22 Nisan 2018 03:30
Özer Akdemir, Aydın'daki Alabanda antik kentinin bekçisi
Hidayet'i yazdı.
Özer AKDEMİR
Hidayet, kazı evi bahçesinin ahşap kapısından çıkmadan önce
akasya ağacının gölgesinde bir süre bekledi. Ağacın her dalından binlerce
pembe-beyaz çiçek fışkırmıştı. Baygın kokularını zevkle içine çekti. Üniforması
terden ıslanmış, şapkasının üzerinde tuz izleri peydahlanmıştı. Gölgede
durmasına rağmen alnında biriken damlaları silerken, adımlayacağı toprak yola
acıklı acıklı baktı.
Şenliklerin yapıldığı geniş düzlük üç yüz dört yüz metre
uzaklıktaydı. Yeşil otların üzerinde bir renk öbeği gibi kaynaşıp duran
kalabalığı bulunduğu yerden görüyor, yüksek sesle çalınan şarkıları duyuyordu.
O kalabalığın, bu öğle sıcağında, yaprak kımıldamayan boğucu havada nasıl
durabildiğine şaşıyordu aslında. Kendisine kalsa, çölün ortasında bir vaha gibi
kalan, koyu gölgeli bu ağaçlık bahçeden adımını bile atmazdı dışarıya. Her iki
saatte bir devriye gezmesini söyleyen amirine bu yüzden söylenip duruyordu
sabahtan bu yana. Her taraf polis -jandarma kaynarken, kendisinin devriye
gezmesinin ne anlamı, ne yararı olacaktı ki?
***
***
Alabanda antik kentinde bekçiydi Hidayet, ama göğsündeki
tanıtım kartında “özel güvenlik görevlisi” yazması pek bir hoşuna giderdi. İki
katlı, cumbalı, yarı ahşap kazı evinde yatıp kalkıyordu. Çok eski bir evdi.
Kazılar süresince arkeologların ve diğer kazı heyeti üyelerinin kalabilmesi
için köylülerden kamulaştırılıp restore edilmiş, uzun zaman da kazı evi olarak
kullanılmıştı. Kazıları yapan üniversite değişince, yeni gelen ekip köyün alt
yanında, antik kentin biraz daha yakınına kurulan konteynırlara taşındı. Bu eve
de özel güvenlikçiler yerleştirildi. Diğer mesai arkadaşı adeta Alabanda ile iç
içe geçmiş Doğanyurt köyündendi. Akşamları kendi evinde kalıyordu. İki katlı
koca kazı evi sadece ona tahsis edilmiş gibiydi.
Gökbel Vadisi’nin Yatağan’a yakın köylüklerindendi Hidayet.
Uzun yıllar Çine’de işçilik yapmış, askerden sonra ilçenin çevresindeki
madenlerde çalışmış, insanın ciğerlerini iki yılda tüketen kuars tozundan
sağlığı bozulunca akrabalarının yardımı ile bu işi bulmuştu. Evlenip boşanmış,
yeniden evlenmemişti. Yıllardır küçük elleri, gözleri, ayakları ile yanı
başında oynayan bir çocuğun özlemini çekse de, artık o hülyalara dalmamayı
öğrenmişti. Hayat onu böyle tek tabanca yaşamaya alıştırmıştı.
***
***
Fotoğraf: Özer Akdemir/EVRENSEL
Alabanda’ya bekçi olarak gönderileceğini duyunca aklına
İncekemer Köprüsü geldi. Gençken, kemerlerinin altında çay balığı tuttuğu,
kızgın çakıl taşlarına basarak Marsias’ın çağla yeşil sularına atladığı günleri
özlemle andı. İki bin yıl önceden kaldığı söylenen bu köprü hakkında anlatılan
uğursuzluk hikayelerine hiç inanmazdı Hidayet. Güya, köprüden gelin alayı
geçerken at ürkmüş, gelin Çine çayına düşerek ölmüştü. O günden bu yana
gelinlik çağına gelen kızların köprüden geçmesi uğursuzluk sayılıyordu. Başka
türlü anlatıları da vardı bu uğursuzluk öyküsünün ama Hidayet onlara da kulak
asmazdı.
Civar köylerin genç kızları merak, korku karışımı bir
duyguyla köprünün ucuna kadar giderlerdi. İki kişinin yan yana ancak
durabileceği genişliğiyle, çayın üzerinden narince dolanan köprüye hayranlıkla
bakarlar ama geçmeye cesaret edemezlerdi. Köprü Alabanda’ya Madran Dağının
suyunu taşımak içinde kullanılmıştı çok çok eskilerde.
İncekemer köprüsünün Çine Barajı’nın altında bırakılmasına çok içerlemişti Hidayet. Üzülmüş, barajın su tutmasından sonra çocukluğunun, gençliğinin, köprü ile birlikte sulara gömüldüğünü yüreğinde hissetmişti.
***
İncekemer köprüsünün Çine Barajı’nın altında bırakılmasına çok içerlemişti Hidayet. Üzülmüş, barajın su tutmasından sonra çocukluğunun, gençliğinin, köprü ile birlikte sulara gömüldüğünü yüreğinde hissetmişti.
***
Fotoğraf: Özer Akdemir/EVRENSEL
Kazı evinin en çok bahçesini severdi. Her tarafına bin bir
türlü çiçekler dikilmişti bahçenin. Yazın tadına doyulmaz üzümlerin salkım
saçak uzandığı avluda asmanın dışında, erik ve güngörmüş bir zeytin ağacı da
vardı. Bahçenin bir tarafını ise bostan yapmış, domatesi, biberi, patlıcanı,
çileği bu bostanda kendisi yetiştiriyordu.
Bahçenin en güzel yeri ise en koyu gölgenin bulunduğu iki
akasya ağacının altıydı. Buraya yuvarlak ahşaptan yapılmış bir masa ve etrafına
çivit maviye boyalı tahta sıralar konmuştu. Akşam, el ayak çekildiğinde, köy
yoluna açılan avlu kapısını kapatıp, her yanını sarmaşıklar, gece sefaları,
begonvillerin sardığı yüksek bahçe duvarının duldasına sığınarak sofrasını
kurardı Hidayet. Evin hemen yanı başına sonradan yapılan mutfaktan nevalelerini
çıkarır, buz parçacıkları attığı içkisinin yanında keçi peyniri ve kavunu eksik
etmezdi.
Avlunun her yanında antik kentten çıkarılan ancak müzeye
götürülme gereği duyulmayan eserler vardı. Yarısı kırılmış kitabeler, oymalı
sütun başlıkları, heykel parçaları, ne olduğu anlaşılmayan paslı metaller,
mermer lahit kapakları, kamelyanın çevresine dizilmiş, kimileri de evin
duvarına yaslanmıştı. Gelen konuklar (turistlere öyle hitap etmeleri
istenmişti) bu eserlere ilgiyle bakar, bol bol fotoğraf çekerlerdi. Bahçenin
bakımlı oluşuyla övülmesi Hidayet’in içini sonsuz bir gururla doldururdu. Daime
gülen yüzü bu övgüler karşısında daha bir ışır, yüzü kızarır, gözlerine
yerleşen mütevazi bakışın eşliğinde boynunu hafif yana eğerek teşekkür ederdi.
***
***
Fotoğraf: Özer Akdemir/EVRENSEL
Öğle vaktinin sarı sıcağında, ayakları geri geri giderek
çıktığı devriyeden akşam üzeri ancak döndü Hidayet. Yorulmuş, terin suyun
içerisinde kalmış, her tarafı toz toprak olmuştu. Tüm yorgunluğuna rağmen yüzü
gülümsüyordu yine. Serin bir akşam başlıyordu kazı evinin bahçesinde. Her
yandan ayrı bir çiçeğin, otun, tarihin kokusu yayılıyordu avluya. Avluda
sıralanmış antik eserlerin ve taşların da bin yıllar öncesinin kokusunu
taşıdığını düşünürdü hep. Bazen bu düşüncesi oymalı bir sütun başlığını
koklamaya bile iterdi onu. Taşı derin derin koklar ve oymaların boğumlarından
yayılan farklı bir kokuyu bulup çıkarırdı burnu.
Mutfağın yanındaki dış banyoda soğuk suyun altına girip
alelacele duşunu aldı. Tozlu üniformalarından kurtulup üzerini değiştirdiğinde
bahçe kapısı vuruldu. Arif’i bekliyordu zaten, “tam zamanında geldi” diye
düşündü. Alabanda Derneği başkanıydı Arif. Çine’nin tarihine, folkloruna,
kültürüne dair birçok kitabın yazarıydı. Tüm antik kentlere, Alabanda’ya,
Çine’ye, Gerga’ya, Alinda’ya, Madran Dağına aşıktı Arif. O nedenle kafaları çok
iyi anlaşırdı. Arif de gelir gelmez akasyanın dibindeki çeşmeden elini, yüzünü,
boynunu iyice yıkayıp günün tozunu, yorgunluğunu attı. Hidayet, çabucak kurduğu
masaya Arif’in getirdiği keçi peynirinden de koymuştu.
Alabanda’ya sessiz sakin bir akşam inerken, gece
böceklerinin şarkıları eşliğinde geride kalan festivali konuştular.
Umutluydular. İkinci bir Efes olacaktı eninde sonunda Alaban’da. Değeri
bilinecekti. Festival sırasında antik kalıntıların dibine atılan çöplere
kızdılar, hüzünlendiler. Hafif hafif esen yel, ayın solgun ışıkları altında
masalarına akasya çiçekleri düşürürken Anadolu’nun değeri bilinmeyen tüm öksüz
antik kentler için kaldırdılar kadehlerini.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder