param çıkmıştı” dedi.
Kaşık tutan eli durmuştu, mahzunlaştığını, konuşmak istemediğini anladım.
“Afiyet olsun” dedim. Garsonun getirdiği çorbaya bolca limon sıkıp içmeye
koyuldum. Çorba gerçekten nefisti.
Reklam
“Misafir misiniz hocam?” diye sordu. Çorbadan başımı
kaldırdım yüzü bu sefer daha aydınlık ve güleçti. Biraz önceki utangaçlık,
mahzunluk gitmişti. Bir iki dakikadır beni incelediğini hissediyor, rahatsız
etmemek için bakışlarımı kaldırmıyordum.
“Evet” dedim, gülümseyerek.
“Hoş gelmişsiniz. Nereden geldiniz?”
“İzmir. Bir toplantı için geldim, şu ilerideki otelde
kalıyorum”.
“Hoş gelmişsiniz, başım gözüm üstüne” dedi
“Siz buralı mısınız?” diye sordum ben de.
“Yok, ben Cizreliyim” dedi usulca. Sorumu yanıtlarken
sesinin ve bakışlarının değiştiğini hissettim. Gözlerinden bir buğu gelip geçti
sanki. Konuyu değiştirmek istedim hemen, “Kaç yıldır erbane çalıyorsunuz?”
“Dört yıl kadar oldu” dedi ve çorbasını kaşıkladı. Vücut dili artık konuşmak
istemediğini söylüyordu. Üstelemedim, anlayamamıştım ama belli ki bir şeyler
onu rahatsız etmişti.
Ben de çorbama döndüm yeniden. O çok yavaş içiyordu. Çorbamı
bitirip garsona lavaboyu sordum. Yukarı katta imiş. Kalkarken göz ucuyla erbane
çalan adama baktım. Başını önüne eğmiş hâlâ çorbasını kaşıklıyordu. Lavaboya
gidip gelmem iki üç dakika sürmemişti belki ama döndüğümde erbane çalan adam
yoktu. Garson geride bıraktığı kaseyi alıyordu. Garsondan hesabı istedim ben
de.
“Hesabınız ödendi abe” diye seslendi kasadaki adam. Şaşkın
şaşkın baktım yüzüne. “Bedir abe ödedi hocam, selam da söyledi size. Afiyet
olsun” dedi. “Ama olmadı şimdi” dedim. “Keşke almasaydınız”.
“Bizde böyledir abe. Hele bir çay getir hocama” diye
seslendi garsona kasadaki adam. Müsaade isteyip karşıma oturdu. Bir çay içimi
sohbet ettik. Erbane çalan adamın öyküsünü öğrendim ondan. Öyküyü yazmak bile
bana acı verirken onun çektiği korkunç acıları düşünüyorum hâlâ...
Erbane çalan adam, “Bedir abe,” Cizre’de dört yıl önceki
hendek çatışmalarında bütün ailesini kaybetmiş. Kızının cesedi bodrumlardan
çıkarıldığında tanınacak gibi değilmiş. Karısı ve iki küçük çocuğu da ölmüş
çatışmalarda. Kendisi İstanbul’da inşaatlarda çalıştığı için kurtarmış canını.
Olayların yatışmasından günler sonra dönebilmiş evine. Evinden geriye kalan
enkaza daha doğrusu! Her tarafı delik deşik duvarlarda adeta taş üstünde taş
kalmamış ve evlerin bodrumları yanık ceset kokuyormuş! Evinin enkazından geride
17 yaşındaki kızının çaldığı erbaneyi ilginç bir şekilde sapasağlam bulmuş. Cenazeler
kaldırıldıktan sonra erbaneyi de yanına alıp Cizre’yi bir daha dönmemek üzere
terk etmiş.
***
Sabahleyin, sempozyumun yapıldığı salonun kayıt masalarında
TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu tarafından hazırlanan “Yıkılan Kentler
Raporu” da dağıtıldı. Türkçe-Kürtçe Rapor’da 2015 sonu -2016 yılı başında
bölgenin çeşitli kentlerinde yaşanan şehir savaşlarındaki tahribat
anlatılıyordu. Rapora göre Cizre’de 14 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen ve 79
gün süren sokağa çıkma yasağı sırasında yaşanan abluka sonrası kentten 251
cenaze çıkmış! Kimliği tespit edilmeden gömülen cenazelerle bu sayının 280’in
üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Sadece üç bodrumdan çıkarılan cenaze sayısı
167 imiş! Bu cenazelerden 41’i çocuk 22’si ise kadınmış!
İdil, Şırnak, Sur, Yüksekova gibi kentlerdeki yıkım ve can
kayıpları ile ilgili bilgiler, haritalar olan raporun ilk cümlesinde Kafka’nın
bir sözü var; “Ben kabuslar gördüm, ancak siz onları gerçek kıldınız”.
Erbane çalan adam gibi binlerce kabusu gerçek kılınan
insanla dolu bölge kentleri. Her birinin kabuslarda bile göremeyeceğimiz kadar
korkunç ve bizi insanlığımızdan bin kez utandıran öyküleri var…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder