24 Nisan 2022 00:42
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Sırtını asırlık çamın gövdesine verip oturdu Mehmet amca. Bir iki dakika oturduğu yerden soluğunun düzelmesini bekledi. Önünden aşağıya doğru inen sarı çamlarla kaplı tepenin eteklerinde boğuk boğuk araç sesleri geliyordu. Bir mavzer atımı kadar bile yoktu kepçelerle aramızda. Oradan yükselen toz, sanki burnunun dibinde tütüyormuşçasına yüzünü ekşitti Mehmet Amca.
Omzumu Mehmet amcanın yaslandığı çama dayayıp aşağıdaki görüntüye dalmıştım ben de. “Ne yapacağız biz bunu?” sorusuyla daldığım hazin görüntüden sıyrıldım. Yüzünde sorunun yanıtını aramaktan çok çaresizliği anlatan bir ifade vardı.
“Valla Mehmet amca önce sizin köylüleri ikna etmek gerekiyor sanki. Yoksa dava açtınız, biz haberlerinizi yapıyoruz sürekli, Mecliste milletvekilleri çıkıp konuşuyor, sosyal medyada burası her hafta bir şekilde güdeme geliyor ama işte görüldüğü gibi şirketin tüm bunları taktığı yok” dedim.
Bizim o gün, orada çözüm üreteceğimiz bir mesele olmaktan çok uzaktı konu. Madran Dağı aylardır delik deşik ediliyor, ne köylünün, ne çevrecilerin, ne milletvekillerinin gücü yetiyordu bir şirkete. AKP’liydi patron. Çine Belediyesinde meclis üyesiydi. Hal böyle olunca arkasına iktidarın desteğini almış, ‘hak-hukuk her şey benim burada’ der gibi at oynatıyordu Madran'da. Köyde de bir iki cılız itirazın dışında herkes kaderine razı gibi görünüyordu. Kimisi zaten madende işe girmiş, kimi geçim kaynakları fıstık çamlarının yanına üç beş yan gelir diye madenin taşeronluğunu yapıyordu.
Şirket dağdaki ağaçları bile Topçam köylülerine kestiriyordu. Yüzlerce yıllık çamları doğrayan baltanın sapı bu ağaçlardandı. Baltayı tutan el de bu ormandan geçimini sağlayan köylülerin eliydi…
Yetmiş yaşını devirmişti Mehmet amca. 130 kiloyu aşkın iri gövdesini çam ağacına yaslayıp kesik kesik solurken bulutlanan gözlerini benden kaçırdı. Yüzünü öte yana, 30-40 adım aşağıdaki tarlaya doğru çevirdi. Tarlanın tam ortasında upuzun bir fıstık çamı vardı. Tarladaki arpa bir karışı geçmiş, yemyeşil bir halıya dönmüştü.
“Bu tarlayı 7-8 yıl önce kepçe getirip saatine dünyanın parasını sayarak yaptıktı. O zamanlarda beşi bir yerde bozdurdum bu tarlayı düzletmek için. Şimdi tam altını oyuyor maden. Tarla da akıp gidecek bir süre sonra” dedi Mehmet amca.
Oturduğu yerin aşağısında harıl harıl çalışan maden kepçeleri, kamyonları… Sağ tarafından bir süre sonra aşağıya akıp gideceğini söylediği tarlası… Mehmet amcaya gene bir offff çektirdi gördükleri.
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Biraz da konuyu değiştirmek için hemen yanımızdaki mezarı sordum.
“Kaç yıllık bu mezar Mehmet amca? Kimmiş içinde yatan biliniyor mu?”
Etrafı taşlarla bir metre kadar yükseltilmiş mezar hemen dibimizde, Mehmet amcanın altına oturduğu çamın sol yanında idi.
Elini yere dayayarak koca gövdesini güç bela doğrultup ayağa kalktı. Ucuna doğru sivrilen mezar taşının üzerine bağlanmış rengi solmuş bez parçasını okşayıp mezarın etrafında bir tur attı; “Mezarın yaşını, içinde kimin olduğunu bilen yok. Belki bin yıllıktır. Eskiden Yörükler oğlaklarını mezarın başına getirir etrafında döndürürlerdi. Mezarın üstüne çıkan oğlağı orada kurban ederler, etini obaya dağıtırlardı. Mezara 10 oğlak çıkmışsa onunu, 20 çıkmışsa yirmisini de keserlerdi. 'Kuvvet Yareni' deriz bu mezara. Bazı akşamlar gün doğusundan yeşil bir ışık gelip patlar mezarın üstünde. O gün bir şenlik, bir hareketlenme olur burada. Bak zaten belli yeri de” diye mezarın yanı başındaki düzlüğü gösterdi. Boyu üç dört metreye eni iki metreye yaklaşan mezarın etrafında türlü türlü kır çiçekleri, sütleğenler, ayrık otları ve ısırganlar göze çarpıyordu. İnce sırım gibi gövdeleri ile göğe yükselen sarıçamlar düzlüğü çevrelemişlerdi.
“Üç tane mezar var Madran da buna benzeyen. Yaren mezarları bunlar. Madenciler bu mezarları da yok edecekler” diye söylendi Mehmet amca…
Yangınların başladığı yere doğru giderken yollarda, iki karış tozun altında vızır vızır gidip gelen sarı maden kamyonlarının arasından geçtik. Aracımızın pencerelerini içeri toz girmesin diye sıkı sıkı kapattık.
“Eskiden bu yoldan geçerken arabamızın altında kozalaklar,
çam dalları çıtır çıtır ederdi. Şimdi tekerler toza gömülüyor” dedi Ali Coşkun.
Maden evinin
Hafta sonu, ramazan ayında, tam da köylülerin oruçlarını açtıkları akşam saatlerinde dağda çıkan yangınları göstermek için çağırmışlardı beni. "Yüzde bin madenciler çıkardı yangınları" diyorlardı.
Yangınlar, Madran kaynak suyunun çıktığı tepeye giden yola
paralel, ormanın 20-
Mehmet amcanın oğlu Özgür, “Erken yaktılar biraz” dedi iddialı bir şekilde. “Bu mevsimde orman yaştır daha. Üstelik rüzgar da yoktu o gün. Zaten rüzgar olsa kimse tutamazdı bu yangını”. Yangınlardan, yağmayan yağmurdan, esmeyen rüzgardan, akmayan sulardan, kötü giden her şeyden madeni sorumlu tutuyorlardı köylüler. Haksız da sayılmazlardı...
Dönüşte, etrafı adeta maden tarafından kuşatılan köyü
tepeden gören bir yerde durduk. Kamyonların yoğun bir şekilde gelip gittiği
tozlu yolun kenarında, tepenin tam yamacında yan yana duran 4-5 mezarı işaret
etti Özgür; “Bunlar burada kaldı, tam madenin ortasında. Mezarların sahibi bu
mezarlara bir şey olursa vururum hepiniz diye tehdit etti şirketi. Onlar da
dokunmayıp böyle bıraktılar mezarları” diye mezarların hikayesini anlattı ayak
üstü. Taşlarında ucu sivri yeşil çam ağacı resimleri olan mezarların olduğu
yere gittim. Aşağıda kalan köyün eteğinde kocaman bir maden çukuru vardı. Sarı
bir kepçe gürültü patırtı ile etrafı kazıp duruyordu. Ocağın içinde çağla
yeşili bir su görünüyordu. Burası Ali Coşkun’un evinin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder