12 Eylül 2021 Pazar

Kenan Bilgin: Kaybolmayan bir direniş destanı (Pazar yazısı)

 12 Eylül 2021 04:10

Cumartesi Anneleri'nin bir eyleminde 12 Eylül 1994 tarihinde gözaltına alınan ve kaybedilen Kenan Bilgin'in fotoğrafları taşınırken.

Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel

PAZAR

Yirmi yedi yıl önce tam bugün, 12 Eylül 1994 tarihinde Kayseri’deki ailemin evinden gözaltına alınmıştım. Önce Kayseri Emniyet Müdürlüğü, sonra Ankara DAL (Derin Araştırma Laboratuarı) denilen işkence merkezlerinde yaklaşık 15 gün gözaltında kaldım.

Hem bana hem de aynı operasyon kapsamında birçok farklı ilden gözaltına alınan kişilere yapılan insanlık dışı işkenceleri değil, bizzat tanıklık ettiğim bir gözaltında kayıp olayını aktaracağım sizlere bu hafta. DAL hücrelerinde tanıdığım, Kenan Bilgin’den bahsedeceğim.

Kayseri Emniyet Müdürlüğünde bir günlük “konukluk”tan sonra Ankara’dan gelen bir ekibe teslim ettiler beni. Gece yarısı bir Renault’nun arka koltuğunda, iki yanımda iki sivil polisle birlikte ellerim arkadan kelepçeli olarak yolculuk ettim. O güne kadar defalarca gidip geldiğim Kayseri-Ankara kara yolunda bu sefer bilinmeze doğru giderken Kızılırmak’a içimden “Hoşça kal” dediğimi anımsıyorum. Üzerinden geçerken “Bir daha ne zaman görüşürüz belli değil. Belki de hiç görüşemeyiz” diye veda etmiştim ırmağa. Ben birkaç yıl sonra yeniden görebildim onu ama benimle birlikte aynı hücrelerde kalan arkadaşım bir daha hiç göremedi Kızılırmak’ı...

Ankara DAL’da daha öncesinde de bulunduğum için hiç yabancısı olmadığım siyasi şubenin dar, pis ve rutubetli hücrelerine atıldığımda sabah olmak üzereydi. Bu 1.5 metreye 2.5 metre kadarlık hücrelerde 15 gün kaldım. İşkenceli sorgulara götürülüp getirilmek ve günde 1 kez tuvalet hakkı dışında çıkamadığımız bu hücrelerde, benimle birlikte çeşitli kentlerden gözaltına alınmış 10’dan fazla kişi vardı.

Benim kaldığım hücrenin yanındaki hücre boştu. Onun yanındakinde kalan kişiye ise özel muamele yaptıkları anlaşılıyordu. 

İşkence yapılan oda hücrelere yakın bir yerdeydi. İşkence seslerini duyabiliyorduk. Bu, çığlıkların hücrelerde kalanlara kadar ulaşması için yapılan bilinçli bir tercih, işkencenin bir parçasıydı.

Yalnız, benim hücre komşum işkenceye götürüldüğünde garip bir durum oluşuyordu. Hücreden alınan bu kişi işkence odasına alındığında “adın ne?” diye başlıyordu sorgu ve sonrası gerçekten çok garipti. Sorguyu, “adın ne?” sorularını, çevrilen manyetoyu, vücuda vurulan darbeleri ve bütün o işkence seansı sırasında çıkan sesleri duyuyorduk. En azından ben hemen hepsini duydum. Olayın garip olan yanı ise bu sesler dışında işkence yapılan kişiden tek bir inilti dahi çıkmaması idi!

Yanımdaki hücreden alıp götürmeseler sanki var olmayan birine işkence yapılıyormuş gibi düşünürdüm. Oysa, kapalı da olsa mazgalın aralığından getirilip götürülenleri görebiliyordum gözümü dayadığımda. O kadar işkence, elektrik, askı, falaka, kaba dayak, hücre komşuma yapılıyor, bu kadar eziyet edilen kişiden ise bırakın adını söylemeyi tek bir ‘ahh’ dahi çıkmıyordu! Sadece, artık saatler süren seanstan yorulan, işkence ettikleri kişinin ağzından tek bir inilti dahi alamayan işkenceciler pes edip bu kişiyi hücresine sürükleyerek getirip attıktan sonra kapısı kapatıldığında hücreden inleme sesleri geliyordu!..

Polisler her şeyin farkındaydılar elbette. Hücre kapısının önünde bir süre bekleyip iniltileri dinliyorlar, yarı baygın getirdikleri kişinin ölmediğini anlayıp kendilerinden bir ‘ahh’ sesini dahi esirgemesine alındıklarından olsa gerek küfürler savurup gidiyorlardı. Birinde, hücreden ses çıkmayınca telaşlandılar, doktor dedikleri birini getirip hücrede yatan kişiyi muayene ettirdiler. “Doktor” hücreye girip bir iki dakika kaldı. Çıkışta kapıda ayaküstü polislerle içeriğini duyamadığım birkaç cümle konuştuklarını görebildim.

Artık kaçıncı gündü bilmiyorum ama polislere o kadar işkenceye rağmen adını söylemeyen hücre komşum mazgaldan koridora doğru “Adım Kenan Bilgin. Beni gözaltında kaybetmek istiyorlar” diye birkaç kez bağırdı. Sesi zor çıkıyordu! Yorgun ama son derece kararlı geliyordu.

Adını bu şekilde öğrendiğim Kenan Bilgin’i bir süre sonra, (belki de aynı gün) bulunduğumuz yerden aldılar. Bir daha da kendisinden haber alamadık.

Tutuklanıp Ankara Ulucanlar Cezaevine götürüldüğümüzde Kenan Bilgin’le birlikte bir arkadaşımızın daha aynı operasyonda alınmış olmasına rağmen gözaltında kabul edilmediğini belirten bir dilekçe yazdık cezaevi yönetimine. O süreçte gözaltında kayıplar çok yaygın bir yok etme biçimiydi ve iki arkadaşımızın akıbetinin de bu şekilde olmasından ciddi endişe duyuyorduk.

Arkadaşlardan birisini bizi savcılığa sevk ettikleri gün yeni gözaltına almışlar gibi yapıp resmi olarak kabul ettiler. Kenan Bilgin’i ise bugüne kadar hâlâ kabul etmiyor devlet. 

O süreçte sadece ben değil, birçok kişi onu Ankara emniyetinde gördük, direnişine tanıklık ettik, sesini duyduk. Aralarında başka bir operasyonda alınıp Kenan’ı daha önceki yıllarda tanıyan birisi ve bir avukatın da olduğu onlarca tanıklığa rağmen Kenan Bilgin bugüne kadar hâlâ kayıp!

Bu tanıklığımı AİHM yargıçları dahil birçok kez anlattım. Yıllarca süren dava sonucu Türkiye devleti Kenan Bilgin’in gözaltında kaybedilmesinden suçlu bulundu ve cezalandırıldı. 

Benim gibi, Kenan’ı tanıyan herkes her 12 Eylül’de faşist cuntanın yıl dönümünün yanı sıra Kenan Bilgin’in gözaltına alındığı tarihi de anıyor, anlatıyor.

Bu ülkeyi yönetenlerin ellerinde Kenan gibi onlarca gözaltında kaybedilen devrimcinin kanı var. Cumartesi Annelerinin evlat acıları, ahı ve arayışları var.

Kenan’ı ve tüm gözaltında kayıpları aramaktan asla vazgeçmeyeceğiz...

https://www.evrensel.net/yazi/89442/kenan-bilgin-kaybolmayan-bir-direnis-destani?utm_source=twitter&utm_medium=twitter_ap&utm_content=2729&utm_campaign=12-09-20217:23

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...