Okurlarımıza kısaca
kendinizi tanıtır mısınız?
1969 Nevşehir Hacıbektaş doğumluyum. Hacettepe Üniversitesi
Eğitim Fakültesinden mezun oldum. 1998 yılından bu yana gazetecilik yapıyorum.
Gazeteciliğe Evrensel'in Zonguldak muhabiri olarak başladım. Zonguldak maden
işçilerinin büyük Ankara yürüyüşünün sonrasına denk gelen bir tarihte, maden
işçilerinin mücadelesi ve yaşamlarını anlatan haberlere yoğunlaşmıştım daha
çok. 2000 yılında taşındığımız İzmir'de de Evrensel İzmir bürosunda muhabirliğe
devam ettim. Bu süreçte Bergama köylülerinin yaşam alanlarını altın madenine
karşı koruma mücadelesi en dinamik dönemini yaşıyordu. İzmir'e geldiğimizde
Bergama Köylüleri Çanakkale'ye yürüyorlardı. Bu tarihte Bergama Köylü hareketi
ve altın madeni karşıtı mücadeleyi izleyerek başladığım çevre gazeteciliğini
günümüze kadar devam ettirmeye çalıştım.
Gazetecilikte yoğunlaştığım birkaç konuyu da derli toplu bir
belge olarak kalması için kitaplaştırdım. Uşak Eşme Ulubey arasındaki,
Avrupa'nın en büyük altın madeni olan Kışladağ altın madeninin işletilmesi
süreci ve mücadeleleri ekseninde, ülkemizde, Kıbrıs'ta ve Bulgaristan'daki
altın madeni karşıtı mücadeleyi ele alan, “Anadolu’nun 'Altın'daki Tehlike /
Kışladağ’a Ağıt” kitabım Nisan 2011 de Evrensel Basım Yayın tarafından
basıldı. Yine aynı yıl Bergama köylü hareketinin sönümlenmesinde çok önemli bir
rol oynayan Bergama köylülerinin Alman Vakıfları tarafından desteklendiği iddiasını
ele aldığım “Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” isimli ikinci
kitabım da Kasım 2011'de çıktı.
Hayat Televizyonunda da kurulduğu 2008 yılından bu yana
Çepeçevre Yaşam adlı haftalık bir programın yapımcı ve sunuculuğunu da
yapıyorum.
Birçok yere gittiniz,
kaleme aldınız. Türkiye’nin son 20 yıl içinde karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarının
nedeni sizce nedir? Çevre mücadeleleri yeterli mi?
Nasıl olmalı?
Ülkenin neresinde bir ekoloji mücadelesi varsa oraya gitmeye
çalıştım. İnanın, her yer yangın yeri gibi! En güzel köşelerimiz, barbar bir
talanın elinde adeta can çekişiyor. Bu durum gözlerden kaçırılmak isteniyor ama
gerçeklerin üzerini örten bu sis perdesi bile artık talanın, yıkımın boyutları
karşısında çaresiz kalıyor.
Çevre sorunlarının da, emeğin sorunlarının da, özgürlüklerin
önündeki engellerin de temel kaynağı tek kelime ile ‘Kapitalizm’dir. Sürekli
kar, sürekli sömürü üzerinde şekillenen bu sistem, dediğiniz gibi ülkemizin son
20 yılında yer altı-yerüstü zenginliklerimizin sömürüsüne yöneldi. Madenler,
sular, ormanlar, kıyılar, koruma altında olsun olmasın kültürel değerler yağmanın
yeni kurbanları yapılmak isteniyor. Geçmişteki hükümetlerin yanı sıra son 14
yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen bu saldırılar, halkın yaşam alanlarını,
sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor.
Ülkenin onlarca köşesinde siyanürlü altın işletmeciliği ile
topraklarımız zehirleniyor. En son Artvin halkının günlerce süren direnişine hep
birlikte tanıklık ettik. Yerli-yabancı sermaye 25 yıldır Cerattepe'ye girmeye
çalışıyor, 25 yıldır direniyor, geçit vermiyor Artvinliler. Geçtiğimiz yıl iki
kere gittiğim Artvin'e bu ayın (Mart) ortalarında yine gittim. Altın madenine
karşı açılan davanın bilirkişi keşfi içindi bu son gidişim. 7'den 70'e bir
kentin nasıl her türlü ayrımı reddederek yaşam alanlarını korumak için
birleştiğine bir kez daha tanık oldum.
Dünyanın en güzel köşelerinden birisi Artvin. Bakmaya
kıyamadığımız ormanlara, çiçeklere, yaylalara gaz bombaları, iş makineleri,
elektrikli testereler, plastik mermi hoyratlığı ile girdiler geçtiğimiz
haftalarda. Her taşın altından, her ihalenin ucundan çıkan AKP'li bir holding
patronu kasasını doldursun diye Cerattepeye, Artvin'e kıyıyorlar. Emirleri
altındaki güvenlik güçlerini, Anayasa'nın 'sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı'
olarak tanımladığı ödevlerini yerine getirmek için, dünyanın en meşru, en güzel,
en görkemli direnişi ile korumaya çalışan Artvinlileri eze eze yapıyorlar bunu.
Ülkenin, dört bir yanında durum bu aslında. Artvin'de koca bir kent ayakta,
diğer yerlerde halkın mücadelesi daha yerel, daha cılız, fark bu sadece.
Öte yandan, dereler HES’lere kurban ediliyor. Termik
santraller havayı, yaşamı, geleceği karartıyor. Nükleer bir kabusa ramak kaldı.
Temiz, yenilenebilir enerji kılıfı altında köylülerin meralarına, tarlalarına
el konuluyor. Halk topraktan, tarım ve hayvancılıktan koparılıp bu projelerde
ucuz iş gücü, ücretli köle haline getiriliyor. Sonra da Soma'da olduğu gibi iki
kuruş ücrete, yeraltına sokulup, iş güvenliğine para harcama zahmetine
girilmeden katlediliyor!
Özeti; 14 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen saldırılar, halkın yaşam
alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor..
Bu saldırılara karşı direniş ancak Bergama köylüleri gibi, Artvin gibi, Sinop
Gerze gibi topyekün bir mücadele ile olanaklıdır. Bakmayın şu anda Artvin
halkının geri çekilmesine. Kentteki polis-jandarma işgali elbette bitecek.
Benim tanıdığım Artvinliler Cerattepeyi Cengiz'e yar etmezler.
Halkın bu destansı direnişine karşılık onların örgütleri,
siyasi parti ve diğer kurumların yeterince destek olamadıklarını düşünüyorum.
Varlık nedenlerinin gereğini yerine getiremiyorlar. Sermayeye karşı tüm canlı
yaşamının, halkın, kamunun, doğanın korunmasından daha önde gelecek ne gibi bir
siyaset anlayışı olabilir ki? Halk orada gaza, plastik mermiye direnirken
ülkedeki tüm siyasi örgüt, parti, kurumların basın açıklaması, oturma eylemi,
açlık grevi gibi pasif desteklerden öte yapacağı şeyler mutlaka olmalıydı. Tüm
üyelerini yaşamdan yana politik bir duruş adına Artvinlilerle, yaşam
savunucuları ile dayanışmak için alanlara çağırmalıydılar diye düşünüyorum.
İzmir özelinde çevre
katliamları uzun bir süredir devam ediyor. Bu konuda birçok haber yaptınız.
İzmir’in çevre sorunlarını anlatır mısınız?
İzmir ülkemizin en güzel köşelerinden birisi ama aynı
zamanda en şanssız ileri arasında. İzmir’in içme sularının bulunduğu havzada,
Efemçukuru köyünde Kanadalı Tüprag Şirketi 4 yılı aşkın bir süredir altın
madenciliği yapıyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ‘havama, toprağıma, suyuma sahip çıkacağıma namusum
şerefim üzerine söz veririm’ demişti ama o maden yıllardır üretim yapıyor.
Sulardaki kirlilik bilimsel olarak raporlandı. Kentin sularından sorumlu İZSU
altın madenine gidip denetim yapamıyor. Bu madenin çalışabilmesi için 300 bin
kişinin içme suyunu sağlayacak olan Çamlı Barajı’na AKP Hükümeti izin vermediğini
kaç İzmirli biliyor ki?
Cerattepe Artvin'e 16 km uzaklıkta, kente su sağlayan kaynaklar
orada. Aynı şekilde Efemçukuru da İzmir'e 20 km yakınlıkta. Suyunu, çocuklarının geleceğini
kirlettirmemek için Artvinliler gibi direnmek zorunda İzmirli.
Yine Aliağa-Foça arasındaki sanayi kirliliğinin had safhada
olduğu herkesin malumu. Bu yetmezmiş gibi o bölgeye 7 tane daha termik santral
yapımı planlanıyor. Hatta birisi yapıldı bacası tütüyor aylardır. İzmir'in
havasının bu bölgedeki sanayi kuruluşları tarafından kirletildiği de bilimsel
olarak ortaya kondu. Maalesef kentin yerel yöneticileri burada da sınıfta
kaldılar. Hem bu gelişmelere göz yumuyorlar, hem şirketlere gerekli kolaylığı
gösteriyorlar. AKP iktidarından halkın yaranına bir politika yapma umudundan
geçeli çok uzun zaman oldu ama muhalefet partilerinin elindeki belediyeler bari
halkın yanında dursunlar. Bu çok mu zor! Yerel iktidarların dayandıkları siyasi
anlayışının temelleri göz önüne alındığında ancak anlaşılabiliyor olan biten. Yani
özünde yok birbirlerinden farkları. O da sermayenin iktidarı, bu da "majestelerinin muhalefet partisi"!...
Bergama
yakınlarındaki Allianoi antik kenti “Sağlık Tanrısı Asklepion’un yurdu” olarak
biliniyor ve şu an Yortanlı Barajı sularının altında. Bu konu hakkında düşünceleriniz
nelerdir?
Allianoi hepimizin utancıdır. Çocuklarımıza teslim etmemiz
gereken bir kültür mirasının sulara gömülmesine engel olamadık. AKP'nin bu
ülkenin doğasına, toplumsal yaşamına, eğitimine, kültürüne verdiği zararı
bugüne kadar hiçbir iktidarın vermediğini düşünüyorum. Aynı utancı kadim
Anadolu'nun en eski kentlerinden Hasankeyf'te de yaşatmak istiyorlar bizlere.
Bari buna izin vermeyelim!..
AKP iktidarlarının zararlarını telafi etmek için ülkenin çok
uzun yıllar her anlamda rehabilitasyondan geçmesi gerekiyor. Tabii bu iktidarın
yaptığı yolsuzlukların, usulsüzlüklerin, haksızlıkların ortaya çıkarılması için
de üniversitelerin kürsüler kurması, bunun için idarenin "Yolsuzlukları Araştırma Bakanlığı" düzeyinde bir yapılanmaya
gitmesi gerekecek. Durum bu kadar vahim!
Unutamadığınız bir
anınız var mı?
Anı çok.
İz Gazete'ye yazdığım "Çok gezen çok
üzülür" başlıklı yazıda da bu konuya değinmek istemiştim aslında.
İşimiz gereği çok gezince çok şeye tanıklık ediyorsunuz. Memleketin, dünyanın
hali de ortada olunca, bu da sizi çok üzüyor. Çok gezen çok üzülürün esprisi
bu.
2011
yılında gittiğim Küba'da, dünya kültür mirası olarak ilan edilen National
Parkın yanı başında, Kanadalı bir altın şirketi ile karşılaşmak ilginç ve bir o
kadar da acı bir anıydı benim için. Şirketin idari binalarının üzerinde Che
Guevera'nın "Hasta la Viktoria
Siempre" sözü vardı. Türkçesi "Zafere
kadar daima" olan bu söz, Che'nin Küba'dan ayrılıp diğer Latin Amerika
ülkelerinde devrimi gerçekleştirmek için giderken Fidel Castro'ya yazdığı veda
mektubunun son cümlesidir. Bu sözü, sosyalist olduğunu söyleyen bir ülkede,
Kanada gibi madencilikte bütün dünyayı azgınca sömüren, kirleten emperyalist
bir ülkeye ait şirketin duvarında görmek benim açımdan çok üzücü bir anıdır.
Kapitalizmin yok edilene kadar tüm değerlerimizi kendi zaferi için sömürmeye
devam edeceğinin kanıtıdır bu.
Çok yerler gezdiniz,
en güzeli neresi, neden?
Bu soruya da bir anıyla yanıt vereyim. Cumhuriyet
Gazetesinde uzun yıllar muhabirlik yapan dostum Ozan Yayman'la Urla
taraflarında bir habere gidiyoruz. Yol güzergahında bir taraf yemyeşil orman,
bir taraf masmavi deniz. Hava da pırıl pırıl bir Ege havası. Kendisi de Ege'li
olan Ozan, "Şu güzelliğe bakar mısın?"
dedi, manzarayı göstererek, "Cennet
burası işte". Ozan'a "Sen
bizim oraları gördün mü de böyle konuşuyorsun" dedim. Ozan, İç Anadolulu
olduğumu biliyordu, şaşırdı. "Ne var
ki sizin orada. Orman var mı?", "Yok", Deniz", "O da
yok". "Eeee o zaman cennet nerede?" dedi. "Bozkır var" dedim Ozan'a. "Bizim
cennetimiz de orası".
Şimdi bizim cennetimize de altın madencileri geldiler. Kayseri-Nevşehir
il sınırının tam üzerinde, tek damla suya hasret bozkırda, yeraltından saatte
216 bin litre su çekerek, açık havada siyanürle altın işletmeciliği yapıyorlar!
Arkadaşlar çoğu zaman takılırlar bana, "ne kadar şanslısın, ülkenin en güzel yerlerine gidiyorsun"
diye. Oysa ben bu durumun bile ülkenin ne kadar kötü yönetildiğinin bir kanıtı
olduğunu düşünüyorum. Bizim program çevre sorunları ve buna karşı halkın
mücadelesini konu edinir. Demek ki ülkenin en güzel yerlerinde bu sorunlar
yaşanıyor...
Çevre muhabiri
olmanın farkı nedir?
Haber ve programlarımızın konularının hepsini bugün yaşam
savunusu, yaşam nöbeti diye adlandırdığımız çevre hakkı, ekoloji mücadeleleri
oluşturuyor. Açıkçası başka konulara zaman ayıramayacak kadar ekoloji
mücadelesi gündemdeki yoğunluğunu sürdürüyor. Halk yaşam alanlarını sermayenin
saldırılarından korumak için canını dişine takarak mücadele etmeye çalışıyor.
Biz de bu tarihsel mücadeleyi layıkıyla yansıtmaya, basının her türlü baskı ile
susturulduğu ya da sermayeden yana yayın yapmaya zorlandığı koşullarda gerçeğin
sesi olmaya çalışıyoruz.
İyi bir
çevre muhabirinin doğayı sevmenin yanı sıra onu korumak için mücadele etmesi
gerektiğini de düşünüyorum. Aktif mücadeleden bahsediyordum. Doğa, tarih, canlı
yaşamı, kültür, tüm bir eko sistem gözünüzün önünde yok ediliyor, acımasızca
sömürülüyorsa sizin, bir gazeteci olarak sadece bu durumu aktarmanız yetmez
bence. Bunu durdurmak için verilen çabalara kendi çabanızı da katmalısınız. Bu
anlayışla Ege Bölgesindeki ekoloji mücadelesi verenlerin örgütü olan EGEÇEP'de
de görev alıyorum. Yıllardır yürütme kurulu üyeliği yaptığım platformun, iki
yıl da sözcülerinden birisi olarak mücadeleye katkı koymaya çalıştım. En büyük
özlemim ise tüm ülkedeki ekoloji mücadelelerinin birleşmesi, ortak bir mücadele
ekseninde, aynı direniş hattında yan yana durabilmeleri. Ekoloji mücadelesi ile
ilgili bunca yaşadıklarımızdan ve yazdıklarımızdan öğrendiğim şey; ortak
mücadelenin zorunluluğu.
Son bir söyleyeceğiniz var mı?
Eğer insan
doğanın parçası olmayı başaramazsa doğa bir yolunu bulur ve insansız yoluna
devam eder. Bu kadar yalın ve korkutucu bir gerçek bu...
Yani; son
sözü doğa söyler!..