17 Mart 2019 03:43
Onkoloji servisindeki odasının penceresinden bir süredir
dışarıyı seyreden Dr. Mehmet Cemil, arkasındaki kapının açıldığını duymadı.
Karşısındaki manzaraya dalıp gitmişti.
Epeyce uzakta üzerinde türünü anlayamadığı ağaçlarla bezeli
bir tepe vardı. Tepenin sivri yerine doğru bir bulut gelip oturmuştu sanki.
Beyaz fötr bir şapkaya benziyordu bulut. Hastanenin parmaklıklarla ayrılmış
otoparkının ötesindeki ova tepeye kadar zeytin ve incir ağaçları ile doluydu.
Dr. Mehmet Cemil'i derin düşüncelere salan görüntü ise tam da bu zeytin ve
incir bahçelerinin ortasında kalan, beton dökülmüş alanlardı.
Yedinci kattaki odanın penceresinden görünen bu alanlar
birbirinden birkaç yüz metre uzaklıktaydılar. Üçü de zeytin ağaçlarının
ortasında çıplak adacıklar gibi duruyorlardı. Bunlardan en yakını hastane
kampüsünün dibindeki 50 metreyi bulan uçurumuyla ünlü Zindan Deresi’nin öte
tarafında, bu mevsimde yapraksız pembe dalları ile yamru yumru görünen incir
ağaçlarının yanı başındaydı.
Mehmet Cemil, asırlık zeytin ağaçlarının bulunduğu bahçeden
tel örgü ile ayrılan betonlanmış jeotermal kuyusunun bulunduğu alanın daha bir
hafta önce yemyeşil göründüğünü anımsayınca kaşlarını çattı. Etrafındaki renk
cümbüşüne tezat, uyumsuz, kelleşmiş yarım futbol sahası büyüklüğünde üç ayrı
çıplak alan! Bu alanların tam ortasında dikine yerleştirilmiş kocaman griye
boyalı metal silindir tanklar vardı. Tankın yanı başında ise içinde siyah
plastik örtüsü görünen küçük havuzcuklar yapılmıştı. Hemen dibinde de mezar
çukurlarına benzeyen yan yana üç çukurun olduğu görülüyordu.
İçeriye girdikten sonra bir süre pencerenin önündeki
doktorun kendisine dönmesini bekleyen temizlik personeli Kazım, bir iki dakika
geçince boğazını temizler gibi yaparak odada olduğunu anlatmak istedi.
Mehmet Cemil hasta geldiğini sanarak daldığı düşüncelerden
sıyrılıp döndü. Hastane personelinden Kazım'ı karşısında elinde bir dosya ile
görünce şaşırdı biraz. “Hayırdır Kazım abi” dedi.
“Kızımın dosyası doktor bey. Geçen bahsetmiştim size,
dosyasını istemiştiniz” dedi Kazım, çekingen bir edayla. Biraz düşündüğünde
anımsadı Mehmet Cemil. Kazım’ın genç kızı serviste kanser tedavisi görüyordu
yaklaşık 6 aydır.
“He tamam, hatırladım. Bakalım şu dosyaya.”
Kazım’ın uzattığı mavi plastik kapaklı dosyanın içindeki
değerlere, akciğer filmine, pet sonuçlarına baktı. Pek bir değişiklik yok
gibiydi.
“İlerleme yok Kazım abi. Ama gerileme de yok ne yazık ki.
Bir süre daha kemoterapiye devam edeceğiz. Bu arada beslenmesine, moraline
dikkat edecek yine. Misafir kabul etmeyeceksiniz hâlâ. Kalabalık yerlerde
bulunmak da yok” dedi.
Birden aklına geldi. “Kazım abi sen hastaneye komşu
köydendin değil mi?” diye sordu.
“Evet doktor bey” dedi Kazım. Doktorun köyünü hatırlaması
gururunu okşamıştı. Mehmet Cemil pencereye doğru yöneldi, Kazım’a biraz önce
dalıp gittiği görüntüyü gösterdi; “Şu yeni yapılan jeotermal alanını gördün mü?
Bir hafta içinde bir tane ağaç bırakmayıp, beton dökmüşler. Etrafına tel örgü
bile çekmişler. Sizin köy müydü orası?”
Doktorun gösterdiği yere baktı Kazım. “Benim tarlaydı orası
doktor bey” dedi. “İki yıl önce satmıştım termalcilere.”
Mehmet Cemil, şaşkınlıkla Kazım’a baktı. “Öyle mi?”
“Evet doktor bey. Değerinin 5 katı para verdiler. Pişman
oldum sonra ama fayda etmedi. Yüz yıllık zeytinler vardı tarlamda. Yan tarafı
da komşumun incir bahçesiydi. Onu da aldılar” dedi. Sesinden pişmanlık
akıyordu. “Bizim köyün arazileri satıla satıla bir avuç kaldı zaten. Hatta, bu
hastanenin bulunduğu binanın yeri de bizim köyündü. On yıl önce hastane
kurulacağı zaman elimizden alındı burası da. Silme asırlık zeytin ağaçları ile
doluydu. Zindan Deresi kaldı bir elimizde, orayı da çöplük yaptılar! Kaçacak
göçecek yerimiz kalmadı!” dedi.
Elli metreyi bulan derin uçurumuyla Zindan Deresi’nin hemen
yanı başındaydı son yapılan JES sahası. Aydın’ı çepeçevre kuşatan JES’ler
kentin en büyük hastanesinin dibine kadar sokulmuşlardı.
Duyduklarından sonra, bazı geceler penceresini bile kapatmak
zorunda bırakan çürük yumurta kokusu gelmiş gibi yüzünü buruşturdu Mehmet
Cemil. Aydın’da son yıllarda ülke ortalamasının çok üzerinde seyreden kanser
oranlarını ortaya çıkaran ve bunların da çevresel faktörlerden, özellikle de
jeotermallerden kaynaklandığını açıklayan Tabip Odasının Eski Başkanı Dr. Metin
Aydın’ın sözlerini düşündü yeniden. “Aydın böyle giderse kanser kent olacak.
Zeytin, incir artık sağlıksız, yemeyin” demiş, bu açıklamalarının bedelini ise
sürgünle ödemişti.
Kazım’a bir şey söylemek istemedi Mehmet Cemil, ancak onun
kızının da mücadele ettiği kanserin en önemli nedenleri arasında çevre
kirliliği geldiğini iyi biliyordu. “Garip bir döngü bu” diye düşündü. Üç beş
kuruş fazla para kazanmak için toprağını, tarlasını, zeytinliğini satan
köylüler bir zaman sonra bunun bedelini sağlıkları ile ödüyorlardı. Kendileri
ya da çocukları, sattıkları topraklardan aldıkları parayı da kaybettikleri
sağlıklarını kazanabilmek için hastane odalarında harcıyorlardı.
“Devletin gözünde çakıl taşı kadar değerimiz yokmuş doktor
bey” dedi Kazım giderken. “Aydın’a bu kadar yakın olmamızı topraklarımızın
elimizden alınması ile ödedik. Ne kaçacak, ne göçecek yerimiz var artık.
Sonumuz Zindan Deresi’nin dibi olacak bu gidişle!..”
Kazım gidince tekrar pencerenin önüne geldi Mehmet Cemil.
Zindan Deresi’nin etrafındaki jeotermal kuyularının sadece Kazım’ın köyünün
değil, hastaneye şifa bulmaya gelen hastaların, onları tedavi etmeye çalışan
kendisinin ve hatta tüm kentin yaşamını zindana çevireceğini düşündü
üzüntüyle...
https://www.evrensel.net/yazi/83566/zindan-deresi
https://www.evrensel.net/yazi/83566/zindan-deresi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder