23 Ekim 2022 04:15
Fotoğraf: Çanakkale Belediyesi
Önce ahmakıslatan, ardından bardaktan boşanırcasına yağan yağmur iliklerimize kadar işlemeye başlamıştı ki koşup bir kayanın duldasına sığındık arkadaşımla. Arkadaşımın adını söylemeyeceğim. Adı bende saklı, tüm gizli kalmak isteyen haber kaynaklarım gibi.
Adının bilinmesini, yazılmasını istemeyen “bir yetkili” diyebilirim sadece. O kurumda, o insanların arasında yıllardır cinnet getirmeden nasıl çalışabildiğine hep şaşırsam da “Başka ne yapsın ki adam” deyip sabrına hayran olmuşumdur.
Nerede çalıştığını da bilmeyeceksiniz arkadaşımın, ancak şu kadarını söyleyebilirim size; arkadaşım olmasaydı bu sayfada okuduğunuz haberlerin bir bölümünü asla öğrenemeyecektiniz.
Onun işten atılma, uzak bir taşra kasabasına sürülme kaygısını bastırıp, bazen gecenin bir yarısı, bazen sabaha karşı beş sularında, ancak her zaman mesai saatleri dışında (Bu da bir önlemdi ona göre) açtığı telefonlar ve anonim bir hesaptan attığı maillerle yolladığı bilgiler sayesinde memlekette neler olup bittiğini öğrenebildiniz sizler de, benim gibi. Ben öğrendiklerime şaşırıp , “vay arkadaş” diyerek yazdım haberleri, siz benim yazdıklarımı okuduğunuzda “Yok artık, bu kadarda da olmaz” dediniz, eminim. Oluyormuş işte! Bilgiler, belgeler, fotoğraflar, mahkeme kararları…
Arkadaşımla tanışıklığım taa üniversite yıllarına gider. Aradan neredeyse 30 yıl geçmiş! O tarihten bu yana öyle çok sıkça olmasa da haberleşir, görüşürüz. Bürokrasideki konumu gereği elinden geçen bazı bilgileri -ki bunlar aslında öyle gizli saklı bilgiler de değildir. Daha doğrusu olmaması gerekir ama çoğu zaman hasıraltı edilir- bana ulaştırmaya, böylece onun deyimiyle bu çivisi çıkmış sisteme karşı bir şeyler yapmaya, vicdanını susturmaya çalışır.
Kendisinden bahsederken takıntısız, açık yürekli ve samimi olmuştur hep. Bir gün, şirin bir Anadolu kentinde, tesadüfen denk gelip akşamın serinliğinde, yavaşça akan bir ırmağın sesini dinleyerek iki tek atarken şunları anlatmıştı bana; “Ben senin gibi değilim arkadaş. Senin düşüncene de yakın değilim biliyorsun. Dünyaya farklı pencerelerden bakıyoruz ama senin işini iyi yaptığını, dürüst ve samimi olduğunu biliyorum. Bu haberleri yapmak cesaret ister, o da sende var. Bende yok maalesef. Olsa belki de şimdi işsiz güçsüz dolaşıyordum sokaklarda, o da ayrı konu. Devlete çalışmak çoğu zaman çalıştığın kurumun hatalarına karşı susmak, boyun eğmek anlamına da geliyor. Benim gibi birçok devlet memuru çalışma yaşamımız boyunca bu duygu içinde oluruz hep. Yine de içim içimi kemirir olmaması gereken bir şeyler önüme çıktığında. İtiraz edecek cesaretim de yok! İşte bu nedenle sana gönderiyorum bunları. Herkesin ulaşabileceği bilgi belgeler nihayetinde. Ancak buradan yapılan haberler çoğu zaman kurumları zor duruma soktuğu için yine de devlet sırrıymış gibi saklanır, üstü örtülür bilgilerin. Sana güvenebiliyorum bir tek, sen de güvenimi sarsmadın şimdiye kadar, sağ olasın.”
Sözünü bitirdikten sonra kadehini benimkine vurdu. “Sağlığa arkadaş, her şeyden önce akıl sağlığımıza...”
Fotoğraf: Muzaffer Kırca
*
O soğuk sonbahar günü, hızını gittikçe arttıran yağmurdan korunmak için sığındığımız kayanın duldasına sırtımızı yaslayıp önümüzde sisler içerisinde uzanan ovaya bakarken “Emeklilik dilekçemi verdim” dedi.
“Geçen hafta doldu emeklilik sürem, ertesi gün dilekçemi müdürün önüne bıraktım. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıp, beni kararımdan vazgeçirmeye çalışması karşısında ona, yok müdürüm, yeter bu kadar çalışmak. Azrail kardeşim olsa en fazla 25-30 yıl daha ömrüm kaldı şunun şurasında. O zamanı, elden ayaktan düşmeden gönlümce yaşamak istiyorum dedim. Düşündü, bir çay söyledi ikimize de, ‘haklısın’ deyip koltuğuna yaslandı. ‘Ömür geçip gidiyor ve biz sanki hiç bitmeyecekmiş gibi çabalayıp duruyoruz bu hengame içerisinde. Valla çocuklar olmasa ben de bir dakika durmam makamda ama…’
Oysa benim de var çocuklarım. Üstelik ikisi de okuyor hâlâ, biliyorsun. O da biliyordu ama işte kabuğunu kıracak cesareti yoktu.”
Hayırlısı olsun. Olan bizim haberlere olacak desene. Halkımız sen emekli olduktan sonra o haberleri biraz zor okur artık dedim, şaka yollu.
Güldü, “Öyle deme, sen yazdıktan sonra daha çok bilgi gelir merak etme”. Kalın montunun yakasını biraz daha yukarı kaldırırken, iç cebinden küçük yassı bir el matarası çıkarıp uzattı. “Avcı içkisi, iyi gider bu havada”. Bir yudum alıp “ateş suyu” içime doğru ılık ılık akarken verdim gerisin geri.
O da iri bir yudumu yuvarladıktan sonra şunları söyledi; “Zaten şu geçenlerde çıkan sansür yasasıyla bu tür haberleri yapmak çok daha zor olacak. ‘Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ maddesinin amacını sen çok daha iyi biliyorsun. Bak cep telefonuma indirmiştim yasanın o kısmını, okuyayım; “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”
“Ne kadar muğlak ifadeler değil mi? Bu maddeye göre iktidarın hoşuna gitmeyen her haber ‘Halkı yanıltıcı, endişe ve korkuya sevk eden, panik yaratma amacı güden…’ gibi kılıflara büründürülebilir, haberi yapanlar kadar mesela sosyal medyada yayanlar da hapis cezası ile cezalandırılabilir.”
Haklısın ama önemli olan yasada neler yazdığı değil onu nasıl uygulayacaklarıdır bence diye biraz rahatlatmaya çalıştım arkadaşımı. Bu yasayı şu an baştan sona siyasallaştırdıkları yargı ile uygulamaya kalksalar memleketin yarıdan fazlasını içeri atmaları gerekir. O yüzden sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum, dedim. Dezenformasyon denilen şeyi 20 yıldır AKP hükümeti, ondan öncesinde de diğer sermaye hükümetleri yapmıyor mu zaten? Enflasyonu düşük gösterme, halktan bilgileri gizleme zaten bir devlet politikası haline gelmedi mi? Öyle olmasa ‘devlet’ denen aygıt bir sınıfın diğerini baskı altında tutması için örgütlenir miydi?..
“Aman arkadaş, bu söylediklerin ‘Kamu düzenini bozma’ suçuna girer. Hiç kaçarı uçarı yok valla” dedi acı acı gülerek.
Güldüm ben de, yasa suç diyor ama tamamen gerçek bunlar, biliyorsun diye yanıtladım arkadaşımı. Devam ettim; bak sana bir dezenformasyon haberi daha vereyim. Şu geçenlerde açılan Kaz Dağı tünelleri var ya. Hani 40 dakikalık yolu 5 dakikaya indirdi denilen tüneller. Aslında önünüzde bir kamyon tıs tıs gitse bile en fazla yarım saat çeker o yol. Neyse! İşte o tünellerin açılışında Cumhurbaşkanı Kaz Dağı’na en ufak bir zarar verilmediğini söyledi. Bu doğru bir bilgi değil mesela. Gidin bakın, tünelden çıkan, içinde ağır metaller, hatta radyoaktif uranyum ve toryum bulunması olasılığı yüksek pasalar nereye dökülmüş? Nusratlı köyü deresinin üstüne dağ gibi yığıldı o pasalar. Hiçbir önlem, örtü alınmadan üstelik. Al sana dezenformasyon!”
Yağmur birazcık hızını azalttığında arkadaşımla sığındığımız kaya altından ayrılarak hedefimiz olan yayla evine doğru hızlı hızlı yürüdük.
Kulübede geçirdiğimiz birkaç saatte memleketin iç karartan gündemini kısa bir süre de olsa unutmak istedik, ama olmadı! Kuzineye attığımız kömür Bartın’daki iş cinayetinde yitirdiğimiz işçilere getirdi sözü.
Memleket, zifiri karanlık bir gecede ilerliyordu ağır ağır. Yine de gecenin en karanlık yerinin şafağa bir adım kalan an olduğunu biliyorduk ve bu umut bizi yaşama bağlıyordu. Bu umut içimizde yeşerttiğimiz güzel günlerin tohumuna su veriyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder