19 Kasım 2017 05:03
'Gönüllerini ve 10 yıldır oylarını verdikleri partileri bu
kötülüğü onlara yapmazdı. Tarlalarının ortasına siyanür sızdırmazdı...
Yapamazlardı!'
Özer AKDEMİR
Dışarıdaki tipinin sesi, kalınlığı yarım metreyi bulan
duvarları geçerek yattığımız odaya kadar geliyordu. Odanın ortasında gri
renkli, varile benzeyen kocaman silindir bir soba yanıyordu. Yarım saat önce
kapatmıştık lambaları. Sobanın kızıllığı aydınlatıyordu odayı. İçinde çıtır
çıtır odunların yandığı sobadan tatlı bir sıcaklık yayılıyordu.
Aynı odayı paylaştığımız, biri halk sağlığı profesörü, öbürü
çevre davaları ile ünlü Egeli bir avukat olan iki arkadaşım hafif horultularla
uykuya geçmişlerdi. Bende ise ne zamandır unuttuğum bu tipi sesini dinleme
özlemi uykuya baskın gelmişti.
Bir süredir tipi sesinin içinde, sanki onun bir parçası,
sanki o eşsiz müziğin en güzel ögelerinden birisiymiş gibi kesik kesik duyulan
köpek havlamalarına odaklanmıştım. Kimi uzun uzun, kimi kısa-kesik, kimi sert
daha hırçın, kimi daha yumuşak perdede sanki onlarca köpek, belli bir ritimle,
belli aralıklarla, bozkırın bu en güzel senfonisine, tipinin görünmez
notalarına, birer orkestra elamanıymışçasına seslerini katıyorlardı.
Geniş tahtalardan yapılmış, duvara gelen kısımlarına üzeri
resimlerle bezeli, kadife örtülü hasır minderler dizilmiş bir sedire serili
kalın döşekli yatağımdan doğrulup, hemen altında yattığım pencereden dışarıya
baktım. Buğulanmış camların ötesinde beyazlara bürünmüş bir bozkır, bembeyaz
bir kış ovaya doğru uzanıp gidiyordu. Pencerenin önünde tipinin sesi daha
belirgin geliyordu kulaklarıma. Bozkır, bir orkestra şefi gibi zemheri
rüzgarlarını oradan oraya savuruyor, kurumuş ağaçlara, kerpiç evlere, dokunanın
yapışıp kaldığı bakırdan elektrik tellerine, akşamın koynunda koyu yeşil
hayaletler gibi süzülen, rüzgarın şiddetinden gıcırtılar çıkararak sallanan
telgraf direklerine çarpıyor, oradan incecik tüten bacalardaki dumanı alıyor,
ıpıl ıpıl yağan kara karıştırıp köyün dar sokaklarında savuruyordu.
Gece ve kış tüm haşmetiyle çökmüştü bu Anadolu’nun
ortasındaki köyün üzerine. Mart ayının başlarıydı ve zemherinin tam ortası
sayılırdı bu zamanlar bozkırda. Dolunay vardı gökte. Tek tük bulutlar geçiyordu
ayın önünden. Ay, hırçın rüzgarın da yardımıyla bulutun perdesini kısa zamanda
yırtıp ışığını esirgemeden döküyordu küçük köye. Bitimsiz gibi görünen ovada,
tek tük kavak, alıç, söğüt ağaçlarının dalları ay ışığıyla yıkanıyordu.
Ay, bozkır senfonisinin en mutlu dinleyicisi gibi
görünüyordu. Tipinin uğultusuna, köpeklerin havlamalarına, karşıki yassı
tepelerden doğru gelen belli belirsiz kurt ulumaları karışıyordu. Senfoninin
içinde, bütün bu seslerin arasında kurt ulumalarını yakalamaya çalışırken
uykunun bedenimi yavaşça sardığını anlıyordum.
Uykuya, en güzel bozkır senfonisi eşliğinde geçilirdi.
Bozkır çocuklarının en güzel ninnisi bu senfoniydi, bilirdim. Uyku, en güzel,
en derin, en dingin bu senfoniye yakışırdı, anlardım. Uyumadan önce, bana bin
yıllar gibi gelen uzun bir zaman öncesinde, bozkırın öbür ucunda geçen
çocukluğumu anımsadım. Anadolu’nun tam ortasında kalan başka bir bozkır
köyünde, zemheri gecelerinde düşleri tipinin sesine karışan o küçük çocuk oldum
yeniden, sıkıca yorganıma sarılıp, uykuya teslim oldum...
***
Sabah köyün meydanından altın madeni tesislerinin bulunduğu
yere doğru köylülerin yürüyüşü sırasında tipi hızını kesmiş olsa da devam
ediyordu. Yaşamlarında ilk kez bir yürüyüşe katılan, bunu da kendi yaşam
alanlarını koruma derdi ile yapan köylüler, bir iki dakika sonrasında
acemiliklerini üzerlerinden atmışlardı. Kimsenin bir direktif vermesine gerek
kalmadan kendi ürettikleri sloganlarla, önceden hazırladıkları dövizlerle altın
madenini istemediklerini dile getiriyorlardı. Kar, kış, zemheri ayazında
onlarca köylü, sıkıca gocuklarına sarılmış, çoluk çocuklarıyla, İngiliz altın
şirketinin gelip konduğu, daha düne kadar buğday, arpa, yulaf ektikleri
tarlaların arasından yürüyorlardı.
Çok büyük bir çoğunluğu iktidar partisine oy vermiş ve hâlâ
ondan umut kesmemiş bu köylüler, aslında şaşkındılar. Bir parça da
umutluydular. Gönüllerini ve 10 yıldır oylarını verdikleri partileri bu
kötülüğü onlara yapmazdı. Tarlalarının ortasına siyanür sızdırmazdı.
Çocuklarının sakat doğmasına, kuzularının ölmesine razı olmazdı.
Yapamazlardı!
Selanik’ten göçüp geldikten sonra kendilerine yurt olarak
verilen, vatan belledikleri bu toprakların, yabancı bir şirket tarafından
kirletilmesine razı olmazlardı. O yüzdendir ki, maden işletmelerinin kapısı
önünde basına yaptıkları açıklamada, “Biz iktidar partisindeniz. Biz hâlâ
onlara hayranız. Onlar da bu kötülüğü bizi yapmasınlar” diyebildiler.
Olay da zaten orada bitti. Tek başına yıllardır iktidar
olup, her dediğini kanun gibi yaptıran parti elbette ki Yozgat Boğazlıyan
Eğlence köylülerinin de gözünün yaşına bakmadı! Maden, bozkırın ortasını doymak
bilmeyen bir canavar gibi kemirdi kemirdi. Kemirdikçe kirletti etrafını.
Siyanür damla damla sızdı bozkırın bağrına...
***
Yürüyüşün ardından çay içmeye davet edildiğimiz evde,
etrafına çekinerek bakan genç köylü, “Gel bir şey göstereceğim sana” deyip evin
öbür odasına götürdü beni. Kendilerinin köydeki tek ‘solcu’ aile olduklarını
söyleyen genç adam, odanın girişinde, kapının hemen yanındaki duvarda asılı
fotoğrafı göstererek, “Bu fotoğraf bu köyde sadece bizim evde asılıdır” dedi.
90 yıl önce Selanik’ten göçüp Anadolu’nun ortasındaki bozkıra yerleşmiş
bu köyde, bana gizli gizli gösterilen fotoğrafta da mavi gözlü bir Selanikli
gülümsüyordu...
https://www.evrensel.net/haber/338382/bozkirda-bir-selanikli
https://www.evrensel.net/haber/338382/bozkirda-bir-selanikli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder