Özer AKDEMİR
Mersin
Mersin
Siz hiç tecavüz edilip yakılarak öldürülen, 20 yaşında bir
genç kızın Sevgililer Günü’nde cenazesinin kalktığı kentte bulundunuz mu? Biz
bulunduk! Kasvetten mi, hüzünden mi, mevsimden mi, yapış yapıştı hava.
Siz hiç o kentin sokaklarını gezerken, Özgecan’ın da bu sokaklarda gezdiğini düşünüp içinize çekildiniz mi acıdan? Mersin sokakları öyleydi biraz. Kent kendini içine çekmiş gibiydi. Soluk alıyordu bir yandan, bir yandan aldığı havanın ağırlığından ciğerleri yanıyordu adeta.
Kentin acısını anlamak için belki biraz kente dışardan bir gözle bakmak gerekiyordu. Biz öyle yaptık. Özgecan’ın cenazesinin evinin bulunduğu sokaktan kaldırılmasından saatler önce dolaştık kentin damarlarını. Bütün bu süre boyunca incecik bir yağmur eşlik etti bizlere. Islatmayan ama yine de kendini hep duyumsatan bir yağmur.
Özgecan’ın cenazesinin kalktığı saatlerde Akdeniz Belediyesinin salonundaki Ekoloji Meclisi 2. Genel Kurulunu yapıyorduk. Yaşam alanlarımızın, yaşamlarımızın, nice Özge Can’larımızın yok olmaması için neler yapılabileceğini, nasıl yapılacağını, konuştuk. Kentin sınırları içerisinde yapımı devam eden nükleer santral karşıtı mitingin öngününde doğaya yönelik katliamlar, talanlar konuşuldukça kürsüden, hep Özge Can’larımız yandı bir kez daha.
Karadeniz’de derelere tecavüz ediyorlardı. Suları borulara hapsedip yatağından koparıyorlar, sesini soluğunu boğup doğasından ayırıyorlardı.
Ege’de zeytinleri henüz gebeyken, meyveleri olgunlaşmadan kesiyorlardı.
Su havzalarında, bozkırda, ormanların serin kuytuluğunda ve dağların eteklerindeki altın madenlerinde siyanürü toprağa sızdırıp, bir avuç sarı şeytan için toprağı, suyu, havayı kirletiyorlardı.
Trakya’da, Kürt illerinde, Akdeniz’de, dört bir koldan ovalara, meralara, yaylalara kondurulan rüzgar enerji santralleri, jeotermal enerji santralleri “temiz” bir örtü ardında gizleyip kendini, tarımı, tarlayı, merayı talana girişiyor, köylünün uykusunu bölüp geleceğini geceye çeviriyordu.
Akdeniz’in sahillerinde milyon yıldır yaşayan, hep aynı sahile yumurtlayan carettaların üreme alanlarına tecavüz ediyorlardı, etmek istiyorlardı. Dalyan İztuzu’nda devletin gözetiminde özel şirketler eliyle tecavüz girişimi vardı sahillere. Fethiye Karaot’ta yat limanı yapmak için ve Mersin Kazanlı’da soda kromsan fabrikaları tarafından 30 yıldır alenen bir tecavüz vardı deniz kaplumbağalarının yurtlarına.
“Ekonominin lokomotifi, AKP’nin iktidar sırrı” denilen inşaat ve enerji sektörünün talan ve tecavüzleri bizzat hükümetin kollamasında tüm hızıyla devam ediyordu. Hükümet, şimdi de seçimler öncesi ayak sesleri iyice hissedilen krizi biraz olsun öteleyebilmek için bankalara baskı yapıyor, inşaatçıların ve enerji baronlarının kredi kullanımı için muslukların ardına kadar açılmasını istiyordu. Bunun sonucu olarak, dağın taşın, yeşil çimenli örtüsü sıyrılıyor, otoyollara malzeme, çimento fabrikalarına cevher taş taş kırılıyordu.
Siz hiç o kentin sokaklarını gezerken, Özgecan’ın da bu sokaklarda gezdiğini düşünüp içinize çekildiniz mi acıdan? Mersin sokakları öyleydi biraz. Kent kendini içine çekmiş gibiydi. Soluk alıyordu bir yandan, bir yandan aldığı havanın ağırlığından ciğerleri yanıyordu adeta.
Kentin acısını anlamak için belki biraz kente dışardan bir gözle bakmak gerekiyordu. Biz öyle yaptık. Özgecan’ın cenazesinin evinin bulunduğu sokaktan kaldırılmasından saatler önce dolaştık kentin damarlarını. Bütün bu süre boyunca incecik bir yağmur eşlik etti bizlere. Islatmayan ama yine de kendini hep duyumsatan bir yağmur.
Özgecan’ın cenazesinin kalktığı saatlerde Akdeniz Belediyesinin salonundaki Ekoloji Meclisi 2. Genel Kurulunu yapıyorduk. Yaşam alanlarımızın, yaşamlarımızın, nice Özge Can’larımızın yok olmaması için neler yapılabileceğini, nasıl yapılacağını, konuştuk. Kentin sınırları içerisinde yapımı devam eden nükleer santral karşıtı mitingin öngününde doğaya yönelik katliamlar, talanlar konuşuldukça kürsüden, hep Özge Can’larımız yandı bir kez daha.
Karadeniz’de derelere tecavüz ediyorlardı. Suları borulara hapsedip yatağından koparıyorlar, sesini soluğunu boğup doğasından ayırıyorlardı.
Ege’de zeytinleri henüz gebeyken, meyveleri olgunlaşmadan kesiyorlardı.
Su havzalarında, bozkırda, ormanların serin kuytuluğunda ve dağların eteklerindeki altın madenlerinde siyanürü toprağa sızdırıp, bir avuç sarı şeytan için toprağı, suyu, havayı kirletiyorlardı.
Trakya’da, Kürt illerinde, Akdeniz’de, dört bir koldan ovalara, meralara, yaylalara kondurulan rüzgar enerji santralleri, jeotermal enerji santralleri “temiz” bir örtü ardında gizleyip kendini, tarımı, tarlayı, merayı talana girişiyor, köylünün uykusunu bölüp geleceğini geceye çeviriyordu.
Akdeniz’in sahillerinde milyon yıldır yaşayan, hep aynı sahile yumurtlayan carettaların üreme alanlarına tecavüz ediyorlardı, etmek istiyorlardı. Dalyan İztuzu’nda devletin gözetiminde özel şirketler eliyle tecavüz girişimi vardı sahillere. Fethiye Karaot’ta yat limanı yapmak için ve Mersin Kazanlı’da soda kromsan fabrikaları tarafından 30 yıldır alenen bir tecavüz vardı deniz kaplumbağalarının yurtlarına.
“Ekonominin lokomotifi, AKP’nin iktidar sırrı” denilen inşaat ve enerji sektörünün talan ve tecavüzleri bizzat hükümetin kollamasında tüm hızıyla devam ediyordu. Hükümet, şimdi de seçimler öncesi ayak sesleri iyice hissedilen krizi biraz olsun öteleyebilmek için bankalara baskı yapıyor, inşaatçıların ve enerji baronlarının kredi kullanımı için muslukların ardına kadar açılmasını istiyordu. Bunun sonucu olarak, dağın taşın, yeşil çimenli örtüsü sıyrılıyor, otoyollara malzeme, çimento fabrikalarına cevher taş taş kırılıyordu.
NÜKLEERİ DE SAVUNUYOR TECAVÜZCÜLERİ DE
Bir başka tecavüz girişimi vardı ki tüm bunların konuşulduğu toplantı salonunun bulunduğu kentin sınırları içerisinde, Akkuyu’daydı. Daha birkaç gün önce Türk Tabipleri Birliği tarafından “etkisi bütün dünya”dır denilen nükleer santral kurulması çalışmalarıydı. Taş ocakları ruhsatıyla, kimseyi alana yaklaştırmadan gizli saklı devam eden nükleer santral tesislerinin kurulması çalışması, yalnızca bulunduğu coğrafyaya değil, bölgeye, ülkeye değil, bütün dünya halklarına ve canlılarına yönelik bir tecavüz girişiminden başka bir şey değildi.
Ekoloji Meclisinin toplantısında adının Nazım Karataylı olduğunu söyleyen bir avukat çıkıp kürsüye nükleer santrali savunmaya kalkınca tüm salonun tepkisini çekmişti. Tepkilere pek aldırmayan, kürsüden inerken de salona “Bu iş böyle olmaz, sosyalizm-komünizm gerek” gibi sözler sarf eden kişinin, bir gün sonra tecavüz edilip, yakılarak öldürülen Özgecan Aslan’ın katil zanlılarının avukatlığına soyunduğunu öğrendik. Bütün doğaya, insan aklına, insan vicdanına, canlı yaşamına alenen tecavüz demek olduğu bilimsel raporlarla ortaya konan nükleer santrali savunan bir kişinin, tüm toplumu ayağa kaldıran bir tecavüz ve vahşet sanıklarını savunmasında yadırganacak bir durum da yoktu aslında. Bunu “Savunma hakkı diye bir şey var” sözleriyle açıklamak ise, başta katilin savunmasını üstlenmeyeceğini açıklayan üyesi olduğu Mersin Barosuna, bu vahşetin acısını en çok duyan Özgecan’ın ailesine ve tüm vicdanını yitirmemiş insanlığa saygısızlıktı.
Özgecan, henüz 20 yaşında doğaya, kendi gibi düşünmeyen tüm insanlığa düşman bir zihniyetin hüküm sürdüğü zamanlarda, vahşice koparıldı aramızdan. Geride, fotoğraflara yansıyan hep gülümseyen güzelliği, annesinin “kuzusu-bir tanesi”, babasının tabutuna sarılıp “Uyan kızım gelinliğini getirdim” feryatları, fıtratına ölüm biçilen kadınlarımızın, insanlığımızın paramparça yapıldığı bir acılar iklimi kaldı.
“Mihrican mı değdi gülün mü soldu / Gel ağlama garip bülbül ağlama”...
Bir başka tecavüz girişimi vardı ki tüm bunların konuşulduğu toplantı salonunun bulunduğu kentin sınırları içerisinde, Akkuyu’daydı. Daha birkaç gün önce Türk Tabipleri Birliği tarafından “etkisi bütün dünya”dır denilen nükleer santral kurulması çalışmalarıydı. Taş ocakları ruhsatıyla, kimseyi alana yaklaştırmadan gizli saklı devam eden nükleer santral tesislerinin kurulması çalışması, yalnızca bulunduğu coğrafyaya değil, bölgeye, ülkeye değil, bütün dünya halklarına ve canlılarına yönelik bir tecavüz girişiminden başka bir şey değildi.
Ekoloji Meclisinin toplantısında adının Nazım Karataylı olduğunu söyleyen bir avukat çıkıp kürsüye nükleer santrali savunmaya kalkınca tüm salonun tepkisini çekmişti. Tepkilere pek aldırmayan, kürsüden inerken de salona “Bu iş böyle olmaz, sosyalizm-komünizm gerek” gibi sözler sarf eden kişinin, bir gün sonra tecavüz edilip, yakılarak öldürülen Özgecan Aslan’ın katil zanlılarının avukatlığına soyunduğunu öğrendik. Bütün doğaya, insan aklına, insan vicdanına, canlı yaşamına alenen tecavüz demek olduğu bilimsel raporlarla ortaya konan nükleer santrali savunan bir kişinin, tüm toplumu ayağa kaldıran bir tecavüz ve vahşet sanıklarını savunmasında yadırganacak bir durum da yoktu aslında. Bunu “Savunma hakkı diye bir şey var” sözleriyle açıklamak ise, başta katilin savunmasını üstlenmeyeceğini açıklayan üyesi olduğu Mersin Barosuna, bu vahşetin acısını en çok duyan Özgecan’ın ailesine ve tüm vicdanını yitirmemiş insanlığa saygısızlıktı.
Özgecan, henüz 20 yaşında doğaya, kendi gibi düşünmeyen tüm insanlığa düşman bir zihniyetin hüküm sürdüğü zamanlarda, vahşice koparıldı aramızdan. Geride, fotoğraflara yansıyan hep gülümseyen güzelliği, annesinin “kuzusu-bir tanesi”, babasının tabutuna sarılıp “Uyan kızım gelinliğini getirdim” feryatları, fıtratına ölüm biçilen kadınlarımızın, insanlığımızın paramparça yapıldığı bir acılar iklimi kaldı.
“Mihrican mı değdi gülün mü soldu / Gel ağlama garip bülbül ağlama”...
Eklenme Tarihi: 17 Şubat 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder