29 Nisan 2018 03:12
Özer Akdemir, Salihli Ovası'na kurulan jeotermal kuyusunu
yazdı: Bütün bu güzelliklerin ortasında cerahatlenmiş bir ur gibiydi havuz!
Özer AKDEMİR
Salondan çıktığımızda gün ikindiye ermişti. Bozdağ’ın
gölgesi Barış Mahallesi’nin üstünden kalkalı epey olmuştu. Palmiyelerle süslü
geniş bir caddenin iki yanına sıralanmış evler, ağaçlarla kaplı tepelere kadar
uzuyordu. Evlerin çatılarının üzerinden görünen iki tepe vadiyi bir boğazmış
gibi daraltıyor, vadi sonra yeniden genişliyordu. Dağın yamaçlarında ise bir
öbek ev göze çarpıyordu. Kızılçam ormanının ortasındaki bu evler, yeşilliklerin
arasında kaybolmuş gibiydiler.
Dağın doruğundan Salihli Ovası’na doğru incecik bir duman
iniyordu. Duman, bazı yerlerde yeşillikleri örtüyor, ince beyaz bir tül gibi
ırgalanıp duruyordu. Bozdağ sanki nefes alıp veriyordu.
***
Arabalarımızı, siperlikleri göz hizamıza indirerek güneşin
battığı yere doğru sürdük. Evlerin geniş bahçeleri mazı ve alev ağacı çitleri
ile çevrelenmişti. Bahçelerin içerisi rengarenk bitkilerle bezenmiş, dar asfalt
yolun sağında solunda kırmızı çiçekleri açmış nar ağaçlar vardı.
Barış Mahallesi girişindeki Yeşilçam Düğün Salonu’nu
dolduran mahallelilere, 80’ine merdiven dayamış Hamdi Akgün amca bu narlardan
bahsetmişti, yarım saat kadar önce. Çok eskilerde kalmış anıları özlemle
anlatırken sesi titriyordu; “Çok değil 20-30 yıl önce buralar nar ağaçlarıyla
doluydu. Öyle tatlı, öyle güzel kokulu, öyle iri narlardı ki! İzmirli,
İstanbullu tüccarlar bunları alabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Sonra
borlu su çıktı”.
Titrek sesi konuşmanın bir yerinde çatallaştı Hamdi amcanın.
Gözlerinde belli belirsiz bir buğunun biriktiği görülüyordu. Boğazını
temizledi, içinden taşan gözyaşlarını tutsa da sesindeki hüzne engel olamayarak
konuşmasına devam etti; “Borlu su çıkınca nar ağaçlarının hemen hepsi kurudu.
Benim evimin bahçesinde de vardı nar ağacı. Onlar da yavaş yavaş öldüler
gözlerimin önünde. Ben de beton döktüm tüm bahçeye. Toprağı gömdüm betonun
altına, bir ölüyü gömer gibi”.
Biraz daha konuşsa yorgun bacakları gövdesini
taşıyamayacaklar gibi duruyordu. Sözlerini bitirirken bu sefer öfke vardı
sesinde; “Bugün, evlerimizin dibini kazıyor jeotermalciler. Bizi insan yerine
koyup isteyip istemediğimizi sormadılar bile. Geçmişten biliyoruz biz bu
jeotermalin neler yaptığını. 40 yıl önce, Bozdağ’dan gelen şu çam havası ile,
narlarla, akasyalarla, leylak, yasemin ve melisa ağaçları ile kaplı ovanın
güzel kokularını içimize çekelim, ömrümüzün geri kalanını bari sağlıklı
yaşayalım diye geldik buraya. Yaşamak için geldik biz, kanser olmak için değil”
***
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Düğün salonunda yapılan halk toplantısını örgütleyenlerden
Emekli Öğretmen Hakkı Hoca toplantının bitiminde, evinin hemen arkasında açılan
jeotermal kuyusunu görmemizi istedi. Mayıs ayında yazı aratmayan bir sıcağın
ardından ikindi yeli ile serinleyen mahallede, tek katlı bir evin yanında durdu
araçlarımız. Düğün salonu ile evin arası bir kilometre bile yoktu. Yanımızda
yöremizde üzüm bağları sıralanmıştı. Kızıla çalan topraklarda sebze filizleri
boy vermiş, türlü meyve ağaçları çiçeklenip serpilmişlerdi.
Hakkı Hocanın önü üzüm asmaları ile çevrili tek katlı, sarı
boyalı evinin yanındaki toprak yoldan gidilen kuyu, 20-30 metre kadar ilerdeydi.
“Kuyu” dendiğine bakmayın; etrafı tel örgülerle çevrelenmiş, tabanına siyah
plastik örtü serilmiş, içi kötü kokulu, kirli sarı su ile dolu kocaman bir
havuz vardı karşımızda. Havuzun içindeki sudan kesif bir kükürt kokusu
yükseliyordu.
Havuzun yanındaki sondaj çamurunun akşamları fosfor gibi
parladığını, bunun üzerine bir gece kepçelerle toprak atılarak çamurun
gömüldüğünü anlattı Hakkı Hoca. Evlerin yanı başında yer alan havuz, daha düne
kadar hiçbir önlem yokken, mahallelinin tepkileri sonrası etrafı tel örgülerle
çevrilmişti.
Doğayı coşturan baharda, çiçeklerin en güzel koktukları
mevsimde, bütün bu güzelliklerin ortasında cerahatlenmiş bir ur gibiydi havuz!
***
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Güneş, kadim Sart kentinin bulunduğu yerden yavaş yavaş
alçalırken, daha içerilerde Caferbey köyü ile Barış Mahallesi ortasında yer
alan başka bir kuyuya götürdü bizi Hakkı Hoca. Engebeli, iri taşlarla kaplı
yola bizim aracımız dışında girmeye cesaret eden olmadı. Tarlaların ortasındaydı
bu havuz da. Genişçe bir tarla kazılmış, üzerine çakıl taşları örtülmüştü.
Alanın ortasında kalın sondaj borularının olduğu yerden sürekli, kirli kokulu
sıcak bir su sızıyordu. Boruların biraz ötesinde yer alan, dört metre genişliği
yaklaşık iki-üç metre derinliğindeki havuzun boyu elli metreye yakındı. Diğer
havuzdaki gibi siyah plastik bir örtü ile kaplanmıştı ve yine o kötü kokulu su
vardı içinde.
Havuza kocaman bir yılan düşmüştü. İki metreye yakın boyu
olan bilek kalınlığındaki yılan, plastik örtüye tırmanmaya çalışıyor, düz
yüzeye tutunamayıp gerisin geri suya düşüyordu. Havuzun hemen yanı başında anne
bir keçi ve yeni doğmuş iki yavrusu otluyordu. Bir çoban, sürüsü ve köpeği ile
yanımızdan, üç yüz dört yüz metre ilerideki ağılına doğru geçip gitti.
Akşam güneşinin ilk ışıkları havuzun kirli suyuna, kötü
kokusuna inat kenarlarında biten kırmızı gelinciklere vururken ayrıldık oradan.
Plastik örtüden tırmanmaya çalıştıkça kayan boz yılan artık görünmüyordu.
Havuz, Bozdağların eteğindeki bu şirin toprakları olduğu kadar boz yılanı da
kükürt kokuları içerisine hapsetmişti. Doğa, neşeyle zıplayıp duran keçi
oğlaklarıydı, yaşam fışkırıyordu her şeye rağmen. Ve kükürt kokulu havuzun
kenarında açan gelincikleriyle direniyordu bahar.
Son Düzenlenme Tarihi: 28 Nisan 2018 14:21
https://www.evrensel.net/haber/351164/havuz-yilan-ve-gelincikler