Özer Akdemir ile belgeseli, son kitabını, çevre gazetecisi
olmanın zorluklarını, tecrübelerini ve filminin de gösterildiği BIFED’e
bakışını konuştuk
Röportajlar
16 Ekim 2019 Çarşamba 15:16
BIFED RÖPORTAJLARI-1
MUSTAFA DERMANLI / BOZCAADA
20 senedir çevre gazeteciliği yapan Özer Akdemir ile
Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED/Bozcaada International
Festival of Ecological Documentary) için geldiği Bozcaada’da bir söyleşi
gerçekleştirdik. Kısa süre önce çıkan kitabı “Doğa ve Direniş Öyküleri”nden de
bahsettiğimiz röportajın asıl konusu ise Özer Akdemir’i adaya düşüren ve
yönetmenliğini yaptığı “Yalnız Efe” filmiydi.
Sevgi Halime Özçelik ile birlikte çektikleri ve İzmir’de
altın madenine karşı tek başına direnen Ahmet Karaçam’ın hikâyesinin
anlatıldığı belgesel BIFED’de “Panorama” kuşağında Bozcaada’da gösterildi.
Gösterim sonunda gerçekleşen soru-cevapta Özer Akdemir belgesel için, “İzmir'in
Efemçukuru ile Çanakkale'nin Atikhisar'ı aynı, ikisi de kentin su havzası.
Belgeselimizi izleyenler maden faaliyetlerinin yaratacağı tahribatı
görebilirler. Tek başına da olsa direnmenin değerli olduğunu ve bir şeyleri
değiştirdiğini anlatmak istedik” dedi.
Özer Akdemir ile belgeselini, son kitabını, çevre gazetecisi
olmanın zorluklarını, tecrübelerini ve filminin de gösterildiği BIFED’e
bakışını konuştuk.
Yalnız Efe filmi neyi anlatıyor?
Yalnız Efe, İzmir’in içme suyunu sağlayan havzadaki bir köy
olan Efemçukuru’nda geçiyor. Bu köye birkaç kilometre ötede yapılmak istenen
altın madenciliğine karşı mücadele eden tek köylü, keçi çobanı Ahmet Karaçam’ın
hikâyesi. Yalnızlık ve efelik meselesi de bununla bağlantılı. Maden başlamadan
önce köy aslında direngen bir köydü. Hükümetin izlediği politikalarla, devletin
Acele Kamulaştırma Kararı sonrasında ve benzer gelişmeler sonrasında köylü
direnişten vazgeçse de Ahmet abi bağını satmadı ve direndi. Biz, Yalnız Efe’de
onun yaşamını aktarmak istedik. Bağı maden için çok stratejik bir noktada.
Bağını elinden aldılar, dava açtı ve 10 yıl sürdü bu dava. Sonra davayı kazandı
ama zorluklar ve ekonomik sıkıntılar yaşandığı bu dönemde maden firmasının o
bağ için astronomik tekliflerlerine rağmen satmadı. Yalnız Efe tüm bu
yaşananları anlatıyor.
‘EKOLOJİ MÜCADELESİNDE NASIL BAŞARILI OLUNACAĞININ
İPUÇLARINI GERZE VERMİŞTİR’
20 yıldır gazetecilik yapıyorsun. Neredeyse tüm çevre
mücadelelerini biliyorsun ve bileşenleri tanıyorsun. Zaman zaman mücadeleyi
kazansak da, hevesimizin kırıldığı anlar da oluyor. Sence hata yaptığımız
yerler nedir?
Ekoloji mücadeleleri içindeki en önemli kırılma Bergama
köylü mücadelesidir. Bergama halkı yıllarca altın madenine direndi ama Bergama
köylülerine karşı ortaya konulan o psikolojik harp dediğimiz oyun Bergama köylü
hareketini sönümlendirdi. Daha sonra da girildi altın madenine. Diğer çevre
sorunları, termikler, rüzgâr santralları vs karşısında görünmeyen bir şey var
bence. Anadolu’nun her yerinde, ekoloji sorunlarının olduğu her yerde irili
ufaklı direnişler var. Ama biz bunu göremiyoruz, gösterilmiyor ya da birkaç
gazetenin ve gazetecinin gösterdiği kadarını biliyoruz. Her yerde bir çoban
ateşi yanıyor. Bu bazen uzun erimli oluyor; işte Karadeniz’de, Artvin’de olduğu
gibi, Kazdağı mücadelesinde olduğu gibi. Aslında bu mücadeleler devam ediyor.
Kazanımı olan yerler de var. Mesela Gerze... Son derece önemlidir. Aslında
ekoloji mücadelesinde nasıl başarılı olunacağının ipuçlarını Gerze vermiştir,
ondan önce Yuvarlakçay vermiştir. Ondan da önce her şeye rağmen -son bir iki
yıldır Cerattepe’de altın madeni işletiliyor olsa da- Artvin’e 25-30 yıl
girememişlerdi. Ve daha geçen yıl Tire’deki Başköylüler şu hukuksuzluk
ikliminde ekoloji mücadelesinin nasıl olması gerektiğini bize gösterdiler.
Nasıl oluyor? Fiili direnişler yaratıyorlar, halk kendi yaşam alanını
Anayasa’nın 56. Maddesinin kendisine verdiği ödev ile koruyor. Fiili
mücadelenin yanında hukuki mücadele de eşzamanlı giderse ve eğer oraya siz
bütün hukuksuzluğa rağmen şirketi sokmazsanız bir şekilde başarılı oluyorsunuz.
‘BERGAMA’NIN ÖYKÜSÜ SABAHA KADAR SÜRER’
Bergama’da bu saydığın mücadele biçimlerinin neredeyse hepsi
vardı ama başarılı olunamadı. Bunu neye bağlıyorsun?
Bergama’da öyle bir psikolojik harp geliştirildi ki... O
süreçte Necip Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” isimli bir
kitabı çıktı. O kitaptan önce Milli Güvenlik Kurulu’nda Bergama hareketi milli
tehdit olarak tanımlandı. Bunların tamamına dair “Kuyudaki Taş” adında bir
kitap da yazdım. Milli tehdit olarak tanımlanan bir hareketin
sönümlendirilmesine dönük devlet birimleri böyle bir oyun tezgâhladılar. Çok
açık. Onların belgeleri de kitapta var. Hablemitoğlu’nun kitabı çok önemli bir
role soyundu ve dediler ki: Hareketin arkasında Alman Vakıfları var, dış güçler
var, bu nedenle Alman Vakıfları’yla işbirliği içerisinde olan Bergama köylü
hareketini sönümlendirelim. Kitapta o iftira vardı. Belgeler sahte, bilgiler
sahte, kişiler sahte! Hablemitoğlu’nun yazdığı kitapta belgeleri verdiği
söylenen Prof. Dr. Metin Deliormanlı diye birisi şu ana kadar ortaya çıkmış
değil. Öyle bir insan yok! ‘Türkiye’de altın çıkartılırsa ekonomimiz batacak o
yüzden maden karşıtı mücadeleyi destekleyelim’ diyen Alman Kalkınma Bakanı’nın
bir raporundan bahsediliyor, ki kitabın özü de odur. Bu rapor da sahte. Bu
kitabı da altın madencileri finanse etti, dağıttı. O süreçte DGM’de bu altın
madeni karşıtı mücadele veren 15 kişiye dava açıldı. Dava ilk celsede
sonuçlandı. Çünkü bomboş bir dosya. Bu kitabı yazan ve iftirayı atan Necip
Hablemitoğlu da ilk duruşmasında tanık olarak dinlenmesinden 8 gün önce
öldürüldü. Yani Bergama’da öyle karışık ilişkiler var ki... Bergama’nın
öyküsünü anlatsam sabaha kadar sürer.
Peki, son kitabın “Doğa ve Direniş Öyküleri”nden biraz
bahseder misin?
20 yıldır çevre gazeteciliği yapıyorum. 20 yıldır yaptığım
çevre haberlerinin geri planında aktaramadığım şeylerin hikâyesi var kitapta.
Haberci bir haberi 5N 1K kuralı çerçevesinde anlatır ama o haberde onda
duygular kalır, düşünceler kalır, insanlar tanır, onların yarattığı izlenimler
kalır, onun tortusu kalır. Tür olarak eko-kurgu diyebiliriz bu öykülere ama bu
kitapta neredeyse kurgu yok. Ekolojik sorunları bir hayvan, bir insan veya ağaç
üzerinden anlattım. Tür olarak da haber dilinden değil de biraz öykü, biraz
edebiyat katarak insanların ekolojik sorunlara biraz duyarlılığını
arttırabilmişsem kitap görevini yapmıştır.
‘GAZETECİ OBJEKTİF OLMAK ZORUNDA AMA TARAFSIZ OLAMAZ’
Gazetecilik ile aktivistliğin iç içe geçtiği anlar illa ki
yaşıyorsundur. Duygularını nasıl bastırıyorsun?
Ben önce gazeteciliğe başladım. Sonra EGEÇEP olsun, Ekoloji
Birliği olsun, bu örgütler içerisinde aktif mücadele yürüterek, yürütme kurulu
üyeliği yaparak, sözcülüğünü yürüterek ekoloji aktivisti de oldum. Ben
gazetecinin tarafsız olduğunu düşünmüyorum. Hele ki yaşamı savunma gibi bir
meselede... Gazeteci objektif olmak zorunda ama tarafsız olamaz. Orada doğa
katledilirken siz ne diyeceksiniz? Toprağınız, havanız, suyunuz ve sizden sonra
gelecek nesillerin, tüm canlıların yaşamı kirletilirken tarafsızım demogosinin
arkasına sığınılamaz. Orada ağacı, böceğin ya da insanların, köylülerin
yaşadığı sıkıntıyı görüp de ben haberini yapıp gerisine karışmam demek bana
göre çok vicdanlı ve doğru bir düşünce tarzı değil.
‘BIFED’İN İZİ SÜRÜLÜYOR, BIFED ÖRNEK ALINIYOR’
BIFED’e dair neler söylemek istersin...
Sanırım ilk veya ikinci BIFED’in açılışına gelmiştim
gazeteci olarak. BIFED yabancımız değil, takip ederiz her sene. Bu sene bir
gazeteci olarak değil bir belgesel yönetmeni olarak gelme şansı buldum. Son derece
önemli, son derece değer verilmesi gereken bir festival. Şu anda BIFED’in izi
de sürülüyor. BIFED model alınıyor, örnek alınıyor. Bu sene Bergama’da da
benzer bir festival düzenlendi. Bunlar artıyor. Ekoloji mücadelesinin,
meselesinin aslında görsel sanatlar alanında, edebiyat alanında daha çok yer
bulduğunun kanıtlarıdır bunlar. Bulması da gerekiyor zaten, bulmak zorunda.
Gidişat kötü. İklim krizine hiç değinmiyoruz. Değindiğimiz anda bambaşka bir
dünya ortaya çıkıyor. Dünya gidiyor elimizden. Kapitalizm bindiği dalı kesiyor
ve umurunda değil. Kendisiyle birlikte dünyayı yok etmeye soyunmuş bir
sistemden bahsediyoruz.
‘YARIN YİNE AYAĞA KALKABİLİRİZ’
Filmden sonra ana karakter Ahmet Karaçam üzerine sohbet
ettiğimizde “biz kazanacağız” demiştin. Hakikaten biz kazanacak mıyız,
kazanacaksak hangi yolu izlememiz gerekiyor?
Umutsuzluğun yaşamda bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.
Mutlaka kazanacağımızı düşünüyorum. Çünkü sistem de gitmiyor. Ülkemizdeki
siyasi krizlere, en son Suriye Savaşı meselesine baktığımızda da bütün bunlar
yönetememenin sonucudur. Dünyadaki kapitalist sistemin yaşadığı krizler aslında
bu sistemle dünyanın gitmediğini gösteriyor. Buna karşı bizim irili ufaklı
mücadelelerimize çok küçük, çok cılız demeyelim. Gezi’yi gördük. Üç ağaçtan
milyonlarca insanın sokağa çıktığını gördük. Yarın yine ayağa kalkabiliriz. O
potansiyel bizde var, o potansiyele sahip gençlerimiz var, mücadele de var, köylüler
de var. Bugün Kazdağı’nda, Aydın’ın her köyünde, Anadolu’nun başka yerlerinde
mücadele var. O zaten damla damla örülüyor, biz görüyoruz veya göremiyoruz,
yeteri kadar yansıtabiliyoruz veya yansıtamıyoruz ama o hareket var ve o
hareket hem dünyanın, hem insanlığın, hem de bütün canlıların sonunu getiren
sistemi kökünden kazıyıp atacak. Başka yolu yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder