10 Mart 2019 03:40
Bu yazının yazıldığı sırada, İzmir’e kuş uçuşu 20 kilometre uzaklıkta
bulunan Efemçukuru altın madeninde bilirkişi keşfi yapılıyor. Kentin damı denilen
700 metre
yükseklikteki orman köyü şimdi baharın en güzel giysilerini giymiştir.
Efemçukuru’da altı yılı aşkın bir süredir Kanadalı TÜPRAG
şirketi altın madeni işletiyor. Maden gelmeden önce alfons tipi üzümleri ile
ünlü bu orman köyünden birçok kişi şu anda madende işçi olarak çalışıyor.
Şirket ilk başlarda, topraklarını satmamak için direnen köylülerin arazilerini
Bakanlar Kurulu acele kamulaştırma kararı ile zaman içerisinde satın aldı. Bir
tek köylü, “Yalnız Efe” lakaplı Ahmet Karaçam bağını satmayıp Bakanlar Kurulu
kararına dava açtı ve kazandı. Keçi Çobanı Karaçam, sonunda kazandığı bağı için
bugün buruk bir mutluluk yaşıyor. Çünkü yıllarca bağına “bağım” diyemedi,
bakımını yapamadı, maden yolları kestiği için ilaç, gübre atamadı…
Karaçam’ın inadını kıramayan şirketin imdadına devlet
yetişti. Madenin sağlık koruma bandını daraltarak Yalnız Efe’nin bağını maden
arazisinin dışında bıraktı ve yasal sıkıntıyı aştı.
Bugün, cemrelerin sonuncusunun toprağa düştüğü günlerde
İzmir’in içme suyu havzasındaki Efemçukuru’da yapılan bilirkişi keşfi aslında
ülkemizdeki ‘hukuksuzluğun’ en çarpıcı örneklerinden birisi durumunda. Bu
dördüncü bilirkişi keşfi Efemçukuru için. Geçtiğimiz yıllarda madenin ÇED
raporuna verilen izne karşı açılan davadaki bilirkişi keşfinde 107 sayfalık bir
rapor ortaya çıkmıştı. Çok çarpıcı bir rapordu ve yöredeki yer altı yer üstü
sularının madenin çalışmasının ardından ağır metallerle kirlendiğini ortaya
koyuyordu.
"AĞIR METALLER SUYA KARIŞIR"
Bu aslında bilimin, daha maden çalışmadan önce yöredeki
jeolojik yapıya dikkat çekerek “Maden işletilirse kayaçlardaki ağır metaller
sulara karışır” uyarısının da ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu. Nitekim
İzmir Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Aziz Kocaoğlu bu uyarıları dikkate
alarak “Bu maden çalışırsa İzmir’i taşıyacak yeni bir yer bulmak zorundayız”
sözleri ile durumun önemine dikkat çekiyordu.
Maden, raporda imzası bulunan bilim insanlarının İzmir’deki
üniversitelerden olmalarını gerekçe göstererek rapora itiraz etti. Danıştay da
verdiği evlere şenlik kararla bu gerekçeyi geçerli görüp raporu iptal etti!
Yeniden ve İzmir dışındaki üniversitelerden hocalarca oluşturulan bilirkişi
heyeti 7 sayfalık bir rapor hazırlayarak 107 sayfalık raporu “çürüttü”!.. Maden
aklandı, dünya kabuk ortalamasının üzerinde çıkan mangan ve demir oranları hiç
yokmuş gibi davranıldı. Bir zamanlar madenin kapatılması için namus şeref sözü
veren İzmir BB Başkanı Kocaoğlu da “Efemçukuru’da işimiz Allah’a kaldı”
noktasına gerileyip, madenci şirketle aynı etkinliklerde sponsorluk yapacak
kadar içli dışlı hale geldi!..
Bu yazının yazıldığı saatlerde devam eden keşifte, madenin
kapasite artışına karşı açılan davayla ilgili. Maden kapasitesini arttırarak
yayılırken, Efemçukurluların ya da yöre köylülerinin artık bir karşı çıkışı da
kalmadı. İzmir’den, EGEÇEP’in yıllardır konuyu gündemde tutma uğraşısının sonucu
oluşan çok cılız birkaç ses dışında kentin içme suyuna yönelik bu yaşamsal
tehdide karşı ne yazık ki gereken duyarlılık oluşabilmiş değil.
TUNÇ SOYER, EFEMÇUKURU’DAKİ DURUMA NASIL YAKLAŞACAK
31 Mart seçimlerinin en güçlü belediye başkan adayı
olarak gösterilen Tunç Soyer, Efemçukuru’daki bu duruma nasıl yaklaşacak?
Kentin içme suyunun başındaki bu belaya karşı nasıl bir mücadele geliştirecek
ya da geliştirecek mi? “Kavga etmeye gelmedim” diye verdiği demeçlerle
Kocaoğlu’yu çağrıştıran AKP ile müzakereye dayalı siyasetin devamı bir hatta mı
kalacak? İddia ettiği gibi “çevreci”, sosyal bir belediyecilik anlayışı ile
halkın yaşam alanlarını koruma mücadelesine bir katkısı ve hatta doğrudan bir
etkisi olabilecek mi? Bu soru işaretlerinin yanıtlarını kısa bir zaman
içerisinde öğrenmeye başlayacağız.
Öte yandan, madenin ÇED raporunun iptali kararının
Danıştayca kaldırıldığı kasım 2017’de davanın hukukçuları “Efemçukuru artık
hukuk zemininden çıktı” açıklaması yapmıştı. O açıklamada; “Yargıya saygı
duymak istiyoruz ama bu dava için bunu yapamıyoruz. Bundan sonra hukuk
düzleminden çıkarak hareket etmek zorundayız” diye çok iddialı sözler
söylenmişti.
Gelinen noktada “Hukuk zemininden çıktı” denilen
Efemçukuru’da hâlâ hukuktan umut beklemek dışında bir başka mücadele yolu-algısı
da ne yazık ki geliştirilebilmiş değil.
SİSYPHOS’A ÖYKÜNÜRKEN SUYUMUZ ELDEN GİDİYOR
Efemçukuru hukuk mücadelesindeki bu kısır döngüyü,
tanrılar tarafından her seferinde yeniden aşağıya düşen koca bir kayayı sonsuza
kadar tepenin zirvesine çıkarmakla cezalandırılan Sisyphos’a benzetenlere;
“Olsun Sisyphos olmanın onuru bize yeter” yorumları ile karşılık veriliyor.
Mitolojik öyküdeki edilgenlik, kaderine razılık bir yana bırakılıp “inat” bir
erdem olarak yüceltiliyor. Sisyphos’un zaman diye bir sorunu yoktu oysa!...
“Tanrılara teslim olmam, sonsuza kadar o taşı o tepeye
çıkarır, tekrar düşürüldüğünde tekrar baştan başlarım” diyor. Ne
Efemçukuru’nun, ne İzmir’in o kadar zamanı var!... Sisyphos’a öykünürken
suyumuz elden gidiyor!...
Efemçukuru’da, İzmirlilerin içme suyunun başındaki belada,
bir türlü bu konuyu kentin gündemine oturtamayan ekoloji örgütlerini, meslek
örgütlerini, belediyeleri, emekten-ekolojiden yana siyasi partileri eleştirmek
gerekiyor en başta.
Diğer taraftan dün mesele “Hukuk zemininden çıktı, başka bir
yol bulmalıyız” diyen, ancak geçen süre içerisinde bunun tam tersi bir şekilde
hep hukuku, davaları, keşifleri işaret ederek fiili mücadeleye dair tek bir yol
bile önermeyenler de buradaki tarihsel sorumluluğu yüklenmek durumundalar.
Yaşam alanlarını korumaya çalışanlar için Sisyphosluk bir
marifet olmamalı!...
O taşı sonsuza kadar o tepeye çıkarıp durmak yerine, bu
cezayı reddedip, o taşı da egemenlerin kafasına fırlatacak bir yola girebiliriz!...
Çünkü Sisyphos kadar yalnız değiliz!
Başarabiliriz!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder