03 Kasım 2019 03:40
PAZAR
Öyle yavaş yavaş değil, birdenbire gelir bozkıra güz
mevsimi. Bir gün önce yemyeşil güneşe gülen yaprağı bir bakarsın boynunu bükmüş
bulursunuz ertesi gün.
Alıçların ne zaman büyüdüğünü anlamazsınız bile. Tomur
tomur, tatsız tuzsuz sert meyveciklerin sarı, kırmızı öbekler halinde
dallarında “Gel, al beni” diye salınmasına şaşırır kalırsınız.
Üzümlerin buğu buğu tatlandığını, kayısıların kızardığını,
narların çatladığını fark ettiğinizde anlarsınız ki bozkıra güz gelmiştir.
Bozkıra birdenbire gelse de güz mevsimi, gelişini günler
öncesinden görenler de vardır. Yüreğini doğanın ritmine uyduranlardır bunlar.
Ondan bir parça olabilen, onu anlayabilen ve ömrünün kalanını zamanın
durdurulamaz akışına kaptırıp süzülüp gidenlerden bahsediyorum. Kurtlar, kuşlar
ve cümle bitkilerin tamamı ama insanlığın pek azı onların arasındadır...
Gülün üzerindeki ayva tüylerinin tan vaktinden hemen önce
üşüdüğünü, goncaların ayasında biriken çiğin sam yelleri esmeye başladığında
damla damla düştüğünü ve düştüğü yerden toprağa süzüldüğünü bilirler onlar.
Bulutların kıpırdanışından yağmurun geleceğini anlarlar. Ağacın gölgesinin her
geçen gün uzayıp gittiğini ve leyleklerin yavrularıyla sıcak yerlere doğru uzun
bir uçuşa kanat gerdiğini görebilirler...
Güz birdenbire gelir bozkıra ve ağaçlar dingin bir
sessizliğe bürünür. Dalların ucundaki öz suları usulca çekilir. Yapraklar
sararıp solar ve ağacın dibine dökülürler. Kırmızı, turuncu, sarı, az da olsa
yeşil yapraklı bir renk cümbüşü haline gelir sokaklar. Birden kırmızıya
meyleder bağlar, bostanlar…
Sebzeleri toplanmış bahçeleri tatlı bir uyuşukluk kaplar güz
geldiğinde. Etraflarını sarı tevekler çevreler, karık karık solar üzerindeki
renkler. Kurumuş mısır püskülleri, pürüşük salatalık, domates gövdeleri boylu
boyunca serilir yerlere.
Yeşil fasulyeler ise hâlâ uzun değneklere sarılı, hâlâ
tazecik sabırla beklerler toplanacakları günü. Her an sararıp solacak bir
tedirginlikte geçer bu bekleyiş. Tüm diğer bitkiler gibi güzün şakası
olmadığını iyi bilir fasulyeler de. Geceleyin, kuzeyden esen deli poyrazın
acısını öğretmiştir ona doğa ana. Bitkiler, daha tohum iken bilirler başlarına
gelebilecek olanı. Doğanın yazgısı, devinimi, sonsuz baş eğmezliği budur işte.
Kendi yazar kendi bozar...
Toprağın nefes alışverişi durmuş gibi gelir size güz
mevsiminde. Birkaç ay öncesinde ımıl ımıl süzülen buğu tütmez olur artık. Kalan
nemi dışarıya bırakmaz, koynunda saklar toprak. Yorulmuştur, yıpranmıştır,
doğum sonrasının tatlı rehaveti kaplamıştır her yanını. Çekip üzerine yorganı,
dinleneceği günlerin özlemine bürünür. Bu onu esrikleştirir, mahzunlaştırır.
Kaderini binyıl önceden gören bir bilgenin dinginliği içinde bekler kışın
gelmesini…
Rüzgar da fırtına öncesi sessizliğinde eser. Toprağın,
ağaçların, uykuya hazırlanan tüm canların rahatını bozmaya çekinir gibidir
efiltisi. Dalı, budağı örselemeden nenniler. Canı çekilmiş, kurumuş bir yaprağı
incitmeye kıyamaz gibi okşar, usulca koparıp alır dalından. Sonra, döne kıvrıla
bırakır toprağın koynuna. Rüzgarın önünde yeni yolcuklara çıkmazsa eğer yaprak,
düştüğü dalın dibinde toprağa karışır. Toprak olur...
***
Kızarmış elmaların yükünden kırılacakmış gibi yere eğilmiş
dallardan kasa kasa, çuval çuval toplanan elmaları bu sene derelere dökmedi
köylüler. Geçtiğimiz yıl elmanın kilosuna 100 kuruş bile vermeyen tüccara
satmak yerine derelere dökmüşlerdi. “Toplayıp Hacıbektaş’a getirirseniz alırım
ancak” demişti tüccar. Bak büyüt, dizin dizin topla sonra da götür yok fiyatına
tüccara sat!.. Verilen paranın elmanın maliyetini bile çıkarmadığını gören
köylü satmamış, kurt kuş yesin diye dalında bırakmıştı. Topladıklarını da
bozkırdaki susuz derelere dökmüşlerdi.
Bu sene Avanos’tan gelen elma öğütme makinesi ilaç gibi
geldi köylüye. Çuvalı on liraya tüm elmalarını çektirdiler. Çıkan posanın
suyunu şişeleyip, kalan kısmı için kapıların önüne ocak çattılar. Yaktıkları
ateşi kuru bağ kütükleri, kalın zerdali dalları ile besleyerek saatlerce
kaynattılar. İçine ak pak pekmez toprağı atıp elma pekmezi yaptılar. İlk kez
yaptıkları elma pekmezinin tadının üzüm pekmezinden aşağı olmadığını gördüler
iş bittiğinde. “Bal, bal valla” diyorlardı birbirlerine pekmezden bir parmak
alanlar. Kavanoz kavanoz pekmezleri oldu her birinin. Kimini sattılar iyi bir
fiyata kimini içmek, tahine, kara, yoğurda katmak için ayırdılar kilere.
Sarı, kırmızı alıçlardan sirke kurdular kocaman güğümlerin
içine. Sarı alıcın sirkesi daha iyi olur diye, dere tepe sarı alıç aradılar
bozkırda. Tüm köylüye yetecek kadar alıç ağacı vardı yazı yabanda.
Herkese yetecek kadar kuşburnu yoktu ama...
Bunun için uzak, kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarda, dere
diplerinde gezindiler günlerce. İnsanı anında dalayan kuşburnu çalısının
dikenleri ellerine bata bata topladılar küçücük meyveleri. Bu, marmelat
yapılana kadar çektikleri zahmetin çok az bir kısmıydı daha.
Eve götürüp defalarca yıkadılar bol bulamaç suların altında.
Teker teker tepelerini ve saplarını bıçakla kazıdılar. Ocakta, harlı bir ateşin
alevinde kaynattılar. Sonra ezdiler, süzdüler... Sonra tekrar kaynatılır.
Sonra...
Bozkırda hazan mevsimi. Yakıp kavuran bir yazın ferahlatan
gölgeliğidir. Dudakları, elleri ayakları çatlayan insana bir yudum su gibidir.
Tozu iliklerine işleyen köylülerin terlerinin son demlerini akıtmalarıdır
toprağa.
Çok da bekletmeyip hemen ardından gelecektir uzun kış
geceleri. Sokaklarda karın tipinin, dağlarda ayazın ve silme yıldız dolu geceye
uluyan kurtların müjdesidir, bozkır da güz mevsimi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder