05 Kasım 2017 05:27
Yalnız mezarların yoldaşı doğa anadır. Yattığı toprak,
yaslandığı dağ, üzerinde esen rüzgar, gölge yapan bulut, derisini bırakan
yılandır...
Özer AKDEMİR
Anadolu’nun ortasında yalnız bir mezarım ben. Bana uçsuz
bucaksız gibi görünen bir ovada, tarlaların, bağların arasında yitip yeniden
ortaya çıkan, benim böğrüne yaslandığım tepeyi aşarak Avanos’a kadar uzanan bir
yolun kıyısındayım.
Yüz yıldır, belki de çok daha fazladır buradayım. Eskiden
gelip geçenler arada durup başımda dua okurlardı. Bazıları da bardaktan
boşanırcasına yağan sağanakların, tipiye çeviren sert bozkır rüzgarlarının ya
da şakacı tarla farelerinin dağıttığı taşlarımı yeniden toprak tümseğimin
üzerine koyardı. Yarım metre boyunda ucu sivrice bir taş dikiliydi başımda. O
da artık iyice yana yattı kaldı. Ne bir yazı var taşta, ne bir işaret. Yine de,
her gelen geçen elleriyle taşımın tozunu silerek orada belki umut, belki
merakla bir yazı arayıp durdu yıllardır.
Artık ne arayan soran, ne taşımın tozunu alan, ne dağılan
toprağımı yeniden tümsekleyen kaldı! Aylarca yanımdan tedirgin tilkilerin,
yolunu yitirmiş bir koyunun, kış aylarının fırtınaları arasında ustaca süzülüp
giden ürkütücü kurtların, tarla kuşlarının ve geleğenlerin dışında gelip geçen
bir canlı olmuyor. Bazen bir yılan derisini sıyırmak için sokulup sarılıyor
taşıma. Eski derisini attıktan sonra da kayıp gidiyor yanımdan. İnsanlar
dersen, sene de belki bir belki iki kere, çoğu zaman beni görmeden geçip
gidiyorlar. Yakında, artık bu kaybolmaya yüz tutmuş yolda, bozkırın kadim
rüzgarından başka kimse izini bırakmayacak. Bir tek bulutun bile günlerce
görünmediği yaz aylarında, gökte avına dönen alıcı bir kuşun karartısı da
olmasa yanıp kavrulan taşım gölge neydi unutacak.
En yakın ağaç güneşin doğduğu
tarafta, benden iki taş atımı uzaklıkta, yarısı kurumuş bir halde dikilip
duruyor. Yıllardır meyveleri olmadığı için artık kuşların bile eskisi kadar
konmadığı bu alıç ağacı, sadece karlar eriyip mevsim bahara döndüğünde akmaya
başlayan, yılın geri kalan kısmında ise benim çorak mezar toprağım kadar kuru
olan bir derenin başında hüzünle dikiliyor.
Yanımdan uzanıp, şimdilerde imi timi belirsizliğe doğru
giden tozlu yol eskiden büyük kervanların güzergahıydı. Pirin diyarı
Hacıbektaş’tan gelir, yer altı şehirlerine gizlenen insanların, bağların
arasında kaybolan küçük kiliselerin, tavanlarını İncil’den sahnelerin süslediği
kayalara oyulmuş manastırların, buğu buğu tüten dumanlı şarapların, perili
taşların, türlü tevir mesellerin yurdu, kadim Kapadokya’ya doğru giderdi.
Yaslandığım küçük tepenin zirvesinden açık havalardan
Avanos’u, Özkonak’ı, hatta daha ötelerde Nevşehir’i ve güneşin altında gümüşten
bir çizgi gibi ışılayıp akan Kızılırmak’ın bir bölümünü görmek mümkündü.
Onların arkasında ise görkemli gövdesi, vakur duruşu, her daim karlı dumanlı
başı ile Erciyes Dağı dikilirdi.
Tepenin tam üstünde yıllardır gelip geçen kervancıların
diktiği, biriktirdiği bir obo yükselir. Benim gibi o da çoktan unutulmuş olsa
da bugün hâlâ o tepenin üzerinden bir insan boyu yüksekliği ile aşağılardaki
sarışın ovayı gözler durur.
Böcüklü tepe denilen bu küçük yassı tepede bahardan yaza
geçerken binlerce, on binlerce uğur böceği obonun hemen güney tarafındaki küçücük
bir düzlükte bir araya gelir, seyrine doyum olmaz bir görüntü oluştururlar. Çok
uzun zamanlar önce yılın bu vakitleri geçen kervanların sırf bu görüntüyü
izleyebilmek adına konakladığı günleri bilebilirim. Uğur böcekleri eskisi kadar
çok olmasalar da gene aynı günlerde Böcüklü tepede buluşup, kaynaşıyorlar. Bala
gelen arılar gibi uğuldayarak, oğul verirken onlardan çıkan sesler misali
vızıldayarak 2-3 gün bu tepede şenlik yapıyorlar. Semaha duruyorlar
sanki...
Mezarımın ayak ucuna gelen uçsuz bucaksız ovanın
başlangıcında, tepeciğin hemen eteğinde bir köyün evleri görünür. Köyün tam
ortasından, etrafı uzun kavaklar, salkım söğütler, su pürenleri, yarpuzlar ve
küçük bahçelerle çevrili bir dere geçer. Onun dışında uzaktan bozkırın
kucağında kısılmış kalmış bir vahaya benzer. Köyün gün doğusu ve gün batısında
iki küçük tepeciğin üzerleri bağlarla bezelidir. Sadece üzüm asmaları değil,
kayısı, erik, kiraz, ceviz, badem, elma ağaçlarıyla doludur bu bağlar. Baharın,
çiğdemler, sümbüller karın altından boy uzattıklarında köy çocukları ucu sivri
sopalarıyla bu çamurlu tepeleri doldururlar. Çiğdemleri çıkarıp çamurlu çamurlu
yerler. Bir de sümbülün o taze çiçeklerinden koparırlar. Elleri mis kokarak iri
birer demet yapıp evlerine götürürler.
***
Bütün bunları yalnızlıktan usandığım, sıkıldığım için,
yarenlik olsun diye anlatmadım. İnanmayacaksınız belki ama ben halimden
memnunun. Bakmayın unutulduğum için arada hayıflandığıma. Yalnız mezarların
yoldaşı doğa anadır. Yattığı toprak, yaslandığı dağ, üzerinde esen rüzgar,
gölge yapan bulut, derisini bırakan yılan, taşına tüneyen kuştur. Yalnız
mezarlar işte bu yüzden size yalnız gelirler. Oysa onlar artık her canlıdan,
her cansızdan, kısacası doğadan birer parça olmuştur. Siz o mezarlarda
yatanlara ölüler, biz aslına dönenler deriz.
Laf uzadı, size birini sormak için anlattım o kadar şeyi.
Belki 40, belki 50 yıl kadar önce, henüz yolumdan yolcuların ayak sesleri
kesilmediği günlerde bir aşık soluklandı yanı başımda. Omzunda çifte tutar gibi
asılı bir sazı vardı. Dibime geldiğinde durdu kaldı. Bir yola, bir toprakta
küçük bir tümsek kadar kalan, üzerindeki otları sararmış mezarıma baktı.
Taşımın üzerine elini koydu, oturdu. Kara kaba kumaştan kılıfından ucu püsküllü
sazını çıkardı ve bir türkü tutturdu. Beni anlatan bir türkü...
O türküyü hiç unutmadım. Adeta sinimin her zerresine sindi
bu türkü. Hâlâ o uzun kış gecelerinde, kurt ulumaları ayazların sesine
karıştığında ben de bu türküyü yoldaşlarıma söylerim.
“O aşık” dedi, geçenlerde bir yoldaşım, “işte bu tozlu yolun
sonunda senin gibi bir tepeciğin kıyısında yatıyor şimdi. Hacıbektaş toprağına
emanet etti kendini. Sana söylediği türkü ise artık kendi mezar başında çalınıp
söylenir oldu, cümle aşıklar tarafından”.
Tanıdınız mı mezarımın taşını son bir kez okşayıp, yoluna
“Berçenekten geldim yayan/Dayan hey dizlerim dayan” diye devam eden aşığı?..
“Hızlı hızlı giden yolcu
Bu mezarda bir garip var
Bak taşına acı acı
Bu mezarda bir garip var
Bu mezarda bir garip var
Bak taşına acı acı
Bu mezarda bir garip var
Kurumuş yeşil otları
Toprak olmuş umutları
Gökte mavi bulutları
Bu mezarda bir garip var
Toprak olmuş umutları
Gökte mavi bulutları
Bu mezarda bir garip var
İzi bile yok dünyada
Onu aramak beyhuda
Ne gezersin bu ovada
Bu mezarda bir garip var
Onu aramak beyhuda
Ne gezersin bu ovada
Bu mezarda bir garip var
Gökler yüksek toprak derin
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var
Rüzgar eser serin serin
Senin olsun çiçeklerin
Bu mezarda bir garip var
Etrafı ağaç dizili
Vücudu toprak sızılı
Taşı Mahzuni yazılı
Bu mezarda bir garip var”
Vücudu toprak sızılı
Taşı Mahzuni yazılı
Bu mezarda bir garip var”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder