11 Aralık 2022 02:29
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Arabamız, (Kuzgun Yavrusu) dar asfalt yoldan ilerlerken tam karşımızdaki Bozdağ’ı kaplamış bulutun ortasında beyaz bir ışık patladı. Ortası turuncu, kenara doğru moraran, bazı yeşile, bazı maviye çalan bir ışık. Dağın dumanı bu top ışıktan sonra hızla ovaya doğru süzüldü. Zeytin fidanlarını, göğermiş meşe yapraklarını, çiğ düşmüş bozkır otlarını yalayıp İris Gölü’ndeki sazların üzerine çöktü. Gölün tüm yüzeyini kaplayan sapsarı kamışlar dumanın içinde kaldı bir anda. Öyle ki uzaktan bakan birisi kamışların dibinde alevi görünmeyen bir yangının için için tüttüğünü sanırdı.
Güneş, günümüzde tek damla suyu kalmayan gölün batı yönündeki dik kayalığın ardından batmak üzereydi. Deniz uzak değildi ama mavi suları ve ötelerdeki Yunan adalarını görmek için sazlıkların içinden yürüyüp kayalığın yamacına kadar tırmanmak gerekiyordu. Bu saatlerde göl kıyısındaki ağılda çobanların hummalı bir süt sağım telaşı olurdu.
Karaburun Yarımadası’nın ortasından geçip genellikle engebeli tepelerin yamacına kurulmuş ya da küçük düzlüklerin, ıssız koyların arasında gizlenmiş köyleri birbirine bağlayan kara yolu, İris Gölü’ne gelmeden hemen önce sağa, bu ağıllara doğru sapar. Toprak yol bazen insan boyunu geçen, bazen bodur bir ağaçlık olarak yayılıp biten makiliklerin arasından ağıllara gider. Bu mevsimlerde Ege’nin kışını dingin bir sessizlikle kabullenen makilikler ve olgunlaşmış buruk, tatlı meyveleri olan yalnız bir ahlat ağacının dışında in cin top oynar toprak yolun etrafında. Biz de tam o saatte gidip, ahlat ağacının dibine arabamızı yanaştırdık.
Dik kayalıkta henüz güneşin ışıkları yitmeden, ortalık daha aydınlıkken bulunduğumuz yerden yüz metre kadar uzaklıkta sapsarı bir halı gibi uzanan gölü çekmek istiyorduk. Birazdan, güneşin tamamen kaybolmasının ardından bu sarı halının rengini değiştireceğini, içinden tüten dumanın yavaşça kaybolacağını biliyor, ışığın ve renklerin bu cümbüşünü kaçırmamak için acele ediyorduk.
Alışkın hareketlerle tripotu kurup İris Gölü’nün akşam alacası çökerken ki halini, Bozdağ’ın duman içinde bir kaybolup bir beliren zirvesini ve güneyimizde, koyu gölgeler halinde ufku dolduran tepelerin üzerindeki RES direklerinin ağır ağır dönüşlerini çektik. RES’lere doğru V şeklinde uçuşan bir göçmen kuş sürüsünü de gözden yitene kadar izledik vizörümüzün gerisinden.
Makinemiz gittikçe daha da yok olan ışığın her zerresini objektifin içine alırken, gölün üzerine akşamın anbean çöküşünü kayıt etsin diye onu açık halde bırakıp diğer işlerimize döndük.
Bu gece buralıydık. İris Gölü’nün kıyısında, bu yalnız ahlat ağacının dibinde kampımızı kuracaktık. Ahlatın etrafında ağaçtan kopan epeyce bir kuru odun birikmişti. Bu kuru odunlardan hemen bir ocak çatıp her geçen an kendine hissettiren akşam soğuğuna karşı ateş yaktık. Sonra da dakikalar içinde arabamızın yanı başına çadırımızı kurduk. Duruma ve akşamın serinliğine göre ya çadırda ya da araç içinde yatacaktık.
Kısa sürede kora dönen kuru odunların üzerine dökme demirden ateş üstü ızgarayı ayaklarını açarak oturttuk. Araç buzdolabından sabahleyin marine ettiğimiz etleri çıkarıp isten kararmış ızgaranın üzerine koymak beş dakikamızı almadı. Akşam yemeğimiz ızgarada pişerken ateşin yanına masamızı ve sandalyelerimizi de koyup kameranın stop düğmesine bastık. Bugünlük işimiz bitmişti. Paydos, dedik.
Hamza abi tam yemeğin üzerine geldi. İleride, göl kıyısındaki ağıldan bize doğru gelen araç, yanımızda durup ışıklarını söndürdü. İçinden yetmiş yaşlarında bir adam çıkıp, “Hoş geldiniz gençler” diye yanımıza geldi. Zayıf kavruk yüzünden babacan bir gülüş yayılan Hamza abiyi soframıza buyur ettik.
Geleceğimizi biliyordu Hamza abi. Karaburun’daki dostlarımızdan telefonunu almış, geleceğimiz gün aramıştık, çekime geliyoruz diye. Önce Sazak Köyü çekimlerini yaptığımız için akşam üstüne kalmıştı gelmemiz.
Ne kadar yok dese de bir tabak da Hamza abiye hazırladık yediklerimizden. İçmek isteyip istemediğini sorup bir kadeh de ona doldurduk.
Mezelerimiz, yemeklerimiz bitti. Kadehler doldu boşaldı gece yarısına kadar. Gece sesleri ve dolunayın ışığına karışan ateşimizin közü arasında Hamza abiden hem kendisinin, hem İris Gölü’nün, hem de kopanisti peynirinin öyküsünü dinledik.
Tamamen kuruyan İris Gölü’nü çekmeye gelmiştik ama Hamza abinin öyküsü bizi daha çok çekti kendisine. İris Gölü de bu öykünün en önemli parçalarından birisiydi…
*
“Yayla köylüyüm aslen. Atadan, dededen beri. Börklüce isyanından bu yana buralardır bizim yurdumuz, yaylağımız. Konya tarafından getirmiş bizi Osmanlı, isyanı bastırıp, buralarda yaşayan binlerce insanı kılıçtan geçirdikten sonra. O zamanlar “lanetli topraklar” denilen boşaltılmış yarımadaya yerleştirmişler bizleri.
Yayla köy ortasında kalır Karaburun’un. Etrafı tepelerle çevrili, Bozdağ’ın yamacında kendi içine kapalı bir köydür. Babam öldükten sonra eşimle keçi sürümüzü de alarak köyün dışındaki ağıla yerleştik. Köye de haftada ayda bir iner, ihtiyacımızı, hısım akrabaları görür yeniden ağıla, evimize dönerdik.
İyi kötü idare edip gidiyorduk. Keyfimiz beyde yoktu aslında, bugünden baktığımda. Aç değildik, açıkta değildik. Yarımadanın bağrında, yazın kavurucu deniz meltemleri, kışın Bozdağ’ın poyrazının kestiği yüzümüz, sürümüze dalan birkaç kurt ya da vahşi köpekler dışında öyle pek derdimiz de olmazdı. Ne zaman ki bu RES’ler geldi, tadımız tuzumuz kalmadı. Bir anda çoğaldılar, pıtrak gibi! Köyün etrafını çevirdiler önce, sonra bizim ağılın dibine kadar geldiler.
Karım, bu RES’lerin ilk dönemlerinde hastalanıp, bir yıl geçmeden öldü. İyi ki de görmedi bunları diye düşünüyorum şimdi. Görseydi, nasılda kahırlanır, dertlenirdi benim gibi o da.
“Vınnn vınnn vınnnn... “ gece gündüz tepende dönüp duran bir heyula! Ne ‘dur’dan anlıyor, ne vurup devirmeye güç yetiyor. Kime derdini anlatacan ki!
Bir de zeytinciler peydah oldu tam bu sıralarda. Dönümlerce araziyi zeytin fidanı dikeceğiz diye devletten kiraladı cebi parası dolu olan birileri. Hâlâ bilmeyiz kim bunlar. Buralar bizim sürülerimizin merasıydı oysa. Yaptıkları ilk iş ise kiraladıkları arazileri tel örgülerle çevirmek oldu. İçine bir sürü zeytin fidanı diktiler ve bizi aslında o gün yurdumuzdan sürdüler.
RES direkleri dikildikten sonra altından bile geçmek istemeyen keçilerimiz, otladıkları arazilerin tel örgülerle çevrelenmesinden sonra resmen aç kaldılar. Öyle ki keçilerin karınlarını doyurmak için, bu direklerin ve tel örgülerin arasından dolanı dolanı Bozdağ’ın eteğine götürüyorduk sürüyü. Sürü gidene kadar tellere takılanı mı ararsın, RES’lerden korkup kaçanı mı, memesi, başı-gözü dikenlerden parçalananı mı!..
Velhasılı uzatmamayım; anasının memesi dikenli teller tarafından parçalandığı için süt ememeyen bir oğlağı kestiğim gün karar verdim oralardan gitmeye. Keçi, süt emmek isteyen yavrusundan çektiği acı nedeniyle kaçıyordu ama ben ilk baş anlamadım neden kaçtığını. Hayvanın başını tutup oğlağın süt emmesini sağladığımda gördüm keçinin memesindeki yarayı. Bu sefer de yavruyu tuttum anasına acı çektirmesin diye. Yavrunun ağzından sızan kanlı sütü hâlâ unutamam.”
Sözün burasında sustu Hamza abi. Sesi titremişti son cümleyi kurarken. Karanlıkta yüzü pek seçilmiyordu ama gözlerinin dolduğunu anlamıştık. Biz henüz farkında değildik ama gece daha yeni başlıyordu. Hamza abinin sonraki sözleri unutamayacağımız derslerle doluydu.
(Devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder