07 Nisan 2019 04:09
Burada orman vardı bir zamanlar. Binlerce ağaç omuz omuza
halay çekerdi. Öyle kardeşçe, sımsıkı iç içe geçerdi ki ağaçlar bazı yerlerde
aralarına güneş bile giremezdi.
Şimdi bir çöl kadar ıssız, bozkır kadar kimsesiz... Sessiz,
küskün, kederli!..
Tek bir ağaç bırakmadan kestiler bu ormanı. Günlerce bıçkı
sesinden uyuyamadı Çal Dağı’nın kurdu, kuşu. Çobanlar sürülerini öte yamaçlara
sürdüler hep. Duymamak için, görmemek için bu katliamı.
Kurtlar, kuşlar tepelere vurdular kendilerini. Sarp
kayalardan, uçurumların kıyısından kederli gözlerle izlediler olan biteni.
Daha bir kuytulara sığındı yaban domuzları. Sadece
kendilerinin bildiği keçi yollarından dağın yüreğindeki büklere doğru
kaçıştılar. Elektrikli testere sesleri sanki arkalarından geliyordu.
Yarasalar loş mağaralarının en ışık girmez, ses geçirmez
dehlizlerine sığındılar. Korku ile titreşen yavrularına sokuldular.
Bu dağ dağ olalı böyle bir zulüm, bu dağın börtü böceği
böyle sinsice gelen bir ölüm görmedi bin yıllardır.
Her yıl yaz - güz, geceleri kasabadan bir meşale gibi
görünen yangınlar bile bu kadar zarar vermedi Çal Dağı’na.
Kasabayı işgal eden düşman askerlerinin kaçıp dağa
sığınanları bulmak için ormanı ateşe verdiklerinde bile bu kadar canı yanmadı
bu yöre insanının. Evlerini yaktıklarında bile bu kadar ağlamadılar belki de.
Hiç bu kadar pervasız dolaşmadı rüzgar dağın eteklerinde.
Hiç bu kadar “Burada benim hükmüm geçer” diye kasım kasım kasılmadı!
Ormanın ağacı, fidanı hırçın rüzgarın başını
döndürürdü hep. Onunla bir sevgiliyle konuşur gibi fısıl fısıl konuşur, sarıp
sarmalar, koynuna alırdı. Bir pamuk gibi yumuşatırdı bu ilgi poyrazı.
Poyraz, ormandan çıktığında okşayışlardan, binbir çiçeğin,
taze fidanın, yaban kekiğinin kokusundan, çiğ düşmüş yaprakların ıslak
dokunuşlarından sarhoş, neşeli şarkılar söyleyerek salınırdı kasabanın
sokaklarında.
Ya şimdi!..
Bir savaş yeri gibi darmadağın bugün Çal Dağı. Yakılmış,
yıkılmış, yağmalanmış...
*
Bilirkişi incelemesi sürerken, adeta toprağa karışmış,
erimiş bir ağaç kökünün yanında durdu orman mühendisi. Az ötedeki çevre
mühendisi bilirkişiyi el edip yanına çağırdı.
“Hocam bu ağacın kökündeki kuruma normal değil” dedi,
ayağının dibindeki ağacın kökünü göstererek.
Gösterilen yere dikkatle baktı genç adam. Toprağın renginden
daha koyu yuvarlak bir şekli almıştı ağacın kökü. Kökten kalan iz, bir mumun
eriyip etrafına yayılması gibi dağılmış, bulunduğu yeri çukurlaştırmıştı.
“Nasıl olmuş sizce böyle” diye sordu çevre mühendisi.
Yanıt vermeden önce çömeldi, kökün kalıntısından bir parça
alıp elindeki plastik poşete koydu ormancı bilirkişi. “Sanırım kimyasal
dökülmüş köküne. Bakın orada da var. Şu ağacın kökü de aynı şekilde. Çok yazık!
Bu bir vahşet!” dedi.
İki bilirkişinin ağaçların köküne kimyasal dökülüp
kurtulduğunu konuştukları Çal Dağı, dünyanın en verimli tarım ovalarından
birisi olan Gediz Havzası’nın tam ortasında. Dağın eteklerinde kurulacak
tesislerde nikel madeni işletilmek isteniyor. Yüz binlerce ton sülfürik asit
kullanacaklar maden işletmeye geçerse. Kestiklerinin, kuruttuklarının yanı sıra
iki milyondan fazla ağaç kesecekler.
Fidan fidan büyüyen bir orman artık yok! Çal Dağı fidanı
kurumuş, kökü kurutulmuş, bir meydan savaşı yorgunu gibi olsa da hâlâ
milyonlarca ağacın yurdu olmaya devam ediyor.
Her şeye rağmen baharı çiçeklerle karşılamış toprak. Tüm
acısını içine gömüp yeniden yaşama tutunmuş, çığlık çığlığa Çal Dağı.
Ağacı kesilip, fidanı kurutulsa da yaşam tohumunu hep
bağrında saklıyor doğa. Son sözünü söyleyeceği saate kuruyor zamanı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder