Özer AKDEMİR
Dereden aşağı yanında kuzusu ile
yürüdü geldi. Omzunda kırma tüfeği. Yanık buğday teni, beyazlamış saçları ve
bıyığı ile orta yaşı çoktan devirmiş bir Ege Köylüsü. Üzerinde kareli bir
gömlek, omzuna çapraz astığı kıl heybe, kot pantalon ve lastik çizme. Arkasında
birleştirdiği elleriyle sağ omzuna astığı tüfeğin dipçiğinden tutmuş,
destekliyor.
Birkaç saattir yüksekçe bir
tepeden, tam altlarında uzanan altın madenini kuş bakışı gözlüyordu gelenler. Aşağıda
derin bir vadi, karşı yamaçta madenin binaları görünüyordu. Küçük bir havuz
oluşturmuştu maden. Yeşile çalan bir su vardı içinde. Derin vadi madenin tam
önünden geçip, batıya, denize doğru kıvrılıyor, ilerde çam ormanları ile kaplı
tepelerin arasında kayboluyordu. Tepede, altın madeninin üst taraflarında
genişçe bir pasa yığını yayılmıştı. Çevresindeki yemyeşil ağaç örtüsünün aksine
kel kalmıştı burası. Ağır tonajlı kamyonlar, insan boyunu geçen tekerleklerin
üzerinde maden galerisine girip çıkıyorlar. Arı gibi çalışıyordu kamyonlar…
Madenin hemen sağ tarafına
bakıldığında, Çamlı Vadisinin ötesinde, koyu renk çamların üzerinden İzmir
Körfezinin beyaza çalan mavisini görünüyordu. Bu kadar yakındı kente!
İzmir’i kuşbakışı gören tepelerin
üzerindeydi altın madeni. Önü sıra akan dere, İzmir'e 200-300 bin kişinin içme
suyunu sağlaması planlanan Çamlı barajını besleyecek en önemli su kaynağı,
Kokarpınar deresiydi. Kekik kokardı suları, çam kozalağı, su püreni, yarpuz
kokardı. Şimdi asit kokuyor!..
Aşağıdaki madene bakıp konuşan,
fotoğraf çekenler, hemen biraz ötelerinden, o uçurum gibi derin vadiden
yürüyerek yanlarına kadar gelen Yalnız Efe'yi görmediler bir süre. O da tepeye
çıkınca ses etmedi hiç. Soluklandı biraz. Neden sonra önce küçük kuzu fark
edildi, ardından omzunda mavzeri, çapraz fişeklik gibi gövdesine dolanan kıl
örgülü heybesi ile Yalnız Efeyi gördüler. Utangaç bir gülümseme ile başı önde
kendisiyle tokalaşmak için yarışanların ellerini sıktı teker teker. 'Sağolun'
dedi iltifatlara. Gülümsedi, kızardı, bozardı...
"Siz bizim kahramanımızsınız" dedi beyaz saçlı
emekli profesör, "sizinle tanışmak benim için büyük onur".
Başında geniş kenarlı şapkası
rüzgardan uçmasın diye tutarken hararetle ellerini sıktı çevre derneği
yöneticisi bir kadın. "İzmirliler size o kadar şey borçlular ki! Ama bunu
bilmiyorlar". Öz çekimler, toplu, tek tek fotoğraflar alındı.
Tüm bu zaman içerisinde kuzu bir
an bile yanından ayrılmadı Yalnız Efenin. Ayaklarının dibinde, küçük köpek
eniği sevimliliğinde dolaştı durdu. Kendisini seveni, başını okşayanı yaladı, hüzünlü
gözleriyle süzdü. Yalnız Efe'nin fotoğrafları çekilirken o da karelere
girdi. Uçurumun kenarına kadar
gidildiğinde bile ayrılmadı ayaklarının dibinden. Kuzuyu sorana “annesi öldü”
dedi “Yalnız Efe, Ahmet Karaçam. “Ben besledim bir süre, o da yanımdan
ayrılmıyor şimdi”.
Kanadalı altın şirketinin
milyonlarını elinin tersiyle itip, “Ben de cavura verecek toprak yok” diyerek
aylardır direnen tek Efemçukuru Köylüsü Ahmet Karaçam’a artık herkes “Yalnız
Efe” diyordu. Yalnız Efe, 8 yıl sonra Bakanlar Kurulu Acele kamulaştırma
kararına karşı tek başına açtığı davayı kazanmasını kutlamak için İzmir’den
gelenleri anası ölmüş kuzusuyla karşıladı. Kuzu karşıladı daha doğrusu
İzmirlileri. “Kuzularınız ölmemesi için daha çok çalışmalısınız” der gibi,
Yalnız Efe’nin dizinin dibinde dolaştı durdu…
************
Uşak Eşme ile Ulubey ilçelerinin
tam ortasında kalan Kışladağ’da Avrupa’nın en büyük altın madeni işletiliyor
yıllardır. Ovacık köyünü tamamen yutmuştu maden daha kuruluş aşamasında. Sonra
sıra Söğütlü Köyüne geldi ardından Bekişli, ardından Karacaahmet Köyü
toprakları bu canavar tarafından yutuldu, yok oldu. Yüzlerce yılın anıları,
tarlaları, meyve ağaçları, hatta mezarları bile kalmadı köylerin…
Kuzuları ölü ve sakat doğan çobanların
derdini dinliyoruz. Kameraya anlatıyorlar yaşadıklarını. “Dereden su içen
kuzular akşama can çekişerek öldüler. Başka dere yok burada, mecburuz sürüyü
buradan geçirmeye ve geçirirken de su içiyor hayvanlar. Derenin suyu madenin
içinden geçip geliyor. Siyanür mü karıştı bilmiyoruz”...
Bir başka sürünün çobanıyla
konuşmak için yemyeşil otlarla kaplı bir düzlüğe gittik. Sürü ilerde, küçük bir
ağaç öbeğinin yanında yayılıyor. Başlarında bir çoban köpeği ve biraz ilerde
keçesine sarılmış oturan çoban. Hemen sürü ile bizim aramızda bir koyunun küçük
bir karartıya doğru gidip geldiğini görüyoruz. Sürüye doğru gidiyor koyun,
birkaç metre uzaklaşmadan acı acı meleyerek dönüp geliyor o küçük beyaz cismin
yanına. Yaklaşıyoruz biraz, olayı anlamak için. Koyun bizi görünce kaçmıyor.
Hatta neredeyse dili olsa ‘yardım edin’ diyecek gibi bakıyor. O küçük nesne ölü
doğmuş kuzusu koyunun. O bir anne, ölü de doğsa terk edemiyor kuzusunu. Yerde
uyuyormuş gibi yatan kuzunun göbek bağının olduğu yeri yalıyor. Boynunu, yüzünü,
gözlerini… Bir umut canlandırmaya çalışıyor yavrusunu. “Hadi kalk kuzum” diyor,
“hadi uyan!”. Kuzudan hiçbir hareket gelmeyince yine meliyor acı acı ve sürüye
doğru yürüyor. Sonra tekrar meleyerek dönüyor ölü kuzusunun yanına. Meliyor,
ağlıyor, öpüp, kokluyor, yalıyor kuzusunu. “Kalk” diyor, “uyan yavru…” Kuzunun
yanına kadar gelip kamera çekimi yapmamıza aldırmıyor. Umar gözlerle yardım
diliyor bizden. “Kuzumu uyandırın” diyor meleye meleye…
Ne kuzu uyanıyor, ne koyun terk
ediyor kuzusunu. Çoban üzgün, çoban köpeği bezgin. Sürü umarsız yayılıyor.
Kışladağ’ın karnı deşiliyor, toprakları zehire bulanıyor. Köyleri yutuyor altın
madeni, ocaklar sönüyor birer ikişer. Ve daha kaç koyun kuzusunun ardından
böyle meleyecek kimse bilmiyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder