02 Ekim 2022 01:46
Akşamın ilk alacası Hasandağı’nın başında belirmeden daha masamızı kurmuştuk. Masa dedikse öyle dört başı mamur bir sofra gelmesin aklınıza. Yol üzerindeki bahçeden topladığımız domates, salatalık, bağdan kopardığımız birkaç salkım üzüm, bir de sofranın ucuna emanet gibi büzülüp her an gitmeye hazır oturan Çoban Ahmet’in azığından çıkarıp masamıza koyduğu bir topak koyun peyniri, iki üç dürülmüş yufka ve yeşil soğan. “Daha ne olsun” diyeniniz çok olmuştur. Öyle evet, ama dahası da var...
O “daha”yı az ilerideki çeşmenin oluğuna koyalı bir saati buldu neredeyse. Arada gidip çay bardağının yarısına kadar doldurup soğukluğunu kontrol ettim bu zaman içinde. Arada dedimse çok uzun aralıklarla olmadığını itiraf etmeliyim. Her on dakikada bir diyelim hadi...
İlk yıldızlar ne zaman peydah oldu, Hasandağı’nın karlı kışlı tepesinde yarım tepsi gibi beliren ay ışığını soframıza ne zaman dökmeye başladı, belki de bu yüzden pek anlayamadım. Mevsimlerin, rüzgarların ve suların aşındırdığı düz bir çakıl taşının üzerine bilek kalınlığında çağıl çağıl akan suyun etrafına iki gözlü haft yapılmıştı. Biri dolunca ucundaki oluktan diğerine boşalıyor, o dolunca etrafına taşıp, bozkırın bağrına doğru ince ince sızıp akıyordu.
Bu çoban çeşmesi belki yüz yıldır, belki de daha uzun bir zamandır bu tepenin yamacındaydı. Önünden geçen toprak yol zamanla unutulmuş, eskinin tıngır mıngır giden, taşların üzerinde sekerek ilerleyen, ağaç kasnağına dolanan demirlerinden iniltiler yükselen koca tekerlekli at arabaları yerini yumuşak lastikli otomobillere bıraktığında toprak yol da yolun sonuna gelmişti. Etrafındaki çakırdikenlerinin dibine dolanan ayrık otları ve maviş yıldız çiçekleri sessizce yola doğru yayılırken, çeşmenin yanı başındakilerin dışında tüm kadife çiçekleri solmuştu. Koca yassı taşlarla örülüp duldalanan çeşmenin etrafını küçük kır çiçekleri, ebegümeci kümeleri ve mor salkımlı lavantalar sardı birkaç ay içerisinde. Çeşmenin içi kalın dövme demir olduğundan, suyun döküldüğü yassı taş ve haftlar yemyeşil bir yosunla kaplandı bir süre sonra.
Çeşmeden bir taş atımı öteye, sarışın bir düzlük halinde yayılan ova tarafına asfalt bir yol yapıldı. Bu ortası beyaz çizgili, kenarları kedigözlü asfalt yol yüzünden çoban çeşmesi unutuldu gitti bir süre sonra. Eskiden kervanların konakladığı, deveyi ‘ıh’latıp dibinde çorba kaynattığı kadim yolu ve bozkır bitkileri ile örtülü tepenin duldasında kalan çeşmeyi çobanlardan, sürülerden ve yazı yabanın hayvanlarından gayrısı kullanmaz oldu.
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
"KUZGUN YAVRUSU"
Tepesine kondurduğumuz gri bir badem kabuğunu andıran bagajdan sonra gözümüze daha bir güzel görünen otomobilimiz ‘kuzgun yavrusu’nu çeşmenin dibine kadar yanaştırmak çok da zor olmadı. Çeşmenin önündeki toprak yoldan asfalta doğru ince bir keçi yolu oluşmuştu. ‘Kuzgun yavrusu’ onu izleyerek çabucak tırmandı bu yokuşu. Yine de Ahmet olmasa mümkünü yok biz ne bu çeşmeyi bilirdik, ne bu önünden geçen belli belirsiz kadim yoldan kalan izlerin peşi sıra ‘kuzgun yavrusu’nu tepenin yamacından tırmandırıp çeşmenin yanına çekebilirdik.
Sahi ‘kuzgun yavrusu’ ile tanıştırmadım sizi: Elli yıllı aşan yaşantımızın ilk arabası! Öyle ahım şahım bir araba değil. İkinci el 110 bin km’de aldık. Düz vites, küçük motorlu, LPG’li sıradan bir araba. Ama işte bizim ilk göz ağrımız ve “Kuzguna yavrusu şahan gelirmiş” derler ya, işte bizim için de o, ‘kuzgun yavrusu’!..
ÇOBAN AHMET
Ahmet’le hepi topu iki saat önce tanışmıştık. Garip kuşun yuvasını mevla yaparmış, bizimki de öyle oldu. Akşama doğru bu hiç bilmediğimiz bozkır yollarında ilerlerken önümüze Ahmet’in sürüsü çıktı. Ahmet’in telaşla, tembel tembel yolun üzerinde geviş getiren koyunları uzaklaştırmaya çalışmasına karşı arabadan inip ona yardım etmek istedik. İrice bir Kangal kırması üzerimize yürüyüp havlamaya başladığında Ahmet elindeki sopayı sallayıp uzaklaştırdı boynu tasmalı köpeği. Tasma da tasmaydı ama! Sipsivri çiviler vardı üzerinde ki ısırmasına gerek bile kalmadan değdiği yeri parçalamaya yeterdi bu çiviler. Köpeğin sesi kesilince bir iki adım ileri çıkıp kan ter içinde sürüyü toparlamaya çalışan genç adamı, telaş etme hemşerim, acelemiz yok diyerek rahatlatmaya çalıştım. İri kara gözlerini ilk kez o zaman yüzüme dikip beyaz beyaz güldü. “Sağol abi, hayvanların karnı doydu ondan böyle yavaş hareket ediyorlar” dedi.
Sürü yolun kenarındaki kıraç araziye tamamen çekildiğinde biz de aracımızı sağa yanaştırdık. Ahmet, biz yol kenarına yanaşınca yanımıza geldi. Kara kavruk yüzünde ince siyah yumuşak tüyleriyle birkaç günlük sakal vardı. Saçı kıvırcık, tozlu ve eli yüzü ter içinde kalmış bu genç delikanlı da gülmenin çok yakıştığı insanlardan birisiydi. Bembeyaz dişleri düzgün, ince dudakları yuvarlak esmer yüzüne biçimlice yayılmıştı.
Sürüsüyle yoldan birkaç kilometre kadar içeride, uzaktan kiremitleri ve beyaz minaresi görünen köyüne gitmeden önce koyunların sakin sessiz otlamalarını fırsat bilerek sohbet ettik Ahmet’le. Laf lafı açtı, biz sorduk o köyünü anlattı, o sordu biz yollara düşme öykümüzden bahsettik. “Anadolu bozkırını geziyoruz. Yiten suların peşine düştük. Kuruyan göllerin, nehirlerin, derelerin… Akşam olduğunda da çekip arabamızı sakin sessiz bir yere çadırımızı, masamızı kuruyor, yemeğimizi doğanın koynunda yapıp yiyoruz. Sonra ertesi gün başka bir yitik suyu çekmek için yollara düşüyoruz”.
Hayran hayran dinledi anlattıklarımızı. Ömründe 10-
Önce köyüne, evine davet etti. Biz “Sağol, çadırımız, araç gerecimiz var. Dışarıda konaklamayı tercih ediyoruz” deyince o zaman götürdü bizi birkaç yüz metre ilerideki tepenin ardında kalan çeşme başına. “Burası konaklamak için çok uygun, isterseniz bu gece burada kalın” dedi. Çıkınında öğleden kalan taze soğan, peynir, yufka ekmeği bize bıraktı, “Eve gidiyorum nasıl olsa” diyerek. Biraz daha kaldı yanımızda, koyunlar meleyerek huysuzlanana kadar çadır kurmamızı, ocak çatmamızı ve masanın üzerine nevaleleri çıkarmamızı izledi. Biz de ona Almanya’dan bir arkadaşımızın getirdiği çikolatalardan ikram ettik. Israr da ettik ‘Koyunları bıraktıktan sonra yemeğe gel’ diye ama “Gelemem abi” dedi. “Koyunları sağdıktan sonra iki lokma yerken bile uyku bastırıyor. Sabah 5 de, daha gün ışımadan tekrar sürüyü çıkarmam lazım yaylıma”.
BOZKIRDA AKŞAM
Ahmet’le vedalaştık. Kırk yıldır tanış gibi kucaklaştık, gitti. O gittikten yarım saat sonra gün indi. Hasandağı’dan doğru serin bir yel davetsizce sokuldu masamıza. Bozkırda, unutulmuş bir çeşme başına lacivert serin bir akşam çöktü. Gece kuşlarının ve böceklerinin sesine karışan suyun sesini dinledik gözlerimizi yumarak. Yitik suların peşindeydik ne zamandır. Anadolu’nun kuruyan, küsen, yok edilen, değeri bilinmeyen sularının kaydını tutuyor, öyküsünü yazıyor, türküsünü söylüyorduk...
Akşamın alacasına hilal bir ay ışığı ağdı, hiç acele etmeden. Hasandağı’nın tepesinde kızıl bir çoban yıldızı göz kırptı bize, çapkınca. Biz de ona Hasandağı’nın türküsünü söyledik usul usul...
“Hasan Dağı Hasan Dağı
Senden yüce dağ olmaz mı
Sende yaylayan güzelin
Al yanağı bal olmaz mı”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder