‘KIRILDI KÖYÜMÜZÜN GENÇLERİ’
ÖZER AKDEMİR
Kaz Dağı’nda 200 bin ağacın kesildiğini gösteren
fotoğraflar, özellikle sosyal medyada hızla yayılmaya başladığında aslında
yıllardır yapılmak istenen bir şeyi de kısa zamanda başardı. Kaz Dağı’nı talan
etmeye soyunan altın madenlerine karşı direnişin geçmişi on yılı aşıyordu ama
tepki hiç bu denli yüksek ve kararlı olmamıştı.
Görsellik önemli. Görsellik kadar bu görselliğin en geniş
kitleye ulaştırılması da önemli. İşte, sosyal medya bunu sağladı.
Ülkenin dört bir yanından on bini aşkın yurttaşın Kaz Dağı’na,
Alamos Gold adlı Kanadalı şirketin katlettiği Kirazlı köyü yakınlarındaki altın
madenine yürüdüğü günlerde bir başka video görüntüsü daha düştü ekranlara.
Birçok gazete ve televizyon tarafından haberi de yapıldı. Çok acı bir
görüntüydü bu da. İki ceylan, altın madeni çalışmalarının yapıldığı Kirazlı
yönünden, daha sık ormanlık alanların olduğu yöne doğru kaçıyordu. Kaçarken
önlerine çıkan Çanakkale/Çan karayolundan uçar gibi geçen ceylanları,
Çanakkaleli avukat Güneş Pehlivan “Su ve Vicdan Nöbetine” giderken
yolda görüntüledi.
AKP hükümeti ve Kanadalı şirket her ne kadar ortada
büyütülecek bir durumun olmadığına yemin billah etseler de katledilen
ormanların iç burkan görüntüsü ve yaşam alanları bu ormanlar olan ceylanların
göçü, fazla söze gerek bırakmıyor. Sadece ceylanlar değil, sadece insanlar ve
kuşlar da değil, yüz binlerce canlı ya göç edip gidecekler bereketli pınarların
diyarı “Bin Pınarlı İDA”dan ya da madenin ortasında yok olacaklar!
Afşin Termik Santrali, Fotoğraf: Kerem Yücel
MADENCİLİK VE GÖÇ
İnsanlığın ve tüm canlıların yaşam serüvenleri, aslında bu
göç hikayeleri ile doludur. “Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır” diyor ya
şair; canlıların yaşamı da şu ya da bu sebeplerle göç öykülerinin toplamıdır.
Dadaloğlu “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” derken
Anadolu göçerlerinin yaşamındaki bir kesiti, zulme başkaldırı öğesiyle
birleştiriyor: “Ferman padişahın dağlar bizimdir”...
Anadolu’da göçerlik, mevsim ve iklim şartlarının
zorlamasının bir gereğiydi. Hayvancılıkla geçinen göçerler iklim nerede uygunsa
ot ve su nerede bolsa oralara göçer dururlardı yaşamları boyunca. Şimdi
göçerler de tarihin acımasız çarkı arasında yeryüzünden silinip yitmek üzere.
Ülkemizde olduğu kadar dünyada da madencilikle göç arasında
bir ilişki vardır. Bulunan değerli madenler (altın, elmas, gümüş gibi) ile bir
anda binlerce insan bir araya gelip kasabalar şehirler kurarken, bu madenlerin
tükenmesi sonrasında buralar aynı hızla terk edilmiştir.
Madencilik ve göç arasındaki ilişkinin en çarpıcı
örneklerinden birisi günümüzde epey gündemde olan ve gündemde olmaya da devam
edeceği düşünülen Kaz Dağı’na komşu Balıkesir Balya ilçesidir. Bugün, kovboy
filmlerinde gördüğümüz terk edilmiş madenci kasabasına benzeyen Balya, bundan
seksen yıl öncesine kadar otuz binin üzerinde nüfusu, Osmanlı Sarayı’ndan sonra
elektrik kullanan ilk yerleşim birimi olması ve sosyo-kültürel yaşamı ile o
günün koşullarına göre son derece varlıklı bir kent idi. Günümüzde ise
1.700 nüfuslu (köylerle birlikte yaklaşık 14.000) bir belde. Madenci şirketler,
Balya’daki kurşun ve altınları aldıktan sonra, yöreyi kirletilmiş bir doğa ile
baş başa bırakarak gitmiş. Geride, binlerce işsiz insan, katledilmiş bir doğa
ve yaşam alanları kirletilmiş canlılar bırakarak….
YÜZ YIL DA GEÇSE…
Balya, Türkiye’de, hatta dünyada özellikle siyanürle yapılan
altın madenciliğinin zararları söz konusu olduğunda ilk akla gelen yerlerden
birisi. Doksan yıl önce terk edilen kurşun-altın madeninden geriye kalanlar,
siyanürle yapılan madenciliğin çevre ve canlı yaşamı üzerine etkilerini
tartışma götürmez bir biçimde ortaya koyacak kadar çarpıcı.
Balya’da, sık ormanlarla kaplı alanda, 1860-1940 yılları
arasında bir Fransız şirketince işletilen ve seksen yıl önce kapatılıp terk
edilen maden bölgesinde, bugün hâlâ tek bir ot bile yetişmiyor. O günden bu
yana ölümlerin yüzde yetmiş beşinin kanser sonucu olduğu ilçede nüfus,
1930’larda otuz bin iken günümüzde bin yedi yüze kadar düşmüş.
Her yıl ilk sonbahar yağmurlarından sonra derelerde yaşanan
toplu balık ve hayvan ölümleri Balyalıların içinde bulunduğu kirliliğin cansız
şahitleri durumunda. Bergama ile başlayan süreç sonrası, özellikle son on
beş-yirmi yıl içerisinde ülke topraklarındaki altın madenlerine göz diken
uluslararası tekeller yüzünden, birçok yer Balya’nın yaşadıklarını yaşama riski
altında. Bu nedenledir ki topraklarını-sularını, yaşam alanlarını koruma
derdine düşenlerin ilk gidip gördükleri, birbirlerine korku ile gösterip
madenci tekellere karşı mücadeleye daha sıkı sarıldıkları yerlerin başında
Balya geliyor. Gerçi, Bergama’daki, Erzincan İliç’teki ve Kışladağ’daki altın
madenleri, oluşturdukları zehirli atık tepeleri ve on metrelerce derinlikteki “cehennem
çukurları” ile Balya’nın bu “kötü ününü” biraz gölgede
bıraksalar da Balya, aradan yüz yıl da geçse madensel kirliliğin tahribatına en
iyi örnek durumunda.
Soma, Yırca Köyü, Fotoğraf: Kerem Yücel
DOYRAN KÖYÜ: ALTIMIZ DENİZ ÜSTÜMÜZ DOMUZ
Doyran köyü ise Kaz Dağı’nın (İDA) batı yamaçlarındadır.
Mitolojide “Işıklar sahili” diye bilinen Edremit Körfezi’ni, İda’nın
bir tepesindeki sık yapraklı ağaçların arasından görür. Yüzlerce yıl önceden
göçüp gelmiş bir Türkmen köyüdür Doyran. Rivayet odur ki İstanbul’un fethi
öncesi Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile Çukurova’dan İda’ya getirilmişlerdir.
Tahtacı Türkmenlerindendirler. Ağacı, ormanı; adları gibi bilirler. Geçimlerini
de ormana bağlarlar. Orman onları, bu topraklarda binlerce yıldır yaşayanları
olduğu gibi aç koymaz, doyurur.
Bir gün, ellerinde kazmaları, ölçüm cihazları ile birileri
geldi ormana. Kurşun madeni çıkaracaklarını söylediler, sırım gibi uzayıp giden
gürgenlerle örtülü bir tepenin altından. Yeni bir iş kapısı diye sevindi
Doyranlılar. Birer, beşer işe girdiler. Çocuklarına iyi bir gelecekti düşleri.
Ekmeklerinin yanına bir parça daha fazla katıktı. Paylarına ölüm düştü oysa!…
2008’in Temmuz ayında gittiğimiz Doyran köyü kahvesinde
çaylarımızı yudumlarken köylülerle hem Kaz Dağı’nda yapılmak istenen hem de
kendi köylerinde yıllarca önce yapılan madenciliği konuştuk. Daha çok da
köylülerden köylerinin yakınında yapılan madenciliğin acıklı öykülerini
dinledik.
Köyün en önemli geçim kapısı olan zeytin ağaçlarını
göstererek konuştu bir köylü: “Bu zeytin ağaçlarının ömrünü, tarihini
bilen yok. Bizim altınımız bunlar. Bunlar yok olacak, zehirlenecek.
Sularımızdan içilemeyecek, ağaçlarımız kuruyacak. Ondan sonra ne yiyeceğiz biz.
Başka gelirimiz yok ki burada. ‘Altımız deniz üstümüz domuz’ derler burada. İki
dağın arasındayız. Bir tek zeytinimiz var zaten. Onu da götürdüler mi çoluğumuz
çocuğumuz aç kalır”.
O günlerde 45-50 yaşlarında gösteren madende çalışan bir
köylü, çalışma koşullarını şöyle anlatıyordu: “Çok zordu şartlar.
Galerilere giriyorduk. Dinamit atılıyordu. O dumanın içine mecbur giriyorduk.
Girmesen bırakacaklardı seni işten. Yoğurdumuz yoktu. Kaçak çalışıyordu maden”.
Madende çalışan köylüler, maden kapandıktan sonra
kaderleriyle baş başa bırakılmışlar. Ciğerleri lekeli, zor nefes alabilen ve
bir iş yapmaya başlayınca hemen yorulan köylüler kalmış geride: “Hala
hastalığı çeken, tedavi ile duran arkadaşlarımız var. Para kuvvetiyle onlar
biraz daha yaşıyorlar. Bilhassa köyümüz buna duyarlı çünkü madenden yara almış
bir köy. ‘80 ihtilali olmasaydı bu madeni kapattıramayacaklardı. Halen daha
hastalıklı arkadaşlarımız var”1[1]
ACISINI ÇOK ÇEKTİK MADENİN
Köyün beyaz badanalı evlerinin arasından kıvrılan dar
sokaklarında görüştük kadınlarla. Günlük işlerini yapıyorlardı. Zeytin
ayırıyorlar, ceviz kırıyorlar ya da akşam yemeği için taze fasulyeyi
ayıklıyorlardı. Senem Coşkun, madende ölen köylülerini anlatırken sesindeki
hüzün geride kalanların acısını yansıtıyordu:
“Üç tane oğlan kardeşim öldü madenden. ‘88 yılında öldü.
Ardından da babam-anam öldü onların acısına dayanamayıp. Ciğerleri dolmuş
bunların, kurşun tozu yapışa yapışa. Çalışmaz olmuş. Üç yaşında dört yaşında
çocukları kaldı. Acısını çok çektik madenin. Çok genç öldüler. Ölenlerin hepsi
benim akranımdı. Çok eskiden annem babam anlatırlardı bu madenle ilgili.
İnek damları vardı burada, yoğurt süt verirlerdi çalışanlarına diye. O zamanlar
işe girmelerine karşı çıkmıştı dedem ama dayımlar falan kızdılar. “Bırak ekmek
yesinler, otur oturduğun yerde” diye. “Sonra görüşürüz” dedi dedem, aynı dediği
gibi sekiz kişi peşi peşine öldüler. Hâlâ daha da hastalıklı insanlarımız var
köyün içinde”
KIRILDI KÖYÜMÜZÜN GENÇLERİ
Doyranlı Türkmenlerinin yerleşik düzene geçmesinin 150
yıllık bir geçmişi olduğunu söylüyor köy kahvesinde bir köylü. Madenle ilgili
bir anısını anlatıyor: “Bu maden çok eski. Yaşlı bir amcam vardı 80-90
yaşlarında öldü. ‘Burayı’ dedi, ‘gavur deldi o zamanında. Gavurlar
çalıştırırken burada hastaneleri vardı. İnek besliyor, süt veriyorlardı. Orada
çok adamlar öldü. Buraya çocukları yollamayın’ demiş. Evdekiler, işçilerin
aileleri dedeme ‘ekmekleriyle oynama bunların’ demişler.”
Yetmiş beş yaşındaki Sabriye Coşkun da anımsıyor tüm bunları:“
Orada altlı üstlü bir hastane vardı. Daha yıkığı duruyor orada. Babam
anlatırdı, süt yoğurt verirlermiş çalışanlara.” Buruş buruş olmuş yüzünde
yaşının izlerini taşıyan Sabriye nine küçülmüş, incecik kuru bir dal gibi
kalmış. Mavi damarları tek tek sayılan elini kaldırıyor. Gözleri öfkeden çıngı
gibi! Dişsiz ağzından dökülenler sert, kararlı. Bir o kadar da direngen.
Yüzlerce yıllık göçebeliğin yılgın anılarının izini taşıyor söyledikleri.
Ömrünün son demlerinde, çocuklarının, torunlarının geleceğinin kaygısını
yüklenmiş: “Göç gidemeycik gayri. Biz göç gelmişiz, Türkmenler göç gelmiş.
İstemiyoruz artık göçmek. Suyumuzu yolumuzu hepisini hazırladık. Göçe göçe bu
hale ancak geldik. Çoluğumuz çocuğumuz rahat etsin artık. Maden istemiyok biz.
Altın istemiyok. Biz yem yiycek istiyok çoluğumuza çocuğumuza”. Altın bir
süsten başka bir anlam ifade etmiyor Sabriye nineye. “ Takınsak da olur
altını takınmasak da. Olmuş ne bize olmamış ne” diyor. “Kırıldı
köyümüzün gençleri”…[2]
Kaz Dağları
TERKEDİLMİŞ MADEN
Köy muhtarı Hasan İşgören’i de arabamıza alarak terk edilmiş
maden ocağının yolunu tutuyoruz. Bazı yerleri uçurumlarla kesilen, ormanın
içerisinden uzayıp giden tozlu topraklı uzun ince bir yol bu. Sık ağaçların
arasından yer yer deniz görülüyor. Güneşin ışıkları ağaçlardan yol bulabildiği
zamanlarda gözlerimizi kamaştıracak kadar parlak. Ocak ağzına vardığımızda
çevreye gelişi güzel atılmış kalaslar, paslı demirler ve kablolarla
karşılaşıyoruz. Yanını yöresini otlar bürümüş madenin girişi, bir tepenin
eteğinde. Galerinin girişini kapatmak ister gibi tepenin üzerinden sarkan ağaç
köklerinin görüntüsüne, ormandaki sessizlik de ekleniyor. Belki de bu görüntün
de etkisiyle buz gibi bir ürperti dolaşıp geçiyor yanı başımızdan.
Uzun, iki bilek kalınlığında bir ağaç kökü, madenin
girişinin önüne yığılmaya başlamış toprak tümseğe kadar uzanmış. Tümsek, ocak
girişini yer seviyesinin altında bırakmış. Tepeden kayan topraklar, belki 15-20
yıl sonra maden galerisinin girişini tamamen kapatacak.
Koyu karanlık galeri ağzından, bir mezara girer gibi
sessizce giriyoruz içeriye. Galerinin içinde 30-40 metre ilerliyoruz. İlk
girişteki galeri yüksekliği madenin içinde ilerledikçe düşüyor. Ağaçlarla
desteklenmiş galeri, simsiyah bir kuyu gibi uzayıp gidiyor. Girişten itibaren
ayaklarımızın altından uzanan, kalın bir kablo, galerinin karanlığında
kayboluyor. Tahkimat için kullanılan düzgünce budanmış ve hala sağlam oldukları
belli olan kalaslar galerinin içerisine gelişi güzel atılmış; üzerilerini yeşil
bir yosun kaplamış. Muhtar daha ileri gitmemizin tehlikeli olabileceğini
söylüyor. Girdiğimiz gibi, görünmeyen, elle tutulmayan bir sessizliği rahatsız
etmekten korkarak çıkıyoruz ocaktan.
ÇATLAYARAK ÖLDÜ GENÇLER!
İçeride belki beş-on dakika kalmanın yarattığı etkiden olsa
gerek, madenden çıkışta ormanın fısıltılarla esen rüzgarını ciğerlerimize
iştahla çekiyoruz. Oysa on yıllarca bu madende çalışan işçiler, iş çıkışlarında
soludukları İda havasını, bir süre sonra ciğerlerine çekemez olmuşlardı.
Dünyanın en bol oksijeninin bulunduğu dağlarda havasız
kalarak ölen işçileri, o zamanlar minibüs şoförlüğü yapan bir Doyranlı şöyle
anlatıyordu: “O çocuklar ecelle ölmüş diyemezsin. Nefes alamadıkları için
çatladılar sanki. Ölüm anlarında da yanlarında bulundum. Gözleri fal taşı gibi
çıkıyor, çatlıyor. Çatlayarak öldü, genç genç çocuklar…” [3][
Dinlediğimiz bu hüzünlü öyküler, terk edilmiş madenin
ürküten görünüşüyle katlanıyor. Galerinin karşısında, ormanlık alandaki sadece
briketleri kalmış, kapısı, penceresi, çatısı olmayan maden tesislerini de
geride bırakarak geldiğimiz yoldan köye doğru dönüşe geçiyoruz.
DOYRAN’DAN SOMA’YA
Soma’ya bağlı Yırca köyü (Mahallesi) altı bin zeytinin
kesilmesinden günler önce yapılan bir toplantıda, eli yüzü, üstü başı kömür
karası olan, beyaz saçlı 50-55 yaşlarında bir adam şunları söylüyordu
kameralara: “Biz burada tütünümüzle, zeytinimizle gül gibi geçiniyorduk.
Çocuklarımızı evlendiriyor, geleceğe umutla bakıyorduk. Sonra bu termik santral
geldi. Sonra ikincisini yaptılar. Tarlalarımızı ellerimizden aldılar. Termik
santralin dumanı, külü, kiri ürünlerimize bulaştı, verim alamaz olduk. Bizi
kömüre muhtaç ettiler. Kimi işçi oldu termiğe kimi ocaklara indi. Ben de işte
hurdalar arasından kömür toplayarak geçinmeye çalışıyorum”.
Yırcalı köylü, aslında Soma’dan bile eski olduğu söylenen
köyünün, termik santral öncesi halini özlemle anlatırken santralin kurulmasının
ardından yaşanan olumsuzlukları da birebir hissedenlerden birisi. Anadolu’nun
onlarca yerinde olduğu gibi, toprakları ellerinden alınan ya da verimsizlik
nedeniyle geçinemeyen ya da tarım politikaları yüzünden ürünü para etmeyen yüz
binlerce, milyonlarca köylü, işçileşti. Tarımın çözülmesi, köylüleri
kente göç etmek durumunda bıraktı; fabrika işçisi yaptı. Bu kırdan kente göç
dalgası, kentin sorunlarının katlanmasına yol açtı, başta barınma sorunu olmak
üzere, alt yapı, sosyal sorunlar gibi birçok yeni sorunu beraberinde getirdi.
Dolayısıyla sorunların katlanmasının nedenlerini, ülkenin her on yılda bir
darbelerle değiştirilen siyasal ikliminin yanı sıra sermaye sınıfının
kapitalistleşme ya da kapitalistleşememe sancılarında da aramak gerek.
Kente göçen, kentin hay huyuna karıştı ama kırla da tam
olarak bağını kesemedi. Köydeki tarlasından, bağından, ana-babası, akrabasından
gelen erzaklar; özellikle yaz sonu, güzün, hasat zamanı, kış hazırlığında;
kentlerin otogarlarını çuvallar, kasalar, güğümler, torbalarla doldurdu;
kırdaki ürünleri kente taşıdı. Geçim derdine düşen işçilerin can simidi,
köyden gelen erzaklar oldu; kentteki sınıf mücadelesinin yorgunları,
geçinebilmek için kırk takla atan işçiler bu durumu “Köyden erzak gelmese
ekmeğin içi boş kalır” diye anlatıyorlar. [4]
GİTMEK Mİ ZOR, KALMAK MI?
Köyden göçmeyip kalanlar ise toprağa bağlı yaşamanın,
eskisinden bin kat daha zor koşullarını göğüslemek zorunda kaldılar. Para
etmeyen ürünler; eskisinden çok daha pahalı giderler; köyün, yeni yetişen
çocuklara eğitim, sağlık, sosyal olarak yetmemesi vs…
Soma Yırca gibi olan köyler de az değil. Termik santraller,
HES’ler, altın/bakır/mangan/nikel madenciliği, şimdi de RES’ler nedeniyle göç
eden, işçileşen, ya da köyünde kalıp bu yeni komşularıyla baş etmeye çalışan
insanlar topluluğunun öyküsü hüküm sürüyor Anadolu’da. Yeni komşular, “dağdan
gelip bağdakini kovma” deyimini tam olarak karşılıyorlar. Bir anda gelip
köylünün yüzlerce yıldır yaşadığı topraklara yerleşiyorlar ve onları ya kovuyor
ya kaçmak zorunda bırakıyorlar. Kovuyorlar, “bizim bu araziye, suya, dağa,
ormana, tarlaya ihtiyacımız var. Ya gönlünce şu fiyata sat ya da biz elinden
almasını biliriz” tarzı bir efelenme ile güçlerine güvenip köylünün malını
elinden alıyorlar. Bazen, “size de iş vereceğiz, topraktan, rezillikten
kurtulacaksınız, çoluğunuz çocuğunuz sigortalı, sosyal güvenceli
çalışacak” gibi tatlı sözlerle ikna edilmek isteniyor köylüler.
Ürünleri para etmeyen, kıt kanaat geçinen köylülerin bir
kısmı için bu sözler, yeni bir umut, yeni bir gelecek vaadi olarak görülüyor.
Atalarının mezarlarının bulunduğu toprakları terk etmek istemeyen, küçük olsun,
karnımızı kıt kanaat doyursun ama bizim olsun diye yerinden yurdundan
ayrılmamakta direnenler ya da yeni komşunun siyanürle, asitle, termik külüyle
ve dumanıyla yaşamlarını, sağlıklarını alacağını öğrendiklerinde de eskiden ‘olur’ dediklerine
karşı çıkmaya başlıyorlar. Kaz Dağı’nda, Bergama’da, Kışladağ’da, Efemçukuru,
Çaldağı’nda ya da Karadeniz’de olan bu.
Buralarda şirketler, köylüyü ‘bizden – karşıdan’ olarak ikiye
bölerken yüzlerce yıl bir arada yaşayan köylünün sosyal dokusunu da ortasından
bölüyor. Bu çelişki, köylüler arasında tartışmalara, küslüklere dönüşüyor;
birbirine, düğününe, cenazesine, kahvesine gitmeyecek kadar yabancılaştırıyor.
BU DÜZEN BOZUK!
Ellerinde kalan son tarım alanında bulunan zeytinliklerinin
kesilip termik santral yapılmasına karşı günlerce direnen Soma Yırca köylüsü
Ayşe Ürüncü, yaşadıklarını, başına gelen kapitalizm belasını şöyle anlatıyordu: “Burası
benim atamdan dedemden kalma. Hırsız gibi mi girip çıkacağız kendi
zeytinliğimize? Kolin denen şirket benim çocuğumu okutacak mı? Bu nasıl bir iş
anlamadım ama bir bunlar değil ki kardeşim! Düzen böyle. Düzen bozuk! Ama biz
köylüler olarak biz bu düzeni istemiyoruz. Bu düzeni değiştireceğiz, düzgün
düzen getireceğiz”…
Türkçe edebiyatın çınarı Yaşar Kemal, Çukurova’ya
kapitalizmin girmesini şöyle anlatır bir konuşmasında: “… tarıma
kapitalizm girince, 1950-‘51’lerde şu oldu, pamuk birdenbire para etti. Pamuk
para edince Marshall yardımıyla traktörler de geldi ve büyük para girmeye
başladı. Kötenlere paletli traktörleri bir taktılar, pir taktılar. Elli,
altmış, yetmiş santim derinlikte karaçalıya, bataklıklara daldılar…
Gelen kapitalist düzen doğayı tamamen değiştirdi. Koşullar değiştiği zaman, doğa değiştiği zaman, insanoğlu ne oluyor bu geçişte? Bunu saptamak bir yazar için olaydır. Doğa değiştiği zaman, düzen değiştiği zaman insanoğlu nasıl değişiyor?
İnsanoğlu doğanın bir parçasıdır. Ve insanoğlu yabancılaşan bir yaratıktır. Elbette insan soyu değişecek, doğa ile birlikte değişecek. Fakat insan doğadan kopar, doğa ile ilişkisini keserse, insanla da ilişkisi kesilir, hastalanır. Doğa insanlardan elini çektiğinde, doğa ile birlikte dostluk duygusu da sevinç duygusu da sevgi duygusu da merhamet duygusu da insanlardan elini çeker.”
Gelen kapitalist düzen doğayı tamamen değiştirdi. Koşullar değiştiği zaman, doğa değiştiği zaman, insanoğlu ne oluyor bu geçişte? Bunu saptamak bir yazar için olaydır. Doğa değiştiği zaman, düzen değiştiği zaman insanoğlu nasıl değişiyor?
İnsanoğlu doğanın bir parçasıdır. Ve insanoğlu yabancılaşan bir yaratıktır. Elbette insan soyu değişecek, doğa ile birlikte değişecek. Fakat insan doğadan kopar, doğa ile ilişkisini keserse, insanla da ilişkisi kesilir, hastalanır. Doğa insanlardan elini çektiğinde, doğa ile birlikte dostluk duygusu da sevinç duygusu da sevgi duygusu da merhamet duygusu da insanlardan elini çeker.”
Kaz Dağları
MARX’TAN MADRAN’A
Karl Marks’ın genç bir hukuk öğrencisi iken ilk yazdığı
politik metin, Orman Koruma Kanunu’na karşı yazılmıştı. Bu yazısında
yoksulların, ormandan yakacak için kuru odun dalları toplamasını “odun
hırsızlığı” sayan yasayı eleştiren Marks,“Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı” kitabında, bu ilk politik metninin kendisini ekonomi politik ile
ilgilenmeye yönlendirdiğini belirtir.
Marx’ın bu satırları yazmasından 172 yıl sonra, Aydın
Çine Madran Dağı’nın tepesindeki İbrahimkavağı köyünde, bir halk
toplantısındayız. Köylüler, aylardır, binlerce ağacı yok ederek Madran Dağı’nın
tepesine, 1750 metre
yüksekliğinde yer alan bölgenin en önemli yeraltı su havzasının üstüne
kurulmak istenen RES direklerine karşı direniyor. Soğuk bir sonbahar akşamı,
köy kahvesi önünü dolduran köylülerine şöyle sesleniyordu İbrahimkavağı köylüsü
Ahmet Uslu: “Bizim ormanlarımızı bize karşı koruyorlar yıllardır. Kışın
yakacağımız kuru ağaçları topluyoruz ormandan; bekçilerden kaçak kaçak. Oysa bu
şirketler on binlerce ağacı yasal izinlerle kesip atıyor. Biz bir dal alırız
ormandan, sobamızda yakmak, ısınmak için. Oysa bu kapitalizm girdi mi dümdüz
eder ormanı, tek ağaç bırakmaz!” Kapitalist şirketler bugün karları için
on binlerce, milyonlarca ağacı bir çırpıda kesiyorlar. Tüm dünyada bu böyle.
Kapitalizm insanı doğasından koparıyor. Kapitalizm doğayı
yok ederek insanın kendine yabancılaşmasına; emeğin sömürüsüne; türcü, bireyci,
bencil bir yaratık haline gelmesine neden oluyor. O yüzden, insan türünün
devamı kadar, yakın bir gelecekte insanın özünü bulması da kapitalizmin yok
edilmesi; yerine doğayla barışık, insan onuruna yaraşır, her türlü sömürüyü
reddeden sosyalizme geçilmesi ile olanaklıdır ancak.
[1] Çepeçevre Yaşam 4 Temmuz 2008, Hayat
Tv.
[2] Çepeçevre Yaşam age
[3] Çepeçevre Yaşam age
Bunu paylaş:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder