20 Aralık 2011 Salı

Turizm beklerken çöplük geliyor!


20 Aralık 2011 08:59
     
Ödemiş’in Türkönü köylüleri, yıllardır Neikaia antik kenti ile komşu, hatta iç içe yaşamışlar. Antik kentin yapıları köyün içine ve çevresine kadar uzanıyormuş. Yukarı Küçük Menderes Havzasının verimli toprakları üzerinde bulunan köy, Neikaia antik kentine kazılar yapılarak turi
Özer Akdemir
ANTİK KENTTEKİ TEK ÇALIŞMA
Neikaia antik kenti ile ilgili tek çalışma 2007 yılında yapılan yüzeysel bir araştırmadan ibaret. Bu yüzeysel araştırma sonrası çizilen antik kent alanının çok daha geniş olduğu, bu alanın dışındaki tarihi buluntulardan anlaşılabiliyor. Antik kentin yapıları Türkönü köyünün içine kadar uzanıyor. Bunun dışında antik kentin ortaya çıkarılan birçok yapısı kaçak kazılar sonrası gün yüzü görmüş. Bugün, Türkönü Köyünün kuzeydoğusundaki tepede, kalesi, su sarnıçları, tiyatrosu ve ne olduğu şimdilik bilinmeyen birçok yapısı ile Neikaia antik kenti gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Beydağı Kalesindeki kazıları yürüten arkeologlar ve öğrencilerin bir günlük yüzeysel inceleme gezisinde bile, çok sayıda sikkenin bulunması, Neikaia’nın ne kadar değerli buluntuları gizlediğini gösteriyor. Antik kent zamanının en önemli sikke basım yerlerinden birisiymiş aynı zamanda.
Turizm beklerken çöplük geliyor!
KORUMASI GEREKİRKEN
Türkönü Köyü Muhtarı Cengiz Çan, çöp deponi alanı olarak projesi yapılan yerin daha önce Neikaia antik kentinin de önemli bölümünü kapsadığını, itirazları üzerine bu alanın daraltıldığını anlatıyor. 2006 yılında 220 hektarlık bir alanı kapsayan çöp deponi bölgesi, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından önce 110 hektara, 2010 yılında da aynı kurul tarafından 65 hektara düşürülmüş. Çöp alanının geriye çekilmiş olmasına rağmen hâlâ antik kentle sınır komşu-su olduğunu kaydeden Köy Muhtarı Çan, “Ayrıca bizim komşu köylerimiz Kurucuova, Ertuğrul ve Türkönü’nün ortasında bu çöplük olarak düşünülen alan. Yerleşim alanlarına çok yakın. Verimli toprakların olduğu bir yerde” diye konuşuyor. Trakya Üniversitesi öğretim üyelerinin burada mutlaka kazılar yapılması gerektiğini söylediğini aktaran Çan, “Tarihi kazı yapılması düşünülen bölgeye çöp deponi alanının yapılması mantıksız bir şey. Belediye Başkanımız Bekir Keskin Çevre Kültür ve Turizm Birliğinin başkanı ve müzenin kolleksiyonerlerinden. Doğal varlıkları korumak amacıyla kurulmuş bir birliğin daha düşünceli davranmasını bekliyoruz” diyor. Köylülerin tarım alanlarına yapılmak istenen bu çöplük nedeniyle çok tepkili olduklarını belirten Çan, Şu an onları biz durduruyoruz. Protesto edecekler belediye önüne gidip, biz şu an engel oluyoruz buna” diye tepkinin boyutunu aktarıyor.
Arkeologlar bölgede halen yapılmakta olan hayvancılık faaliyetlerinin bile toprak altında bulunan yapılara zarar verdiğinin görüldüğüne dikkat çekerlerken, aynı yere çöp tesisi yapılmasının antik dokuya zarar vermesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyorlar. Arkeologlar, “Yapılacak olan tesisin organik ve inorganik atıklarının kimyasal dönüşümleri nedeniyle SİT dokusuna vereceği zarar tartışmasızdır. Bunun yanında antik kentin yakınında yapılacak olan çöp tesisinin de görsel açıdan büyük bir görüntü kirliliğine sebep olacağını” dile getiriyorlar.
Köylülerden Nazif Kurt da köylerine komşu olarak gelecek çöplüğü istemediklerini belirterek, “Komşu gelirse hayırlı bir komşu gelsin isterim. Bu pisliğe hiç kimse katlanmamış, bize reva görülüyor. Burada her türlü olumsuzluk bizi bekliyor. Köyümüz susuz su beklerken çöplük geldi” diyor.(İzmir/EVRENSEL)

NEİKAİA ANTİK KENTİ
Mitolojiye göre Nikaia, Ana Tanrıça (Ulu Ana) Kubaba’nn kızıdır. Çok güzel bir peri kızı olan Neikaia Çiftçilik Tanrısı Bakus (Dionysos)’la evlenir. Dionysos onun onuruna bir kent kurar ve kente “Neikaia” adını verir. 5-10 yıl öncesine kadar, bu kentin antik çağda Yukarı Küçük Menderes Havzası’nda (Kelbianon’da) bulunduğu bilinen yeri kesin olarak bilinmezken, kentin antik çağda Palaiapolis olarak bilinen Beydağ yakınlarında olduğu bilinen bir başka bilgi idi. J. Keil ve A.V. Premerstein gibi kimi araştırmacılar haritalarında bu kenti şimdiki Türkönü (Ayasurat) köyünün kuzeydoğusundaki tepe üzerine yerleştirirken, gerçekten de bu yörede antik bir yerleşimin izleri bulunmaktaydı. Yine yakınlardaki Birgi Beldesi’nde Çakırağa Konağı’nın bahçesinde sergilenmekte olan bir yazıtta, “Zeus Soteri, Theoi Sebastoi ve Neikaia halkına…. tarafından ithaf edilmiştir” yazmaktadır. Bu yazıttan, M.S. III. yüzyıldan kalma kitabenin Neikaia halkına ithaf edildiği, yani Birgi kökenli olmayıp, Neikaia şehri tarafından hazırlandığı ve Birgi’ye getirilip kullanıldığı anlaşılmaktadır. 

22 Kasım 2011 Salı

Çevre düşmanları derneğe saldırdı


Foto kodu: cine_saldiri, 1, 2, (Mehmet coban, 1)
 22 Kasım 2011
Özer Akdemir
Aydın’ın Çine ilçesinde önceki gün açılan Doğa Severler ve Koruma Derneği açılış törenin hemen ardından saldırıya uğradı. Çok sayıda siyasi parti temsilcisi, dernek ve örgütün katılımı ile gerçekleştirilen dernek bürosu, açılış törenin bitmesinin hemen ardından üç kişinin fiili saldırısına uğradı. Kalabalığın dağılmasından sonra derneğe gelen kişiler hakaretler eşliğinde dernekte bulunanlara saldırdı. Derneğin eşyalarını ve camlarını kıran, afişleri yırtan üç kişi, dernek başkanı ve iki kişiyi de darp etti. Silahlı oldukları belirtilen saldırganların üçünün de belediyede çalıştıkları ve CHP üyesi oldukları belirtilirken, saldırganlardan İlker Ünal’ın 12 yıl Çine belediyesi eski başkanı, şimdi CHP Aydın milletvekili Osman Aydın’ın şoförlüğünü yaptığı dile getirildi. Çine'de özellikle İbrahim Kavağı köylüleri yaklaşık 10 aydır, meralarına yapılmak istenen rüzgar santrallerine (RES) karşı direniyorlar. Yaşam alanlarında RES istemediklerini belirten köylüler, eski belediye başkanı Osman Aydın'ın ortak olduğu RES şirketinin çalışmalarına engel oluyorlardı.



AÇILIŞ TÖRENİNİN ARDINDAN SALDIRDILAR
Çine’de yaşam alanlarını tehdit eden maden ocakları ve RES yatırımlarına karşı mücadele süreci içerisinde kurulan çevre derneği açılışının hemen ardından saldırıya uğradı. Yaklaşık 1 yıldır meralarında yapılmak istenen RES’lere karşı direnen İbrahim Kavağı, Kavşit, Topçam ve Karakollar köylülerinin kurduğu dernek binası önceki gün birçok kurum temsilcisinin yer aldığı bir törenle açıldı. Açılış töreninin yapıldığı alanı mücadele ettikleri maden işletmeleri ve RES’le ilgili pankartla donatan Çine köylüleri, misafirlerini böreklerle ağırladılar. Törende yapılan konuşmalarda Çine’de faaliyet gösteren maden ve enerji şirketlerinin hiçbir kural tanımadan doğayı katlettiğini, halkın yaşam alanlarını yaşanmaz hale getirdiği belirtildi. Buna karşı verilen mücadelenin son dere meşru olduğunun ifade edildiği konuşmalarda, bu mücadele sırasında köylülere karşı güç kullanan jandarma ve ilçenin en büyük sermaye gruplarından Çine eski Belediye Başkanı, şimdinin CHP Aydın milletvekili Osman Aydın RES ve maden yatırımlarındaki çevre sorunları nedeniyle eleştirildi.
Açılış törenin ardından kalabalık dağıldıktan sonra derneğe gelen üç kişi, hakaretler eşliğinde dernek yöneticilerine saldırarak, eşyaları kırdılar. Saldırı sırasında dernekte bulunan Kavşit Köyünden Mehmet Çoban, Karakollar Köyünden Nazım Dişçi ve Dernek Başkanı Topçam Köyü eski muhtarı Süleyman Yıldız saldırganlar tarafından darp edildi. Silahlı oldukları söylenen saldırganlar, Mehmet Çoban'ı ve Süleyman Yıldız’ı yüzünden yaraladılar. Dernek bürosunun camlarını, masa ve sandalyelerini kıran saldırganlar, dernekteki afiş ve pankartları da yırttılar. Saldırganlar Mehmet Çoban’ın baygınlık geçirmesinin ardından olay yerinden kaçtılar.

ARDINDA KİM VAR?
Saldırının ardından aranan polis dernek bürosuna gelip tutanak tutarken, kimlikleri belirlenen üç kişinin Çine belediyesinde çalıştıkları belirlendi. Saldırganlardan birisinin eski belediye başkanı, CHP Aydın milletvekili Osman Aydın'ın eski şoförü İlker Ünal olduğu dile getiriliyor. Çine'de özellikle İbrahim Kavağı köylüleri yaklaşık 10 aydır, meralarına yapılmak istenen rüzgar santrallerine karşı direnirken geçtiğimiz aylarda jandarma köylülerin direnişine jop ve biber gazı ile müdahale etmişti. Gözaltıların ardından biri kadın iki köylü tutuklanarak yaklaşık 1 ay cezaevinde kalmışlardı.
Saldırıya uğrayan dernek yöneticileri saldırıdan eski belediye başkanı CHP Aydın Milletvekili Osman Aydın'ın sorumlu olduğunu düşündüklerini söylediler. RES şirketine ve vahşi madencilikle doğanın katledilmesine karşı direndiklerini söyleyen dernek başkanı Süleyman Yıldız, bu saldırıya rağmen mücadeleye devam edeceklerini söyledi.
Dernek açılışı için Çine'de bulunan EMEP Aydın İl başkanı Abdurrahman Saran ve EGEÇEP Dönem sözcüsü Ertuğrul Barka saldırının ardından dernek binasına giderek incelemelerde bulundular. Barka ve Saran Çine Polis Merkezinde ifadeleri alınan dernek yöneticilerini de yalnız bırakmadılar.
“BELLERİNDE SİLAH VARDI”
Saldırı ile ilgili bilgi veren Dernek Başkanı Topçam köyü eski muhtarı Süleyman Yıldız, açılış töreninin ardından kendileri dernek bürosunda otururlarken üç kişinin büroya gelerek küfürler eşliğinde kendilerine saldırdığını, cam ve masaları kıran kişilerin bellerinde silah taşıdıklarını söyledi. Saldırganlar tarafından darp edilen ve yüzünden yaralanan Mehmet Çoban da saldırganların bellerinde silah olduğunu belirtirken, saldırganları CHP Aydın Milletvekili Osman Aydın'ın azmettirmiş olabileceği çünkü derneğin Osman Aydın'ın sahibi olduğu RES projesine karşı mücadele ettiğini söyledi.
Çine Doğa Severler ve Yardımlaşma Derneği geçtiğimiz Kurultay'da EGEÇEP'e üye olmuştu. EGEÇEP Dönem Sözcüsü Ertuğrul Barka derneğe yapılan saldırının yaşam alanlarını koruyan köylülere yönelen baskı ve saldırının bir parçası olduğunu belirterek, platformun bu saldırganlığa sessiz kalmayacağını söyledi. Barka, her zamankinden daha kararlı bir şekilde Çine köylülerinin yanında olacaklarını, onlara uygulanan bu saldırıyı tüm ülkeden çevre direnişlerine ve yaşam savunucularına taşıyacakların söyledi. (İzmir/EVRENSEL)

21 Kasım 2011 Pazartesi

“Her canlıdan bir çift alın gemiye, Nuh kalsın”!...





Özer Akdemir
Bir dönemin ‘ünlü’ DGM Savcısı  Nuh Mete Yüksel meslek yaşamındaki bazı anılarını derlediği bir kitap çıkardı. Nuh’un Gemisi adını verdiği kitapta Yüksel, Fethullah Gülen Davası’ndan, Öcalan’ın yakalanmasına, Alman Vakıfları ve “legal casusluk” davasından, Milli Görüş, Hizbullah ve Dev-Sol soruşturmalarına kadar el attığı birçok dosya ile ilgili anılarını, o günkü ve şimdiki görüşlerini yazmış. İstihbarat raporlarındaki bilgiler ışığında hazırlanmış iddianamelerden pasajların yer aldığı kitapta PKK’nin, Dev-Sol’un, F. Gülen Cemaatinin kuruluşu, gelişmesi ile ilgili ilginç bilgiler de sıralanmış.
Özrü kabahatinden büyük
Hazırladığı dava dosyaları ile birçok kişinin canını yakmakla suçlanan savcının, tek pişman olduğu dosyanın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ki olduğunu belirtelim. Kitapta tek özür dilediği kişi de Erdoğan zaten. Hem de Erdoğan’ın bir gazeteye verdiği, kendisini suçlayan  “Savcı idamımı istedi” başlıklı haberi yalanladığı paragrafta diliyor özrünü; “Burada bir yanlışlık olması lazım, çünkü ben Sayın Recep Tayyip Erdoğan hakkında soruşturma yaptım. Tutuklama talep ettim, ama dava açmadım. İdam talebinde bulunmadım. 159’dan da dava açmadığımı gibi 159’un karşılığı da zaten idam değildir. Eğer benim bir yanlışım varsa, özür dilerim.”
Oysa ki, diğer dosyalar bir yana, Nuh Mete Yüksel’in özür dilemesi gereken en önemli davası Bergama Köylülerini ‘Alman casusu’ yaptığı davasıdır. Hazırladığı evlere şenlik iddianame ile aralarında Bergama köylülerinin siyanürlü altın karşıtı mücadelesinin simge isimleri ile İstanbul Barosu eski Başkanı Yücel Sayman ve Alman Vakıfları yöneticilerinin bulunduğu 15 kişiyi ‘Almanya yararına legal casusluk yapmak’la suçlamıştı Yüksel. Adli Sicil İstatistik bilgilerine göre o zamana kadar görülmemiş bir hızla, 69 günde sonuçlanan davada (diğer davaların yargılama süreleri ortalama 336 gündür) bütün sanıklar beraat etmelerin rağmen, üzerlerine atılan çamurun izi çok uzun yıllar, hatta günümüzde bile silinmiş değil.
 Almanya Türkiye’ye neden düşmanmış?!
Savcı Yüksel, tek somut delili 200 TL’lik bir banka dekontu ve birbiriyle çelişen iki maden yanlısı köylünün ifadesi olan iddianamesinin bu kadar kısa sürede sonuçlanmasının, temyiz edilmemesinin suçunu kendinde bulmuyor hiç. Kararı veren mahkeme heyetinin “delillerin tartışması dahi yapılmadan, basmakalıp gerekçeyle” karar verdiğini ileri süren Yüksel, temyiz eden olmadığı için dosyanın Yargıtay soruşturmasından da geçmediğini ekliyor.
Savcı Yüksel, 10 yıl önce iddianamesinde yaptığı gibi bugün de kitabındaki Alman Vakıfları ve Bergama bölümünü Necip Hablemitoğlu’nun yazdıklarına dayandırıyor. Hablemitoğlu’nun kitabından uzun uzun alıntılar yapan Yüksel, Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporunun’da tamamını kitabına eklemiş. Alıntı yapılan bu bilgilerin tartışmasına geçmeden önce, Yüksel’in Almanların neden Türkiye’ye ‘düşman’ olduğu ile ilgili ‘dahiyane’ tespitini paylaşalım; “1532 yılında Kanuni Sultan Süleyman Almanya’ya girmiş, bütün Güney Almanya’yı baştan sona çiğnemesine rağmen Almanların büyük imparatoru Sarlken, Kanuni’nin önünden daima kaçmıştır. Alman vakıfları herhalde bunun acısıyla Türkiye’yi parçalamak istemektedir”!..
Yüksel kitabına da aldığı, Hablemitoğlu’nun Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası kitabının en önemli belgesi durumunda olan Federal Almanya İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nın hazırladığı ileri sürülen 1990 tarihli, “Türkiye’de altın konsepti” raporu sahte bir rapor. O zamanki Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü incelemesi dahil böyle bir rapor bugüne kadar bulunamadı. Hablemitoğlu’nun kitabında bu raporu sızdırdığı ileri sürülen İsveç’te yaşayan Prof. Dr. Metin Deliormanlı adlı bir kişinin yaşadığına dair aradan geçen 10 yılda bir bulguya rastlanılmadı. Yüksel’in kitabına aldığı Almanya ile Türkiye arasındaki altın ticareti ile ilgili sayısal verilerin de hepsi geçek dışı![1]
Kitabın tek doğru tespiti
Savcı Yüksel, altın madenleri konusunda kendisine sunulan bilgiler dışında o kadar ‘bilgisiz’ki ülkemizde ilk altın madenciliği girişimlerinin Havran’da (Yüksel iki yerde Havron diye yazmış) o zamanlar bir Alman şirketi olan TÜPRAG tarafından başlatıldığından haberi dahi yok. Yüksel, kendi tezlerine dayanak yapmak için Danıştay 6. Dairesi’nin 13 Mayıs 1997 yılında verdiği “siyanürle altın işletmeciliğinde kamu yararı yoktur” içerikli kararını da ters yüz ederek vermekte sakınca görmemiş. Bozuk bir cümle kurgusuyla verilen karar, tamamen altın madeni karşıtı bir içeriğe sahip iken ‘ünlü’ savcının kaleminden tam aksi bir çağrışım yaratacak şekilde çıkmış.
Yüksel, açtığı davanın ilk duruşmasından 8 gün önce suikast sonucu öldürülen Dr. Necip Hablemitoğlu’ndan “kayan kutup yıldızı” olarak bahsetmekte. Suikast haberini de şu an Ergenekon davasından tutuklu olarak yargılanan Ergün Poyraz vermiş kendisine. Ergün Poyraz o süreçte Alman casusluğu davasına da müdahillik talebinde bulunmuştu. Nuh Mete Yüksel’in kitabında belki de tek doğru tespiti Necip Hablemitoğlu suikasti ile ilgili doğru dürüst bir çalışma yapılmadığıdır.
Nuh Mete Yüksel’in kitabında hala o zamanlar Bergama köylü hareketinin Almanya tarafından kışkırtıldığı ileri sürülüyor. Aradan geçen onca zamana, suikasta ve her fırsatta alevlendirilen tartışmalara rağmen, bir kez bile gerçek olup olmadığını sorgulama gereği bile duymadığı bilgi-belgeler üzerine kuruyor bu bölümü. Tıpkı 10 yıl önce açtığı davada olduğu gibi. Nuh Tufanı efsanesini yazanlar, Nuh Mete Yüksel’in yaptıklarını, davalarını ve bunları derlediği Nuh’un Gemisi adını verdiği kitabını okumuş olsalardı herhalde efsaneyi başka türlü kurgularlardı. Mesela şöyle diyebilirlerdi; “Her canlıdan bir çift alın gemiye, Nuh kalsın”!...  (İzmir/EVRENSEL)

21 Kasım 2011

[1] - Ayrıntılı bilgi için bakınız: Kuyudaki Taş – Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği, Özer Akdemir, Evrensel Basım Yayın, Kasım 2011

17 Kasım 2011 Perşembe

“Nükleer enerji dinozorların çektiği at arabasıdır”

 17 Kasım 2011

Özer Akdemir

“Nükleer enerji dinazorların çektiği bir at arabasıdır. At arabası gelecek için ne kadar örnek olabilirse, nükleer enerji de o kadar olur” diyor nükleer enerji konusundaki çalışmaları nedeniyle Alternatif Nobel Ödüllü kazanan Prof. Dr. Mcyle Schneider. Dünyanın en büyük ülke ve şirketlerinin nükleer enerjiden birer birer vazgeçtiğini belirten Schneider, teknolojinin gelişmesinin enerji sorununa çözüm olamayacağını söylüyor. Önümüzdeki günlerde TMMOB tarafından İstanbul’da gerçekleştirilecek etkinliklere katılmak için ülkemizde olan Schneider ile nükleer enerjinin dünü-bugünü, geleceği ve ülkemizdeki nükleer enerji santralleri konusundaki görüşlerini sorduk.
Nükleer santrallere yatırım geleceğe yönelik bir proje midir?
At arabası gelecek için bir örnek olamaz. Nükleer enerji dinazorların çektiği bir at arabasıdır. ABD’de 1963-1973 yılları arasında 10 yıl içerisinde 104 tane var nükleer santral kuruldu. 1973 model kaç tane araba kaldı şimdi? ABD’de bugün çalışan nükleer santraller bunlar işte.
Bugün sadece bir tane nükleere santral kuruluyor ABD’de. İnşaatı 1972’de başladı, 2012’ de bitmesi planlanıyor! Sürekli finans sorunu çıkıyor. Para bitiyor, duruyor, para bulunup tekrar başlıyor, tekrar duruyor. 40 yıldır yapımı bitmeyen bir santral gelecek için sembol olabilir mi? İran’da 2011 yılında açılan nükleer santralin inşaatına 1975 yılında başlanmıştı. Siemens tarafından başladı, Rusya tarafında bitiriliyor. Türkiye’de 1980’lerin öncesinden beri nükleer santral gündemde. O zamanlar Siemens’ti, bugün Rusya. Soruyorum şimdi, bu gelecek olabilir mi? Türkiye’de nükleer santral kurulabileceğine inanmıyorum. Bunun için bankalar gerekli krediyi vermezler. Bankalar artık nükleer santraller için kredi vermiyorlar.
Son dönemde dünyada enerji ile ilgili ne gibi gelişmeler oluyor?
Siemens bir ay önce açıklama yaptı. Bütün nükleer santrallerden çekildiğini açıkladı. Bütün Almanyadaki santralleri Siemens yapmış oysa. Ama Siemens bu alandan çekildiğini açıklıyor. Bir elektronik devinin bundan vazgeçmesini kimse sorgulamıyor? Bu Siemens için nükleer enerjinin geçmişi temsil ettiğini gösteriyor. Siemens için gelecek nedir peki? Şirket ABD’deki Boing ile stratejik işbirliği yapıyor. Micro elektirik alanında gelişme için. ABD ordusundaki elektrik ağacının gelişmesi için. Micro elektrik; Isıtma, soğutma, gaz, elektrik ağının hepsinin bir merkezden kontrol edildiği bir sistem. Bal petekleri gibi ağlardan oluşuyor. İnternete de benzetebiliriz. Enerjinin daha verimli kullanılmasını sağlamaya dönük bir araç. Her tarafı daha verimli hale getirmek, bilgisayarların ısınmasından çıkan ısıyı kullanmak, bunlara daha az enerji eklemek ve daha fazla yenilenebilir enerji kullanmak gibi özellikleri var.  Ağa bağlanan makine ya elektrik kullanımının en az olduğu zamanda, ya da elektrik üretenin elindeki enerjiye göre karar çalıştırılıyor. Bununla ilgili özgürlük sınırını, kimin yetkili olacağını belirlememiz gerekiyor. Bu da teknolojiyle ilgili değil politik bir konu.
Enerji politikasının başarılı olup olmamasında teknoloji ne kadar önemli?
Çok fazla önemseniyor teknoloji ama o kadar önemli değil. Organizasyon daha önemli. Teknolojini gelişiyor olması enerji sorununun çözmüyor. Önemli olan enerjinin herkes tarafından ulaşılabilir olmasıdır. Bizden sonraki nesillere de dayanabilmeli, onlara ulaşabilmeli ve çevreye zarar vermemeli. Elektrik enerjisinin verimi ve değeri kilovat saatinin mal edilişi ile açıklanamaz. Fransa’dan bir örnek verelim; Dünyadaki en büyük nükleer enerji gücü Fransa da. Fransa daha ucuza elektrik ürettiğini sahip olduğunu söylüyor. Sonuç nedir? Neden Fransa’nın dış ithalatı azalıyor. Madem ucuz elektrik var, avantajlı olması gerekirken niye? Dışarı sattığından daha çok alıyor, neden? Almanya’da enerji fiyatları diğer ülkelere göre yüksek ama 2009’a kadar dünyada dış satım şampiyonu. Çünkü bunun elektrik parası ile ilgisi yok.
Hangi ülkeler enerji politikasında örnek olabilir?
Bütün enerji politikası örnektir diyebileceğimiz bir ülke yok bugün. Başarı ve başarısızlığı nasıl ayırt edebiliriz? Başarılı olan toptan bir ülke yok ama Danimarka ve Hollanda’ya baktığımızda güneş enerjisinin belirlenen ücretleri düşürdüğü gözlemlemiştir. Almanlar önce oldukça fazla ödediler. Güneş enerjisi eskiye göre daha ucuz olduğu için şimdi kara geçtiler. Bu ama arada gereksiz enerji kullanımı gittikçe arttı. 1999-2007’yi karşılaştırdığımızda yenilenebilir enerji  kullanımı %15 artmış ama gaz emisyonları aynı kalmış. Bu başarı değildir. Bu enerji politikasının yanlışlığını gösteriyor.
Enerji kullanımı ile gelişmişlik arasında ne gibi bir ilgi var?
Evlerde ve sanayide kullanılan elektrik miktarı ülkeden ülkeye değişiyor. Gelişmiş ülkelerde elektriğin 2/3’ü evler, 1/3 sanayide kullanılıyor. Az gelişmiş ülkelerde ise tam tersi. Bu sanayinin randımanı ile ilgili bir durum. Milli gelir arttıkça kişi başına düşen enerji miktarı azalıyor. Endüstrideki enerji kullanımı randımanlı değil. Teknoloji geliştiği için gelişmiş ülkelerde enerji tüketimi azalırken, Türkiye’de tam tersi. Bu, Türkiye’de enerji politikasının olmaması demek.

(İzmir/EVRENSEL)

14 Kasım 2011 Pazartesi

‘Babam galiba öldü öğretmenim’

‘Babam galiba öldü öğretmenim’

14 Kasım 2011 13:38
Menemen Hıdırlıktepe’de bulunan Huriye Mehmet Akçasakız İlköğretim Okulu ana sınıfındayız. Öğretmen, küçük öğrencilerinden çok sevdikleri ve üzüldükleri olayları resmetmelerini istiyor.Dersin sonunda çocukların yaptıkları resimleri inceleyen öğretmenin dikkatini Mahmutcan’ın resmindeki bi
Mahmut Can Huriye Mehmet Akçasakız İlköğretim Okulu ile ilgili görsel sonucu
Özer Akdemir
Dersin sonunda çocukların yaptıkları resimleri inceleyen öğretmenin dikkatini Mahmutcan’ın resmindeki bir ayrıntı çeker. Mahmutcan, resim kağıdının soluna sevdiği iki şeyi resmetmiştir; üzerine yağmur damlaları yağan mavi bir okul ve kırmızı bir bayrak. Resmin sağında ise boylu boyunca yerde yatan bir insan figürü vardır. Öğretmen yaptığı resmi anlattırır Mahmutcan’a. “Okulumu çok seviyorum” der Mahmutcan, “Yağmur yağdığında daha güzel oluyor.”
Resimdeki yerde yatan kişinin kim olduğunu ve bunun ne anlama geldiğini de sorar; “Babam, öğretmenim” der küçük çocuk: “Galiba benim babam öldü öğretmenim. Eve gelmiyor artık...”
Oysa Mahmutcan’ın öldü sandığı babası Turan Demirci, İstanbul’a gitmiştir. Gitmek zorunda kalmıştır aslında. Menemen’de bulunan Savranoğlu Deri fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçilerden birisidir, Mahmutcan’ın babası. İşten atıldıktan sonra fabrika önünde direnişe geçen Deri-İş Sendikası üyesi işçilerin direnişini kırmak için, onlara İstanbul’daki fabrikasını adres göstermiştir patron; “Burasını kapatacağım. Ya İstanbul’daki fabrikaya gidersiniz, ya da işten çıkarsınız” demiştir.  Ancak patronun bu restini gören işçiler, Türkiye sınıf mücadelesinde ender görülen bir şey yaparlar ve “İstanbul’a geleceğiz. İşimizi de sendikamızı da bırakmayacağız” derler. İstanbul’a giden işçiler, patronun kendilerine kalacak yer göstermemesi üzerine işyerinde yatıp kalkmak isterler. Bunu fırsat bilen patron işçileri fabrikayı işgal ettikleri suçlaması ile tazminatsız olarak işten çıkarır. İşçiler, direnişlerine İzmir’de devam etmek üzere dönerler ve fabrikanın yanına direniş çadırını kurarlar. Bu arada, fabrikayı kapatacağını söyleyen patron sadece tabelayı değiştirerek Rodeo Deri adıyla işine devam eder.
Mahmut Can Huriye Mehmet Akçasakız İlköğretim Okulu ile ilgili görsel sonucu
‘ÇOCUKLARIMIZ BİRLİKTE AĞLIYORDU’
Deri işçileri, önceki gün, Bergama’daki altıncı şirketin çevrecilere saldırısı davasından dönen EGEÇEP üyelerini direniş çadırlarında ağırladılar. 110 günü bulan direniş sürecinde yaşadıklarını, hukuki süreci ve direnişteki son aşamayı aktaran işçiler, özellikle çocuklarının yaşadıkları zorluklardan da bahsettiler.
Turan Demirci’nin 6 yaşındaki oğlu Mahmutcan’ın sınıfta yaptığı resmi çadırlarına asan işçiler, yanına da küçük çocuğun babasının yaşadıklarından ne kadar etkilendiğini gösteren sözlerini yazmışlar: “Benim babam galiba öldü öğretmenim. Eve gelmiyor artık”
Turan Demirci, İstanbul’dan döndüğünde oğlu Mahmutcan’ın çok sevindiğini anlatıyor. “Çok mutlu oldu. Psikolojisi çok kötü olmuştu çocukların. 7 yaşındaki kızımın da derslerinin kötüye gittiğini öğrendim. Oturduk, konuştuk kızımla. Düzelmesini bekliyoruz”.
Tazminatsız olarak işten atıldıklarını ve 3.5 ayı bulan direniş nedeniyle maddi olarak çok zorlandıklarını aktaran Demirci, birçok işçinin kredi kartı ya da başka yerlerden bulduğu borçlarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldığını söylüyor.
Direnişçi İşçilerden Veli Gençaslan ve İbrahim Karadağ da işten atılmalarının çocuklarını çok kötü etkilediğini dile getiriyorlar. “İkimizin kızı da aynı okulda. Biz İstanbul’a gittiğimizde kızlar teneffüste okulun duvarı dibine gidip birlikte ağlıyorlarmış” diyorlar.
Üç günlük bebeğini, kolu kırılan özürlü çocuğunu bırakıp direnişe gelen arkadaşlarını da anlatıyorlar ardından.

Menemen’de, sendikanın deyimi ile hemen hemen hiçbir şeyi yasal olmayan bir fabrika; izinsiz, doğaya kontrolsüz atık suları, kimyasalları bırakarak çalışıyor. Fabrikanın hemen yanı başında bir direniş çadırı var. İşçiler, kendilerini desteğe gelenlere attıkları sloganlarla işlerine-ekmeklerine sendikalı olarak dönene kadar mücadelede kararlı olduklarını söylüyorlar. Direniş çocukları ise, küçücük yürüklerindeki acıyı, özlemi ve hüznü duyumsayarak büyüyorlar. Anne babalarının kendileri için yaratmak istedikleri onurlu geleceğe bu duygularla yürüyorlar. (İzmir/EVRENSEL)

5 Eylül 2011 Pazartesi

İlhan İrem: İnsan kalmayı seçtim

 

05 Eylül 2011 07:09

 Son Güncellenme Tarihi: 28 Temmuz 2022 22:49


"Dünyaya, doğaya, insana yapılan zulümlere, haksızlıklara sessiz kalan… Çevre, kültür, tarih katliamlarına seyirci kalan herkes suç ortağıdır."

 GÜNCELLENDİ



67 yaşında hayata gözlerini yuman sanatçı İlhan İrem'in 2011 yılında Özer Akdemir'e verdiği röportajı yeniden paylaşıyoruz.


Özer AKDEMİR

1990’lı yıllardan itibaren kendi deyimi ile “Popüler kültür vitrininden çekilen” ve yaklaşık 20 yıldır bu kararını uygulayan İrem, yayınlamayı sürdürdüğü albümleri ve konserlerle hayranlarına seslenmeye devam ediyor. Çevre sorunlarına olan duyarlılığı ve çevre mücadelelerine verdiği destek ile de tanınan İlhan İrem yaşamı, sanatı, politika ve gelecek hakkındaki sorularımızı yanıtladı.

Türk pop müziğinin efsane isimlerinden İlhan İrem’in adı uzun zamandır gazetelerde, televizyonlarda duyulmuyor. Bunun nedeni ne?

Bu aslında 1980 sonbaharında askerden döndüğüm gün yazdığım şarkı ile başlayan bir süreç. Erzincan’dan dönerken Uludağ’ın eteklerinde sisler içindeki Bursa’yı uzaktan gördüğümde, aracımı yolun kenarına çekip “Olanlar Olmuş” adlı şarkımı yazmıştım. Bu şarkı bir milat oldu. ‘70’li yıllar boyunca 17 yaşından başlayarak ülkenin en parlak yıldızıyken, 1979’da gittiğim Anadolu’dan 1980’de döndüğümde kendimi koyu bir anlamsızlık içinde buldum. Seksen darbesi Türkiye’yi bir daha geri gelmeyecek biçimde yamulttu. Bugünkü demokrasi ve açılım masalcılarının atası olan Özal’ın kılavuzluğunda, ülkenin içsel değerleri boşaltılmaya başlamış, yerine Arap Amerikan orijinli yaşantılar demetiyle, sevgisiz, insansız, aptalca bir tüketim çılgınlığı gelmişti.  Gördüklerim su yüzünde görünenden çok daha fazlaydı. Giderek düşünceye dönüşen duygulanımları aktarmaya salt yıldız olmak yetmeyecekti. İnsan kalmayı seçtim! Asıl değerini yitirdikleri yaşantıları bir sanalizasyonun içinde deformasyona uğramış bütün eski tanışlarımı hayatımdan çıkardım. Kendime çekilerek sadece yazıp bestelemeye başladım.

SADECE FİZİK OLARAK YOKUM

Bu süre içinde neler yaptınız?

Makas değiştirip seksenli yıllar boyunca senfonik rock tarzında çalışmalara yöneldim. Daha az da olsa, o yıllarda gazetelerde, radyo ve televizyonlarda yer almayı sürdürüyordum. Ancak doksanlarda gelen çok daha büyük ucuzluk ve duyarsızlık dalgası ile popüler kültür vitrinlerinden tamamen çekilmeye karar verdim. Yaklaşık yirmi yıldır bu kararımı uyguluyorum. Sadece fizik olarak yokum… Yayınlamayı sürdürdüğüm albümlerimle kalabalık bir dinleyici kitlesi bir şekilde buluşuyor. Doğanın, insanın, sevginin, sanatın çöküşünü izlemek acı verici… Dünyanın ölümünü görmemek için yaşarken kendimi öldürdüm ve başka bir boyutta yeniden doğdum. Kainatın ve hayatın zerrelerine girdim. Ruhu ölmeyenler için sevinçler ve kederler çok daha derinlerde ve daha yakıcı… İçimdeki cennetlerde, açık yaralarından canı yanan ve asla teslim olmayan güzel ruhlarla buluşup kendi cumhuriyetimizi kurduk. Çağın sorunu insanların ruhlarını yitirerek otlaşmaları… Türkiye bu anlamda bitkisel hayata girmiştir.   Dünya dev bir alışkanlıklar hapishanesinde ölüyor… Üstelik hiç kimse hiçbir şeyin farkında değil. Mutlu bir biçimde tüketip, tükeniyorlar.

SAHNE DÜNYASI BİR KRİZE GİDİYOR

Yeni çalışmalarınız, konser programlarınız var mı? Hayranlarınız sizi tekrar ne zaman dinleyebilecekler?

14 yıllık bir aradan sonra 2006’da İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosunda verdiğim konser ile sahnelere dönüş yaptım. İstanbul ağırlıklı nadir solo konserler veriyorum. Sahne dünyasında da büyük değişiklikler gözlemledim. Sanattan bihaber bazı yapımcıların albüm satışlarını bitirmeleri gibi, sahne dünyası da bir krize doğru gidiyor. Birkaç yetkin firma ve isim dışında konser sektörü sanat ve estetikle hiçbir ilgisi olmayan kimselerin eline geçmiş. Mal gibi gördükleri sanatçıları kendi kültürlerince kategorize eden bu kişilerin ahbap-çavuş ilişkileri ile belirledikleri bir sahne dünyası var. Çifte standartlardan oluşan sanal bir star düzeni içinde,  tamamen sübjektif değerlerle işler yapılıyor. Yabancı hayranlığında da yüzünü gösteren çifte standart öyle boyutlardaki, bu topraklarda yaşayan bir sanatçı olarak huzursuz olmamak mümkün değil. Çoktan ununu elemiş yabancı sanatçılara yüz binlerce dolar ödeyen, onların akıl almaz taleplerine boyun eğen yapımcılar, bu toprağın yetiştirdiği değerler söz konusu olduğunda bambaşka bir kimliğe bürünebiliyorlar. Maalesef bugün durum böyle… Umuyorum ki, aşağı, karanlıklara doğru bütün çekiştirmelere karşın kaçınılmaz bir çağın içinde değişip, düzelecek. Umutsuzluklar amaçları olan insanları asla yolundan döndürmemeli. Bir süredir albüm çalışmaları nedeniyle konserlerime ara vermiştim. Önümüzdeki aylarda tekrar konserler vermeyi planlıyorum. Sonrasında yeni şarkılardan oluşan bir albüm yayınlayacağım.

İNSAN YA DUYARLIDIR YA DUYARSIZ

Allianoi sağlık yurdu sular altında. Hasankeyf hâlâ aynı tehlikeyle karşı karşıya. Siz, Tarkan, Sezen Aksu dışında sanatçılardan bu kültür ve tarih katliamına karşı doğru dürüst ses çıkmadı. Bu sessizliğin siyasi iktidarı cesaretlendirdiği söylenebilir mi?

Bunun sanatla, sanatçı ile ilgisi yok! İnsan ya duyarlıdır ya da duyarsız. Dünyanın bugün yaşadığı büyük kriz ve kaosun nedeni insanların duyarlılıklarını yitirmeleridir. Duyarlılık çöktüğünde, sevgi, saygı, sorumluluk, özgürlük, vicdan, hakkaniyet, adalet, vefa, inanç, amaç, her şey çöker. Duyarsızlık ilkelliktir! Ama hiçbir şey ile her şeyin yer değiştirdiği ülkelerde bu vahim sağırlık sorun teşkil etmez. Dünyaya, doğaya, insana yapılan zulümlere, haksızlıklara sessiz kalan… Çevre, kültür, tarih katliamlarına seyirci kalan herkes suç ortağıdır.

‘70 VE 80’LERİN KÖTÜLERİ ŞİMDİ TAÇLANDIRILIYOR

Türk müziğinin dünü-bugününü değerlendirecek olursak nasıl bir fotoğraf çıkıyor önümüze? Türk müziği nereye gidiyor sizce?

Her dönemin iyileri ve kötüleri var. ‘70’lerde ve 80’lerde de çok kötü şarkılar ve suiistimaller vardı. Şimdilerde o dönemlerin topyekün taçlandırılmasını, nurlar yağdırılmasını anlamsız buluyorum. Eski yıllarda yayınlanmış ve bugünlerin yaz sakızlarından çok daha anlamsız ve ucuz pek çok şarkı sayabilirim. Az önce anlattığım toplum yapısı ne ise müzik onun aynasıdır. Müziğin bir yere gitmek gibi bir misyonu yok. Sadece bütün sanatlar ve mesleklerde sürünün dışına çıkmış insanlar var… Ki dünya boşlukta fazladan kaç milyon tur atacaksa, o sıra dışı güzellikler sayesindedir.

TEK VE BERBAT BİR RENK DAYATILIYOR

Müzik, yaşamın tam içinde olan ve onu birebir yansıtma özelliği bulunan bir gerçeklik. Bu pencereden baktığımızda ülkemizin günümüzdeki ekonomik-siyasal atmosferi ile müziğimiz arasında ne gibi bir ilişki kurulabilir?

Egemenlerin siyasette, ekonomide, yaşamda ve sanat dedikleri o şeyde dünyaya dayattıkları tek ve berbat bir renk var. Küreselleşmenin tüketim pazarında her şeyin bir örnek olması gerekiyor! Duygu ve aşkı yitirmiş müzisyenlerin bilgisayar programlarından çıkmış şarkıları aynı cins çikolata ambalajları gibi sunuluyor. Çok uluslu şirketlerin güdümündeki emperyalistlerin dünyayı hatta dinleri birleştirmek gibi ulvi görünümlü bir tezgahları var… İsa soslu yeni bir karışımı light maşalarla servise hazırlıyorlar. Robotlaşmış küresel bütünlük masallarının uzağında, insan ve sevgi değerlerinin eğilip bükülmediği saf yürek güzellikleri anlatıyorum. İçinde art niyet barındırmayan başka türlü “BİR” olma hali defolu insan ırkı için ulaşılmaz bir ütopya... Eğer doğa insanın değişimine zaman tanıyacaksa, bu evrilmenin en etkin katalizörü bence sanattır.

MİDE BULANDIRICI BİR ALDIRMAZLIK VAR

Çevre sorunlarına ve tarihi-kültürel varlıklarımıza karşı da son derece duyarlı bir sanatçı olduğunuzu biliyoruz. Sanırım Yeşiller Partisi’nde de politika yaptınız bir dönem. Bir sanatçı duyarlılığı ile son dönemde artan çevre sorunlarına ve buna karşı verilen mücadelelere ilişkin gözlemleriniz neler?

Dünyayı sömürmekte olan ahtapotun kolları bütün ülkelere uzanıyor. Siyasette, dinde, edebiyatta, müzikte, çözülmelere teşne ve vesile olan vantuzlarını kullanıyor. Sözde demokratik söylemlerin maskesi ardında kendi topraklarına düşmanlaşan insanlar, kendi dünyasını da tüketmekte olan bir canavarın dokunaçları olduklarının ayırdına varamayacak kadar bilinçsiz ya da hainler… Yeşile, doğaya, zeytine, ağaçlara, dağlara yapılanlar ise bence en büyük ihanet. Dünyanın haline bir bakın; Sözde bir uyanış yaşayan Arap ülkeleri kaynıyor, diktatörler gidiyor. Egemenler petrol peşinde, gidenlerin yerine kendi düzenlerini getirme derdinde hep birlikte masum insanların üzerine bomba yağdırıyorlar. Japonya’da çağın en büyük felaketi yaşanmış, radyoaktif bulutlar tüm dünyanın atmosferine yayılıyor. Daha geçen hafta Kuzey Denizi’nde, İskoçya kıyıları yakınındaki Shell firmasına ait bir platformdan denize ciddi bir petrol sızıntısı olduğu açıklandı. Afrika Boynuzu’nda son 60 yılın en ölümcül kuraklığı yaşanıyor. 11 milyon insan susuzluk ve açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Ekim ayına kadar yeterli yağış olmazsa bölgede kitlesel ölümlerin yaşanacağı bildiriliyor. Ve küresel ekonomik kriz, avronun, doların seyri bunlardan daha büyük bir haber olarak sürekli dünyanın gündeminde… Bir yandan çevreye, doğaya, insan hayatına mide bulandırıcı bir aldırmazlık sürerken, havanda su döven liderler durmadan toplanıp, utanmadan sırıtarak aile fotoğrafı çektiriyor. İnsanlar paralize olmuş vaziyette, sadece tüketiyor, tüketiyor… Büyük derebeylik tüm coğrafyalardaki maşalarıyla hakimiyeti ele geçirmiş. Devasa bir göz boyama sektörü insanların üzerine bir foseptik gibi boşalıyor. Markalar, alışveriş merkezleri, borsa, çığırtkanlar, reklamlar, futbol, magazin, yarışmalar, diziler… Sersemlemiş insanları yöneten hayal tacirleri, devşirme teknolojilerle, gökdelenlerle, duble yollarla, görüntülerle gözbağcılığı yapıp geri planda büyük patronların planlarını sinsice servis ediyorlar. Tehlikeli oyunlarını bozabilecek bütün kurum ve refleksleri temizleyerek ilerleyen ahtapot, altın, gümüş ve su rantının peşinde doğayı da acımasızca sömürüyor. İşte bu noktada dünyanın her yöresinde toprakları kirletilen, sağlıkları hiçlenen insanların siyanürlü madenlere, HES’lere direnişleri büyük anlam kazanıyor. Egemenler planlarına direnen o insanlara her türlü zulmü yapacak, karaları çalacaktır şüphesiz. Buna rağmen, Anadolu’da sadece insanca yaşamak için madenlere, hidroelektrik santrallerine karşı topraklarını, ağaçlarını, tarihlerini koruyan bir kuvva ruhunun hâlâ soluk aldığını görmek umutlarımı diri tutuyor. Ama gelen dalga dünyayı tüketirken kendi sonunu da getirecek kadar bilinçsiz ve çok büyük!

Son olarak, dinleyicilerinize vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Her şey şimdi başlıyor… Her zaman! Işık ve sevgiyle…

 https://www.evrensel.net/haber/12957/ilhan-irem-insan-kalmayi-sectim

22 Temmuz 2011 Cuma

Neyi, kimden gizleyeceksiniz?


22 Temmuz 2011 10:47
Topraklarında kendilerinden izinsiz rüzgar enerji santrali kurulmasına karşı direnen Çine İbrahim Kavağı köylülerine yönelik jandarma saldırısı ile ilgili açılan davanın ilk duruşması yapıldı. Olaylar sonrası tutuklanan 27 yaşındaki bir çocuk annesi Gülşen Emeksiz’in kelepçeli olarak adliyeye getirilmesi tepkiye nede
Özer Akdemir
GÜCÜ YETEN YETENE Mİ?
Davanın bugün görülen ilk duruşmasında tutuklu sanıklardan Gülşen Emeksiz ve Alaattin Eser’in yanı sıra, köylüler ve şikayetçi konumundaki askerler de hazır bulundu. Aydın E Tipi Cezaevinden cezaevi aracı ile getirilen ve elleri kelepçeli bir şekilde duruşma salonuna götürülen 1 çocuk annesi Gülşen Emeksiz (27)’i alkışlarla karşılayan İbrahim Kavağı köylüleri, duruşmaya yoğun bir katılım sağladı. İbrahim Kavağı köylüsü Gülşen Emeksiz’in jandarma ve polisler arasında elleri kelepçeli olarak getirilmesine bazı köylülerin, “Aziz Yıldırım’a, şikeci futbolculara takamıyorlar bu kelepçeyi. Gencecik köylü kadınlara güçleri yetiyor ancak” diye tepki gösterdikleri görüldü. EMEP Aydın İl Başkanı Abdurrahman Saran, Eğitim Sen, İHD Aydın yöneticilerinin yanı sıra, EGEÇEP Dönem Sözcüsü Ertuğrul Barka’nın da katıldığı duruşmada mahkeme başkanı ‘sürpriz’ olarak nitelenen bir karara imza attı. Sanık ve şikayetçilerin kimlik tespitinin ardından Hakim Mete Arslantaş “olayın meydana geldiği ilçede infial yaratacak derecede olduğu, toplumun güvenliğini doğrudan etki edeceğinin sabit olduğu” gerekçeleri ile duruşmaların basına ve kamuoyuna kapalı yapılmasına karar verdi. Hakimin bu kararının ardından duruşma salonundaki sanık ve şikayetçiler dışındaki herkes dışarı çıkarılırken duruşmanın geri kalan kısmına kapalı oturum şekilde devam edildi.

TAHLİYE VE SEVİNÇ
Yaklaşık dört saat süren oturum boyunca Adliye önünde bekleyen İbrahim Kavağı köylüleri, duruşmadan iki tutuklunun da tahliyesi kararı çıktığını öğrenince büyük sevinç yaşadı. Bekleme sırasında çimlerin üzerine oturan, kimilerinin de uzanıp uyuduğu köy halkı kararla sevinç gözyaşlarına boğuldu. Hemen telefonlarla yakınlarına haberi müjdeleyen köy halkı, cezaevinden çıkış işlemleri yapılmasının ve tutuklularının serbest bırakılmasının ardından toplu olarak köylerine gittiler. Köylüler bu olaylara neden olan şirketin yetkililerini ve görevlileri affetmeyeceklerini dile getirdiler. Tüm sanıkların tutuksuz yargılanacağı duruşma 14 Eylül’e ertelendi. (Çine/EVRENSEL)
FOTOĞRAF: ÖZER AKDEMİR


Yayla evlerinin ve meralarının bulunduğu Madran Dağına kendilerinden izinsiz bir şekilde RES kurulması çalışmalarına karşı yaklaşık 8 aydır direnen İbrahim Kavağı köylüleri, bu süre boyunca iş makinelerinin RES yapılacak alana çıkışına izin vermediler. CHP Aydın milletvekili ve Çine eski Belediye Başkanı Osman Aydın’ın yüzde 25’ine ortak olduğu, yüzde 65’inin ise Mustafa Cemaloğlu adlı iş adamının olan Kıroba elektirik şirketi köylüleri ikna etmek için hemen her yolu denememelerine rağmen bunda başarısız oldular. RES şirketine hiç güvenmediklerini, santralin ormanlarına, meralarına ve meyve ağaçlarına zarar vereceğini belirten köylüler, ayrıca şirketin yöredeki sulara da el koyacağı endişesini dile getirdiler. Şirket araçları ve çalışanlarının yaylalara çıkmalarına izin vermeyen köylüler direnişini kırmak için jandarma desteğinde, onlarca şirket çalışanı bölgeye giderek inceleme yapmak istemişlerdi. Şirket özel güvenlik elemanlarına direnen köylülere biber gazı ve joplarla müdahale eden jandarma, 9 köylüyü gözaltına almış, kalan köylüleri de saatlerce çembere alarak evlerine dahi gitmelerine izin vermemişti. Gözaltına alınan köylülerden köy muhtarı Süleyman Emeksiz’in geline Gülşen Emeksiz ve köy birinci azası Alaattin Eser tutuklanmış, toplam 18 köylü hakkında dava açılmıştı.
evrensel.net

1 Haziran 2011 Çarşamba

Anadolu'nun 'Altın'daki Tehlike / Kışladağ'a Ağıt_Hayat Dergi söyleşi

ANADOLU'NUN 'ALTIN'DAKİ TEHLİKE / KIŞLADAĞ'A AĞIT
Çokça söylenen bir sözdür; “Sayısız uygarlığa beşiklik etmiş Anadolu…” Evet kültürel, sosyal, tarihsel ve doğal olarak oldukça zengindir Anadolu. Zenginlik sadece üstünde değil altındadır da aynı zamanda ve bu zenginlik halkın ve doğanın başına türlü melanetler getirmektedir.
Evrensel Gazetesi Muhabiri ve Çepeçevre Hayat Programı’nın yapımcısı Özer Akdemir’in uzun yıllar boyu bıkmadan usanmadan takip ettiği çevre mücadelelerine ilişkin yazdığı “Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike-Kışladağ’a Ağıt” kitabı, Evrensel Basım Yayın’dan çıktı. Hayat Dergi okurları için Özer Akdemir’le bir söyleşi gerçekleştirdik.
Emine Uyar
Ülkemizde altın madenciliği, Bergama ile birlikte gündeme geldi. Kitabında Bergama’da yaşananlara da yer vermekle birlikte, asıl konu olarak Kışladağ’ı seçtin. Neydi sana “Kışladağ’a Ağıt’ı” yazdıran?
Ülkemizdeki altın madenciliği aslında ilk olarak Bergama’dan önce Havran Küçükdere’de gündeme geldi. Bugün Kışladağ’da altın üreten, İzmir Efemçukuru’nda üretim için gün sayan TÜPRAG şirketi, Bergama altın madeninden önce Küçükdere’de altın madenciliğine soyunmuştu. Bu ilk girişim gerek Küçükderelilerin kararlı mücadelesi, gerekse o dönem bazı milletvekilleri ve meslek örgütlerinin çabaları ile çıkan Zeytincilik Kanunu nedeniyle Küçükdere’de geri tepti. Maden izin alamadı. İşte Bergama süreci bu olaydan sonra gündeme geldi ama ülke genelinde, hatta dünyada ses getiren bir mücadele olması bakımından Bergama, Küçükdere’deki bu ilk direnişi birçok bakımdan geride bıraktı. Ancak şu kadarını da söylemeliyim ki; Bergama mücadelesinin başlangıcında Küçükderelilerin ve o direnişi örgütleyen kişilerin çabaları büyüktür. Hatta biraz garip, biraz komik gelebilir ama Bergama’daki altın madenine karşı ilk eylemleri Küçükdereliler yapmıştır. Bergama süreci bu bakımdan, başlangıcından günümüze uzanan çizgisiyle çok ilginç ve binlerce ayrıntısı olan bir olay.

Sorunun yanıtı biraz da yukarıdaki son cümlede gizli. 1986’larda başlayan Bergama sürecinin bir gazeteci olarak izlemeye başlamam 2000’li yılların ortalarından itibaren oldu. İzmir’e geldikten sonra Bergama köylülerinin mücadelesini, eylemlerini Evrensel’e haber yapmak için o köylere gide gele Bergama sürecini izlemeye başladım. Bugün Bergama köylülerinin direnişindeki evrelere bakacak olursak 2000’lerde başlayan bu süreç mücadelenin gerileme dönemlerine denk gelmekte. Bir gazeteci olarak başlangıcını, gelişimini ve doruğa ulaştığı zamanları izleyemediğim Bergama sürecinin ancak son dönemine, duraklama ve sönümlenme dönemine tanıklık ettim. Mücadelenin gerilemesi ve zamanla sönümlenmesi kendiliğinden bir seyirde olmadı. Temeli MGK’larda atılan bir Milli Güvenlik Stratejisi çerçevesinde geliştirilen Psikolojik Harp Harekâtı ile Bergama köylü mücadelesi geriletildi. İşin içinde MGK Genel sekreterliği vardı, asker vardı, siyasal iktidar vardı, medya ayağı vardı. “İstihbarat tarihçisi” olmakla övünen ve muhtemelen bu hevesi nedeniyle hala “çözülemeyen” bir “faili meçhul”e kurban giderek “ipi çekilen” bir akademisyen, bugün Ergenekon’la adı anılan mafya babaları, tetikçileri vardı… Son derece ilginç, kişileri, olayları, sonuçları ile bu dönemi anlamaya dönük yeni bir kitap çalışmam tamamlanmış durumda. Basılabilirse, “Kuyudaki Taş” adını vermeyi düşündüğüm bu kitabın, sadece Bergama’nın bu son dönemine değil, günümüzün en önemli tartışma konularına, Ergenekon’a, Gülen Cemaatine ve AKP ile iyice palazlanan “İslami sermayeye” de göndermelerde bulunan bir çalışma olduğunu düşünüyorum.
Neden Kışladağ sorusuna gelirsek; Bunun ilk gerekçesi olarak Bergama’nın aksine Kışladağ altın madeni ve madene karşı verilen mücadelenin başlangıcından günümüze içinde olma, izleme olanağı bulmam diyebiliriz. Kışladağ’a daha ilk kazma vurulmadan, altın madeni henüz kâğıt üzerinde bir proje iken defalarca yöreye ve köylerine gittim. Bir zamanlar genç fidanlarla, ormanlarla kaplı Kışladağ’a ilk kepçe darbesinin vurulduğu gün de oradaydım. Bugün, bitki örtüsü sıyrılmış, üzerine siyanür püskürtülen tepelerle kaplanmış, bağrında yüzlerce metrelik devasa bir çukurun her gün büyüdüğü Kışladağ’ı da görme, kaydetme hüznünü yaşayan bir gazeteci olarak, Anadolu’nun ‘altın’daki tehlikeyi anlatmaya ilk olarak Kışladağ’dan başlamanın doğru olacağını düşündüm. Bugün ülkemizin onlarca yerinde yapılmak istenen altın madenciliğine karşı direniş türküleri söyleyebilmenin yolunun Kışladağ’ın Ağıt’ını bilmekten geçtiğini düşünüyorum.
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve ayakta duran insanlar, şunu diyen bir yazı 'Özer Akdemir Anadolu nun Altın daki Tehlike Kışladağ Ağıt Araştırma inceleme AYIN'
Kitabın Kışladağ Altın Madenine ilişkin kapsamlı ve ayrıntılı bir çalışma olarak duruyor. Bölgeye kaç kez gittin hatırlıyor musun? Kitap ne kadarlık bir süreyi kapsıyor?
Bölgeye kaç kere gittiğimi inan saymaya kalkışsam başaramam. Çok gittik ama. Özellikle EGEÇEP, Elele Hareketi ve İnay Vicdan Hareketi üyeleri ile onlarca kez İzmir’e hiç de yakın olmayan (yaklaşık 4 saat) Kışladağ’a ve köylerine gitmişizdir. Kiminde bir halk toplantısı için, kiminde bir eylem, kiminde bir köylünün düğünü için. Bin yılın son günü (30 Aralık 1999) Eşme’de, altıncı şirketin müdürünün yöre köylerinin muhtarlarıyla yaptığı toplantı ile başlayan Kışladağ sürecinde 2010’un sonbahar aylarındaki gelişmelere kadar yaşananlar anlatılıyor kitapta. Yaklaşık 10-11 yıllık bir süreç yani.
Ülkenin en ücra köşelerinde, köylerinde kasabalarında, dağlarında altın madenlerine karşı süren köylü hareketi, senin ve senin gibi bir kaç gazetecinin haberleri ile kamuoyuna duyuruldu. Bu mücadelelerin basında yaygın olarak yer almamasının nedenleri neler? Bir de Kışladağ’ın son durumu nasıl?
Bunun nedeninin işçi-emekçilerin yaşam mücadelelerinin, emek ve özgürlük mücadelelerinin basında kendisine yer bulamaması ile aynı nedene dayandığını düşünüyorum. Hani bir reklam vardı, “tamamen duygusal” derken parmakları ile para işareti yapılıyordu. Burada da olayın tam adını koyarsak “tamamen sınıfsal”…
Altın madenciliği olsun, termik santraller, HES’ler, nükleer, balık çiftlikleri…. Onlarca çevresel sorunun temelinde kapitalist yağma ve talan hırsının yattığı tüm açıklığı ile ortada. “Gölgesini satamadığı ağacı kesen Kapitalizm”, kendi bindiği dalı kesmekte de hiç bir sakınca görmüyor. Küresel ısınma, ozon tabakasındaki delik, artan doğal felaketler, onlarca hayvan ve bitkinin neslinin her geçen gün tükenmesi… İşte Kapitalizm’in bu sınır tanımaz kâr güdüsü nedeniyle. Gelecekte yaşanabilecek bir dünyanın ancak Kapitalizm’in bir sistem olarak ortadan kalktığı bir dünya olabileceğini düşünüyorum. Kapitalizmin “kendini ıslah” edebileceğini, “sürdürülebilir” bir hal alabileceğini olasılık dışı buluyorum. Kapitalizm yaşamın düşmanıdır, sürdürülemez. Sermaye sistemi, kendine karşı yönelen tehditlerin, en azından kendisinin başında bulunduğu yaygın medya eliyle halka duyurulmasına izin vermez. Özünde sınıf mücadelesinin bir parçası olan, Kapitalizme karşı gelişen bu çevreci halk hareketlerinin basında kendisine çok fazla yer bulamamasının nedeni işte bu “tamamen sınıfsal” olgu yüzünden…
Altını saf bir element olmasıyla bilirdik, ayrıştırıcı(!) bir element olduğunu da senin kitabından öğrendik. Gerçek sendikacılarla, turuncu sendikacıları(!), gerçek çevrecilerle sahtelerini, bilim adamlarının ne kadar bilim adamı olduğunu ve halkçı sunucuların(!) ne kadar halkçı olduğunu… Sen neler söylersin bu konuda?
Aslında bu tür olaylar, ilişkiler yaşamımızın hemen her döneminde bir şekilde karşımızda dururlar. İlk bakıldığında görülmeyen, anlaşılamayan hatta farklı anlaşılabilen olay ve olguların gerçeklikle ilişkisini anlayabilmek için bazı etkenlerin oluşması lazım. Ülkemizdeki altın madenciliği de toplumsal yaşamda bu farklı görüntülerin gerçeğini gösteren işlev gördü diyebiliriz.
Belirttiğiniz gibi, emek-sermaye çelişkisinde emeği temsil etmesi gereken emek örgütlerinin nasıl uluslar arası sermayeden yana çıktıklarını gördük bu süreçte. Çevreciliği, “kendi ve çevresi” olarak algılayan, bu mücadeleyi bir anlamda ranta dönüştürmek isteyen kişi ve kurumlarla tanıştık. Yine, beyninin ışığını sermayenin hizmetine sunan sözde bilim insanlarını, onların utanıp sıkılmadan yazdıkları, baştan sona sahtelik, kandırma ve göz boyamayı hedefleyen “bilimsel raporlarını” okuduk. Bir dönem “Anadolu’nun yol hikâyelerini anlatmakla” övünen, Nazım’ın şiirlerini dilinden düşürmeyen, “parayı bulduğunda” ise “profesyonel sunucu” olarak kendi yolunun türküsünü söyleyen “sahte solcuları, yeni AKP yalakalarını da tanıdık altın mücadelesi içinde.
Daha da benzer onlarcasını göreceğiz, inanın. Ama belki de bundan sonra göreceklerimizden çok azı, bir İl Sağlık Müdürü’nün siyanür zehirlenmesi iddialarına karşı “kanlarda arsenik çıkmamıştır” yönlü ‘komik’ olmaktan öte açıklamalar yapması kadar derin anlamlarla yüklü olacaktır. Ya da, bir ABD Elçisinin “bizim altın madeni için gerekli ruhsatları verin” yönlü “emrine” başüstüne diyecek kadar milliyetçi, ulusal bağımsızlıkçı Bakanlarla tanışabilmenin gururunu da altın madenciliği sayesinde yaşadık! İşin bu yönünden bakınca, bu bile az şeyler değil gibime geliyor!...
Şu an ülkemizdeki altın madenlerinin durumları hakkında bilgi verir misin kısaca?
Şu anda ülkenin dört bir yanı kelimenin tam anlamıyla söylüyorum bir “Altın’a hücum”u yaşıyor. Kovboy filmlerinde bir dönemin “Vahşi Batısında” izlediğimiz altına hücum filmlerinin gerçekleri günümüzde Anadolu topraklarında çekiliyor. Vahşi batıdakiler kendi ülkelerini siyanürlü atıklarla kirletmek yerine, ‘şeriflerini kafaladıkları’ ülkelere gidip, oranın altınlarını araklamayı, tüm kirliliklerini de orada bırakıp kaçmayı daha akılcı buluyorlar.
Kıbrıs Lefke’de olan işte tam böyle bir şey. Amerikan CMC şirketi bakır ve altın madenlerini aldığı adayı, Türkiye’nin Kıbrıs harekâtını bahane edip apar topar kaçtıklarında arkalarında dünyanın en büyük çevre felaketini bıraktıklarını biliyorlardı elbette. Şimdi ara ki bulasın bu şirketi…
Orta sınıf Kanadalı’ların Toronto borsasına yatırdıkları paraları sermaye yapıp ülkemize giren TÜPRAG Şirketi Kışladağ’ın yanı sıra, ülkenin üçüncü büyük ili İzmir’in içme suyu havzasında altın madeni işletmek için gün sayıyor. Koca kentin içme suyu kirlenecekmiş, kimin umurunda…
Erzincan İliç’te Fırat nehrine 200 metre uzaklıkta dev bir siyanürlü altın madeni, sessiz sedasız çalışıyor. Buradan hiçbir ses çıkmıyor. Ne bir dava açıldı, ne bir karşı çıkan aykırı ses duyuldu. Bir ara Erzincan Savcısı’nın talimatı ile madenden gelen “kötü kokularla” ilgili soruşturma açılması ile basının gündemine gelir gibi oldu, savcının (İlhan Cihaner) başına gelmeyen kalmadı. Dünyanın en büyük maden tekellerinden Rio Tinto’nun bu madenin üretime geçmesinden kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan’ın hısımlarından Çalık’lara madenin %20’sini adeta “buyur” etmesi ve bunu da “Türkiye’de ilerideki yapacağımız yatırımlar için stratejik bir ortaklık” olarak açıklaması bu “kötü kokuların” yoğunlaşmasına neden olsa da, işler tıkır tıkır yürüyor.
Kazdağları’nda, Niğde Ulubey’de, Gümüşhane’de, Eskişehir Kaymaz’da, daha onlarca yerde altına hücum sürüyor.
Şimdiye kadar hayatlarında geçim mücadelesinden başka mücadele bilmeyen köylüler, topraklarını, sularını korumak için çeşitli yollarla seslerini duyurmaya çalışıyor. Çevre mücadelesinin geçmişi ve bugününe dair neler söylersin?
Evet, bir zamanlar genelde orta sınıf aydınları tarafından yapılan, “ülkenin onca sorunu varken çiçek-böcekle uğraşıyorlar” diye küçümsenen çevre mücadeleleri artık tabanını halka indirdi. Çünkü sorunlar öylesine bir hal aldı ki, neredeyse “bana değmeyen yılan bin yaşasın” özdeyişi tarih oldu. Çevresel sorunları bir yılan olarak tanımlarsak eğer, yılanın değmediği hemen hemen kimse kalmadı. Öyle ki bu yılan sınıf, cinsiyet, yaş, ırk ayrımı da gözetmeden herkesin kentine, mahallesine, köyüne, deresine, havasına, suyuna, evinin içine kadar sokuldu. Bugün büyükşehirlerde hava kirliliğinden etkilenmemek olası mı? Ya da içme sularındaki arsenikten kaçmak, baz istasyonlarının yaydığı radyasyondan korunmak, termik santrallerin, GDO’lu besinlerin, kirletici sanayilerin etkisinden uzaklaşmak…
Sorunlar bu kadar genişleyince ve halk yaşam alanlarına yönelen temelinde Kapitalist sömürünün olduğu çevresel sorunlara karşı işin başa düştüğünü ister istemez bir anlamda fark ediyorlar. Bu noktada hukukun da kendilerini çok fazla koruyamadığını, sermaye düzeninde hukukun da sermayenin ihtiyaçları temelinde şekillendiğini ve gerektiğinde bir gecede değiştiğini, “hukuk devleti” denilen sistemde her şeyin üstünde denen mahkeme kararlarının askıya alındığını yaşayıp gördü. İşte Bergama köylülerinin, Eşmelilerin, Ulukışlalıların, Yuvarlakçay Köylülerinin ve dereleri için mücadele eden Karadenizlilerin hukuk alanını da boş bırakmadan, yollara dökülmesi, aylarca çadırlarda dereleri beklemesi, köylerde gece nöbetlerine başlaması çevreci halk direnişlerinin yeni bir aşamaya geldiğinin göstergeleri. Bu direnişler, özü itibariyle iş, ekmek ve özgürlük mücadelelerinin birer parçasıdır ki sınıf hareketinin önündeki en önemli engellerden birisi olan birleşik mücadele sorunu çevre direnişlerinin de en yakıcı sorunu durumunda.
Kitabında bütün ayrıntılarıyla ele aldığın gibi altın madeni şirketleri uluslar arası güçlü tekeller ve Hükümetler tarafından da korunup kollanıyorlar. Önlerine çıkan engeller gerektiğinde yasa çıkartılıp ortadan kaldırılıyor. Bu şirketlere karşı mücadelenin başarılı olabilmesi sence nasıl mümkün olabilir ve bir örnek var mı?
Genelde ‘taktiksel bir gereksinim’ olarak kendilerine taşeron bir yerli ortak bulan bu çok uluslu maden tekellerinin, gelmiş geçmiş hükümetler tarafından korunup kollandığı su götürmez bir gerçeklik. Hükümetler bu şirketlerin önündeki bütün engelleri temizlemekte günümüze kadar adeta birbiriyle yarış ettiler. Şirketlere vergi indirimleri, teşvikler, devlet payının düşürülmesi, işçilerin sigorta primleri konusunu üstlenme gibi onlarca kalemde getirilen kolaylıklar, yatırımların önünde engel olarak görülen yasa ve yönetmeliklerin ihtiyaç duyuldukça değiştirilmesi noktasına kadar geldi. Yaşam alanlarını korumak için mücadeleye başlayan halk, siyasal erkin emrindeki güvenlik güçleri tarafından dövüldü, yasal soruşturmalara maruz kaldı, hapse atıldılar. Bir zamanlar ülkenin en önemli yönetim aygıtı olan MGK tarafından bu direnişlerin başını çekenler “dış güçlerin ajanı” olarak damgalanmak istendi.
Tüm bu karşı propaganda ve baskılara rağmen Artvin’liler altıncıları topraklarından kovdular. Niğde Ulukışlalılar hala karalı bir şekilde direniyorlar. Yine Manisa Turgutlu halkı İngiliz Nikel şirketini şu an için püskürttü. Yuvarlakçaylılar derelerinde HES yapmak isteyen Afken Holdingi aylarca çadırlarda direnerek topraklarından attılar. Karadeniz de Fındıklılılar Arılı ve Çağlayan Derelerine hala kazma vurdurmadı…
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Karşıdaki güç ne kadar büyük olursa olsun halkın kararlı direnişi karşısında yenilmeye mahkum olduklarını çok iyi biliyorlar. O nedenle girmekte zorlandıkları yerlere başka yöntemlerle, iftiralarla, halk arasında bölünme yaratarak, ya da bir süre bekleyip uygun anı kollayarak girmeyi planlıyorlar. Örneğin, bundan 25 yıl önce büyük bir direnişle püskürtülen Aliağa’daki termik santralciler, aradan 25 yıl geçtikten sonra koşulların uygun olduğuna karar verip yeniden harekete geçtiler. 40 yıldır varlığı bilinen İzmir Karşıyaka Arapdağı’ndaki altın madenini çalıştırmak için geçtiğimiz aylarda çalışmaların başlaması tesadüf olması gerek…
Mücadelenin gelişim seyri şunu gösteriyor; bu saldırıları durdurmanın tek yolu halkın örgütlü, kararlı mücadelesi. Kendi yerellerinde sıkışıp kaldığı için yalnızlığı içerisinde sönümlendirilmek istenen direnişlerin birleştirilmesinin, Anadolu’nun gözden ırak kırlarında tek tek yanan ateşlerin büyütülmesinin, tüm ülkeyi, hatta dünyayı tehdit eden Kapitalist barbarlığa karşı mücadelede önemli bir ivme yaratacağını düşünüyorum.
Bundan sonraki projelerinden bahseder misin? Çepeçevre Hayat’ın yeni bölümlerinde izleyicileri neler bekliyor mesela?
Anadolu’nun ‘altın’daki tehlike sadece Kışladağ’la sınırlı değil. Ülkenin onlarca yerinde altına hücum yaşanırken, buna karşı verilen önemli bir halk mücadelesi de var. Sadece madenler değil, dereler, ormanlar, havanın, kültürel varlıkların korunması mücadelesi de her geçen gün büyüyerek sürüyor. Her şey zıttıyla var ve saldırı büyüdükçe, direniş de büyüyor…
Gerek gazeteci kimliği ile gerekse Hayat Televizyonu Çepeçevre Program yapımcısı olarak bu direnişleri olanağımız ölçüsünde izlemeye, uzaktan değil, direnişlerin içerisinden mücadeleyi yansıtmaya çalışan bir anlayışla hareket ediyoruz. Bunu yaparken, yine olanak buldukça ülke dışındaki gelişmeleri de izleyicilerimize yansıtmaya çalışıyoruz. Kıbrıs Lefke’daki terk edilmiş maden alanı, Bulgaristan’daki altın madeni karşıtı mücadele, Gürcistan Batum’un kumsalları, tarihsel dokusu ve birkaç kilometre ötedeki Karadeniz Otoyolu katliamını da bu çerçevede ekranlara taşıma olanağı bulduk.
Son olarak 1 aylık bir Küba gezisini yeni bitirdik. Küba’nın bir ucundan, diğerine görme olanağı bulduk. Havana’yı neredeyse sokak sokak dolaştık. İşin garip yanı Küba’da da bir altın madeni çıktı karşımıza. Hem de dünya kültür mirası olarak korunan Nacional Park’ın bir iki kilometre uzağında Kanadalılara ait bir maden. Önümüzdeki günlerde, bir iki bölüm halinde bu Küba izlenimlerimizi taşıyacağız Çepeçevre Yaşam’a…
Hayat Dergi, Haziran 2011

24 Nisan 2011 Pazar

Sizin arkanızda kimler var?


24 Nisan 2011 08:33

Hidro elektrik santralleri (HES)’lere karşı verilen mücadelenin ardında dış güçlerin olduğunu, yöre insanlarının bu dış güçler tarafından kışkırtıldığını ileri süren Hidro Elektrik Santralleri İş Adamları Derneği (HESİAD) Başkanı Fahrettin Amir Arman’ın şirketi olan Ayen Enerji’nin yaptığı tespit edilen usul

Özer Akdemir
Derelerini, topraklarını yaşam alanlarını korumaya çalışan halkın mücadelesini “Arkalarında dış güçler var” diye karalamaya çalışan Ayen Enerji’nin Devlet Denetleme Kurulu ile tespit edilen usulsüzlüklerine kesilen cezaların ödenmemesi “Ayen Enerji’nin arkasında kim var?” sorusunu gündeme getiriyor.
RAPORDAKİ USUZSÜZLÜKLER
Yap-İşlet-Devret sistemi ile yapılan Kahraman Maraş’ta bulunan Kısık ve Kayseri’deki Çamlıca HES’lerin sahibi (Kısık HES’i işletme süreci sonunda devretmiş) Ayen Enerji’nin adı Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulunun 2003 yılındaki Elektrik Enerjisi Üretim Alanında Sürdürülen Yap-İşlet-Devret (YİD), Yap-İşlet (Yİ) ve İşletme Hakkı Devri (İHD) Uygulamaları Hakkında Araştırma Raporu’nda usulsüz uygulamalarla geçiyor. Raporun 39. sayfasında Kısık HES ile ilgili …” projede toplam yatırım tutarına yatırım dönemi kredi faizi eklenmiş. Toplam yatırım tutarından fazla bir tutarın geri ödenmesini sağlayacak şekilde düzenlenmiş olan fon akış tablosu düzeltilmemiş. Tarife bu duruma göre yeniden hesaplanmamıştır. Fazla üretimin ilgili yılın tam tarifesiyle alınması yükümlülüğü getirilmiştir” sözleriyle yapılan usulsüzlük ve getirilen yükümlülüklerden bahsediliyor.
Raporun sonunda ise ( sayfa: 45, madde.14), “Raporda belirtilen usulsüzlükler hakkında ilgililerin hukuki ve cezai sorumluluklarının Barbakanlıkça değerlendirilmesi” talep ediliyor. Yani ceza isteniyor.    Ayrıca, raporun 13. maddesinde de fazla yapılmış olan ödemelerin firmalardan tahsili isteniyordu.
CEZALAR NEDEN UYGULANMIYOR
2003 yılında KISIK ve Çamlıca HES’ler, Ayen tarafından işletilmekteydi. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulunun, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) için 2010 yılında hazırladığı “Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun 2006, 2007 ve 2008 yılları faaliyet ve işletmelerinin denetlenmesi Raporu”nda ise, (sayfa:15, madde:15 ), 2003 yılında istenen bu cezaların neden EPDK tarafından ötelendiği soruluyor ve bu hususta inceleme isteniyor.
Yukarıda bahsedilen raporlara rağmen bugün “yatırımların önündeki engel” olarak gördükleri HES karşıtı mücadeleyi “dış güçlerin kışkırtması” olarak niteleyen Ayen Enerji patronu ve Hidro Elektrik Santralleri İş Adamları Derneği (HESİAD) Başkanı Fahrettin Amir Arman’a öngörülen cezalar halen uygulanmamış. HES karşıtlarının değil ama Arman’ın ve HES patronlarının ardında birilerinin olduğu, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Raporlarında bahsedilen usulsüzlüklerle ilgili cezaların bir türlü yerine getirilememesinde ortaya çıkıyor.  (İzmir/EVRENSEL)

HES PATRONU NE DEMİŞTİ?
HİDRO Elektrik Santralleri İş Adamları Derneği (HESİAD) Başkanı Fahrettin Amir Arman geçtiğimiz yılın aralık ayında ve 4 Nisan 2011 tarihli Radikal gazetesinde çıkan demeçlerinde HES’e karşı mücadele eden çevrecilerin ardında Almanya’nın olduğunu, İçişleri Bakanlığının bununla ilgili araştırma yaptırdığını ileri sürmüştü.


23 Ocak 2011 Pazar

Bu ayıbı örtemezsiniz!...

AKP hükümetinin baskıları sonrası İzmir 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu (KTVKK)’nın kararı ile üzeri kumla örtülerek Yortanlı Barajı’nın sularına terk edilen Allianoi Antin kenti ile ilgili skandallar bitmiyor. Antik kentin 800 metre kuzeydoğusunda, baraj gövdesi yakınlarında bulunan 311 No’lu parseldeki Roma Kilisesi ve mezarların üzerinin kapatılmasının unutulması, Allianoi’nin ”üzeri kumla örtülerek korunması”(!) noktasındaki ‘ciddiyeti’de ortaya serdi. Roma Kilisesinin kapatılmasının unutulduğunun anlaşılması üzerine yetkililer çevreden kestikleri zeytin dalları ile kilise kalıntılarını gizlemeye çalıştılar.
En son skandal
Trakya Üniversitesi Öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Ahmet Yaraş başkanlığında bir ekip tarafından 1998-2006 yılları arasında yürütülen kazılarla ancak yüzde 20-30’u gün yüzüne çıkarılan Allianoi birkaç hafta içerisinde tamamen kumlarla örtüldü. Adeta bir çöl görüntüsüne bürünen 2000 yıllık antik kent su tutmaya başlayan Yortanlı Barajı’nın sularına gömülüyor. Antik kentle baraj gövdesi arasında kalan alanda sular her geçen gün daha da yükseliyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan bilirkişi incelemesinde antik kentin son derece üstün körü bir çalışma ile kuma gömüldüğü, henüz örtmenin üzerinden birkaç gün geçmiş olmasına rağmen alanda meydana gelen çatlakların ve göçmelerin oluşması ile ortaya çıkmıştı. Antik kenti yok oluşa götüren bu süreçte yaşanan en son skandal ise bir Roma Kilisesi’nin ve çevresindeki mezarların kumla gömülmesinin unutulması oldu. 
 
Kilisesi ve çok sayıda mezar unutuldu
Allianoi’un yakın çevresinde ve baraj gölet alanı içinde yapılan yüzey araştırmasında Bergama - Soma arasındaki su yolu, nekropoller, kaya mezarları ve karayolları  bulunmuştu. Bu araştırmalar sırasında bölgede çok sayıda kaçak kazı yapıldığı da tespit edilmişti. Bunlardan biri de antik kentin 800 metre Kuzeydoğusunda bulunan bir zeytinlikteki 311 numaralı parselde ortaya çıkarıldı. Baraj gövdesi yakınında  bulunan bu parselde 2000 yılında kısa süreli bir kurtarma  kazısı yapılmıştı. Bu kısa süreli kurtarma kazında ancak bir kilise ile içinde ve etrafında bulunan sadece 20 mezar kazılabilmiş, bunun yanı sıra etrafta çok sayıda mezar olduğu gözlemlenmişti. Kilise içinde Roma Çağı’na ait çok sayıda devşirme mimari eser, çatı kiremitleri ve mimari süslemeler halen ören yerindeydi. Taşınabilir nitelikteki bulunan arkeolojik eserler ve sikkeler 2000 yılında envanterlenerek Bergama müzesine teslim edilirken, Allianoi’da bulunan On bin sikke ile birlikte bu sikkelerde, halen Prof. Dr. Oğuz Tekin tarafından yayına hazırlanmakta. Geç Antik Çağ’a ait olduğu düşünülen kilise ve mezarlardaki bilimsel çalışmalar, o yıllarda bakanlığın talebi üzerine Ilıcaya yoğunluk verilmesi nedeniyle tamamlanmamıştı. Kilisenin yakın çevresinde henüz kazılmamış çok sayıda mezar ve kültür varlığı olduğu biliniyor.

            Gazeteciler belgeledi
Bu kilise ve çevresindeki mezarların “kumla kapatılarak korunması”(!)nın unutulduğunu ortaya çıkması üzerine, yetkilerin apar topar çevredeki zeytinliklerden kestikleri dallarla buluntuları gizlemeye çalıştıkları, geçtiğimiz günlerde kilisenin fotoğraflarını çekmeye giden gazeteciler tarafından fotoğraflandı. Dikili Belediyesi Basın Danışmanı Oben Ulu tarafından çekilen fotoğraflarda, kilise yapılarının zeytinliklerle gizlenmesi çabası açıkça ortaya seriliyor. Çekilen fotoğraflarda ayrıca baraj sularının bir hayli yükseldiği ve antik kentin bir bölümünü yuttuğu görülüyor. (İzmir/EVRENSEL)


20 Ocak 2011 Perşembe

Koza patronu neden yargılanamıyor?


 20 Ocak 2011 00:00
     
5 HAZİRAN 2005 Dünya Çevre Gününü Bergama Çamköy’de kutlamak isteyen çevrecilere yönelik altın madeni çalışanlarının saldırısı ile ilgili davanın 4. duruşması önceki gün Bergama’da yapıldı. Yargılamada, olaylar sırasında taş ve yumurta yağmuruna tutulan, arabalarının camları kırılan çevrecilerin, saldırının her anını yönettiği iddiasında bulundukları Koza Altın şirketi sahibi Akın İpek’in adı dahi geçmedi.

5 HAZİRAN 2005 Dünya Çevre Gününü Bergama Çamköy’de kutlamak isteyen çevrecilere yönelik altın madeni çalışanlarının saldırısı ile ilgili davanın 4. duruşması önceki gün Bergama’da yapıldı. Olaylar sırasında taş ve yumurta yağmuruna tutulan, arabalarının camları kırılan çevrecilerin, saldırının her anını yönettiği iddiasında bulundukları Koza Altın şirketi sahibi Akın İpek’in adının dahi geçmediği yargılamada, bazı maden çalışanları ile çevrecilerin ifadeleri alındı.
Bergama Asliye Ceza Mahkemesi’nde olayların üzerinden 5 yıl geçtikten sonra açılabilen davanın 4. duruşmasında maden çalışanlarının ifadelerinin yanı sıra, şirketin sahibi Akın İpek’in adının neden sanıklar arasında olmadığı yolunda tepkiler öne çıktı. Olaylarda saatlerce köylerine giremeyen köylülerin yanı sıra, Çamköy’de çevre günü kutlamak için Eşme, İzmir ve Bergama’dan gelen altın madeni karşıtı çevrecilerin de sanık olarak yargılandığı duruşmada, işten çıkarılan bir maden işçisinin itirafları yaşanan olaylara ışık tuttu. 

ESKİ MADENCİDEN İTİRAFLAR
Olaylar sırasında altın madeninde işçi olduğunu söyleyen Halil Eftal, maden yöneticilerinin piknik adı altında yapılan etkinliğe katılımın tüm işçiler için şart koştuğunu söyledi. Maden Müdürlerinden Hayri Öğüt ve Celalettin Çetin’in gelmeyen işçileri kontrol ettiğini anlatan Eftal, olayların ardından Hayri Öğüt’ün kendisine ‘neden taş atmadın” diye baskı uyguladığını da belirtti. Eftal, şirketin sahibi Akın İpek’in ise bütün olayları yönettiğini iddia etti. 2006 yılında madende meydana gelen bir kazada bir işçinin yaşamını yitirdiğini, kendisinin de bu kazanın ardından işten çıkarıldığını aktaran Eftal’e savcının “Bu yüzden mi böyle konuşuyorsun?” sorusuna Eftal, “Hayır ama madende çalışsaydım bu ifadeyi veremeyebilirdim” diye yanıt verdi. Eftal, çevrecilere yumurta attıklarını ama taş atanları hatırlamadığını söyledi. Duruşmada ifade veren diğer maden çalışanlarının çoğu da yumurta atıldığını ama kimlerin taş attıklarını görmediklerini ileri sürdüler.
‘20 YILDIR SIĞIRCIKLAR GELMİYOR’
Olaylar sırasında tarlasına gitmek isterken madencilerin köy yoluna barikat kurmaları nedeniyle bir hayli zorlandıklarını söyleyen Çamköy köylülerinden Ümit Duran, “Bize kendi köy yolumuzu değil 7 kilometre uzaklıktaki yolu kullanın diyorlar. Bu yaptıkları eşkiyalığın göstergesidir. Maden çalıştığından beri 20 yıldır sığırcıklar köyümüze gelmiyor” dedi.
Sanık olarak yargılanan köylülerden Tepeköy’lü İrfan Keskin “mahkemede taş atan maden çalışanları değil, onları yönlendirenler yargılanmalıydı” dedi.
Bergama Çevre Platformu Sözcüsü Erol Engel ise “Olaylarla ilgili Akın İpek’e takipsizlik kararı verilmiş. Akın İpek olayları yönlendiren kişidir. Ben bizzat kendisiyle görüşüp yolu açmalarını istedim. O ise dalga geçer gibi 7-8 kilometre uzaklıktaki başka bir yolu işaret ederek ‘oradan geçin’ dedi. Ayrıca bir gün önce kaymakama ve jandarmaya haber vermemize rağmen hiçbir önlem alınmadı. Linç korkusu yaşadık” diye konuştu. Duruşmada ifade veren diğer çevreciler de olayların baş sorumlusu olduğunu söyledikleri şirket patronu Akın İpek hakkında takipsizlik kararı verilmesinin adalete olan güvenlerini zedeledikleri söylediler. Duruşma 2 Mart’a ertelendi.
Akşam saatlerine kadar devam eden duruşma çıkışında bir açıklama yapan Avukat Arif Ali Cangı, davanın zamanaşımına uğraması tehlikesinin devam ettiğini belirterek, Akın İpek hakkında takipsizlik kararı verilmesine Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde itiraz ettiklerini söyledi. (Bergama/EVRENSEL)

17 Ocak 2011 Pazartesi

Harakani Hazretleri yanılmış olmalı!

Özer Akdemir
17 Ocak 2011 00:00



Başbakan Tayyip Erdoğan, Cuma günkü genişletilmiş il başkanları toplantısında Kars'taki İnsanlık Anıtı'na yönelik 'ucube' sözleri nedeniyle kendisini eleştiren aydın ve sanatçılara "tarihi bunlar sadece bilir. Özgürlüğü savunurlar ancak entelektüel despotturlar" diye yanıt verdi.
Erdoğan, bir kez daha "gözü olanın estetikle ucubeyi birbirinden ayırtadebileceği"ni ileri sürerek sözünün arkasında olduğunu söyledi. Erdoğan'ın bu cümlenin ardından söyledikleri ise bu sözlerden daha çok tartışılmayı ve eleştiriyi hak ediyor:  "Hiçbir tarihi eserin olduğu yerde bunu yapamazsınız. Belli bir mesafe konulur. Tarih Tabiat Varlıkları Kurulu'nun verdiği karara rağmen, bunun dikilmesine müsaade edemem". 

10 bin yıllık Hasankeyfi, 2 bin yıllık Allianoi antik kentini ve 2400 yıllık Gelin Geçmez Köprüsü (İncekemer Köprüsü)'nü ömürleri 50 yıl ile sınırlı sulama barajları altında bırakmak için yapmadık şey bırakmayan hükümetin Başbakanının, bu sözleri söyleyebilmesi nasıl açıklanabilir?
1988 yılında Yortanlı Barajı inşaatı ile Paşa Ilıcası olarak bilinen yerde yapılan kazılarda bölgenin Allianoi Antik Kenti olduğu anlaşılmıştı. Başbakan Erdoğan Tabiat Varlıkları Kurulunun kararını "ucube" olarak gördüğü heykelin yıkılmasına dayanak yaparken, şimdi kuma gömüp sulara terk ettiği Allianoi’nin 2001 yılında İzmir 1. No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu (KTVKK) tarafından 1. Derece Arkeolojik Sit olarak tescil edildiğini bilmezden gelmeyi yeğliyor. Üstelik, yoğun siyasi baskılar nedeniyle antik kentin "kuma gömülerek korunması" gibi "ucube" bir karara imza atan İzmir 2 No'lu KTVKK bile 13.10 2005 yılında "... korumaya yönelik önlemlerin Bakanlığımızca çözümlenmesine, çözüm üretilene kadar barajda su tutulmamasına" karar vermişti. Bugün, "Harakani Hazretlerinin türbesini gölgede bırakıyor" diye bir heykeli yıkılması "fetvası"nı veren Başbakan'ın partisinden öyle baskılar geldi ki, aynı İzmir 2 Nolu KTVKK "antik kentin kille kaplanıp, kuma gömülmesinin koruma için yeterli olacağı" gibi Allianoi'nin baraj sularının altında kalmasına yol açacak kararı almak durumunda kaldı. 

Nakşibendi tarikatının kollarından birisini meydana getiren Ebul Hasan El Harakani'nin türbesi gölgede kalıyor diye, üstelik kendi belediye başkanı tarafından yaptırılmış heykelin yıkım emrini veren Erdoğan'ın bu davranışı her türlü yoruma açık. Ülkenin onca sorununun önüne bir cümlesi ile heykel tartışmalarını koyan ve günlerce kamuoyunda bundan başka bir şeyin tartışılmamasını sağlayan Başbakanın bu yeteneği ise yoruma gerek bırakmıyor.
Harakani yıllar önce şöyle seslenmiş; "Şu iki kişinin çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünya hırsına sahip alim ve ilimden yoksun sufi." Başbakan Erdoğan'ı bu sözlerdeki kişiler arasına koyamayacağımıza göre, Harakani yanılmış olmalı! (İzmir/EVRENSEL)
https://www.evrensel.net/haber/176079/basbakan-yaptigina-bakmadan-konusuyor

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...