Zonguldak’ta, Karadeniz’e doğru bir burun gibi uzayan Fener
Mahallesinde liman arkasına tepeden bakan bir çınar ağacı var. Tüm
yapraklarından soyunmuş bu günlerde. Çıplak dalları bulutlara dokunmak isteyen
cılız parmaklar gibi alabildiğince açılmış göğe doğru. Mevsim kışın ortası olsa
da tepenin büyük kısmı yemyeşil. Aralarda yaprakları sararmış orman
sarmaşıkları yeşilin içine kanaviçe gibi işlenmiş sanki. Böğürtlen, ısırgan ve
eğrelti otları da kayaları, ağaçları sarıp sarıp sarmalamış.
İşte bu tepenin üzerinde bulunur Fener Mahallesi. Gemilere
yol gösteren deniz fenerinden gelir adı. Zonguldaklının “Yayla” dediği bu
burun, üzerindeki evlerin çoğu Fransızlar tarafından yapıldığı için Fransız
Mahallesi olarak da bilinir.
İçinde paslı ve emektar TKİ kayıklarının bulunduğu liman
arkasından Fener Mahallesi’ne doğru giden bir yol vardır. Ortalığı birbirine
katan fırtınalı günler haricinde kendi halinde ırgalanan denizin yanı başındaki
yoldan yürüyüp biraz ileride bulunan iki tünelin ağzına vardığınızda içinizde
bir ses size “Dur! Girme!..” diyecektir.
Dinlemeyin siz de bu sesi! Biz dinlemedik. Çok tekin
görülmeseler de her iki tünele de girdik. “Küçükken bize buralardan uzak durun
derlerdi” diyen Zonguldaklı arkadaşımın göz korkutma çabası da işe yaramadı...
Yekpare bir kayalığa oyulmuş denize doğru giden tünelin
içinde öbek öbek su birikintilerini gördüğümde bir “acaba” geçmedi değil
içimden. Eni konu 30 metre
kadar uzunluğu bulunan tünelin ucundaki mavilik bu bir anlık duraksamayı alıp
götürdü ama. Paslı tren raylarının üzerinde, su birikintilerine basmamak için
hoplaya zıplaya gittik öbür uca. Tünelin diplerinde boş şarap ve bira şişeleri,
bir zamanlar vızır vızır vagonların çalıştığı, günümüzde ise ıslık çalan rüzgar
ve martı çığlıklarından başkaca bir sesin duyulmadığı izbe tünelin şimdiki
işlevi hakkında yeterince bilgi veriyordu.
Tünelin öbür ucunda göz alabildiğine, neredeyse aynı renkte
iki mavilik uzanıyordu. Maviliğin birinin üzerinde, tabloya özenle çizilmiş bir
resim kadar kıpırtısız duran kırmızı-beyaz kuşaklı uzun bir yük gemisi denizi
gökyüzünden ayırıyordu.
Sarp bir uçurum gibi dimdik iniyordu tünelin ucu denize. Ki
burada eskiden nereye yanaşıyordu gemi, nerede boşaltıyordu vagonları belli
değildi. Ömrü bu kentte geçmiş Zonguldaklı arkadaşım da bilmiyordu bunu.
Sonradan öğrendim ki lauvarda yıkanan kömürden geriye kalan işe yaramaz taş ve
kayalar vagonlarla buraya getirilip denize tumba ediliyormuş.
Birincinin hemen çaprazına düşen, tepenin içine doğru küçük
bir midibüs sığacak genişlikte oyulmuş ikinci tünelin öbür ucu görünmüyordu ama
içerisi sarı ışık veren ampullerle aydınlatılmıştı. Kaldırım taşı ile döşenmiş
zemini, yan taraflarında tünelin tavanından sızan suların aktığı kanalları,
tertemiz duvarları ile bu şirin tünel yaklaşık 200 metre uzunluktaydı.
Tünelin hemen çıkışına kondurulan denizi tepeden gören seyir terası,
duvarlarındaki yazılara bakılacak olursa aşıkların ve ayrılanların buluşma
mekanıydı.
KELEBEK ÖMÜRLÜ İKİ ŞAİR
Geniş bahçeleri olan Fransız evlerinin arasındaki yol boyunca
“anıt ağaç” tabelaları asılı çınarlar diziliydi. Her biri 150-200 yaşlarındaki
bu doğu çınarlarının diplerini örten sarı yapraklar günlük güneşli havaya
rağmen kışta olduğumuzu unutturmuyordu.
Orman gülleri, böğürtlen çalıları ile çevrelenmiş yemyeşil
bir doğanın içerisindeki bu güzelim mahallede yürürken yirmili yaşlarda ölen
iki Zonguldaklı şairi düşündüm. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu. Her
ikisi de veremden ölen bu şairlerin yaşamları ülkemizde daha çok “Kelebeğin
Rüyası” filmi ile öğrenildi.
Zonguldaklı bu iki şair, kısacık yaşamlarının bir bölümünü
şimdi yürüdüğümüz bu yollarda, bu ağaçların altında, elleri ceplerinde
dolaşarak, aç, sefil veremle savaşarak ve ancak erkence öleceklerini bilenlerin
yazabileceği şiirleri yazarak geçirmişlerdi.
“Ağaç, kuş ve güneş
Sizi dertsiz bildim
Dertli günümde.”
Dizelerinin sahibi Rüştü Onur sevdiğinden ebedi ayrılığı da
tadarak 22 yaşında yumar gözünü dünyaya. Verem tedavisi için İstanbul’a
giderken vapurda tanışıp aşık olduğu, sonra evlendiği Mediha Sessiz
hanımın, evliliklerinin 18. günü karın zarı iltihabı nedeniyle ölmesi onun da
ölümü olur adeta. Hastalığa direnme gücünü tamamen yitiren Onur, eşinin ölümüne
12 gün dayanabilir. Soğuk bir aralık günü ciğerlerinden gelen kanda boğularak
ölür!..
“Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi”
Diyen Muzaffer Tayyip Uslu da “parasızlıktan imanı
gevreyerek”, tedavi olamadığı verem hastalığından bir deri bir kemik kalana
kadar eriyerek, Zonguldak’ta anasının kucağında can verdiğinde 26
yaşındadır!
Orta Anadolu’da bir bozlak vardır. Verem hastalığının çok
yaygın olduğu yıllarda sevda yüzünden verem olanları ve ölenleri anlatır;
“El çek tabip el çek benim yaremden
Ölürüm kurtulmam ben bu veremden”
Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu tıpkı bozlaktaki gibi
ölmüşlerdir. Sevdadan, yoksulluktan, şairlikten...
Eskilerin “Şeb-i yelda” dedikleri en uzun gecede dönüş
yoluna düştüm. Zonguldak - İzmir arasında, karşıdan fırtına derecesinde esen
rüzgara karşı giden bir otobüste saatlerce Zonguldaklı şair arkadaşları
düşündüm. Onların hastalık, parasızlık ve aşk acısı ile geçen günleri, geceleri
geldi gözümün önüne. Fuzuli dedim, ne de güzel anlatmış kısacık yaşamlarına en
uzun geceleri sığdıranları...
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor, kim geceler kaç saat...”
Sabit
Yeni yılda gündüz ve gecelerinize keder uğramasın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder