24 Kasım 2019 04:10
Biraz önce tanıştığımız Zeynel’le eskiden dere yatağı olduğu
anlaşılan geniş vadinin içindeki bir zeytin ağacının altına oturduk. Kasım
ayının ortalarına rağmen hâlâ insanı terleten bir güneş vardı tepede. Yaşı
55-60 arası gösteriyordu Zeynel’in. Koyu esmer yüzünde yılların kırışıklıkları
doluydu.
Bilirkişi heyeti vadinin içine doğru ilerlemiş, heyetin
dışında kimsenin gitmesine izin verilmemişti. Vadinin iki yamacı da çamlarla
örtülüydü. Tam orta yerde ihtiyar bir pelit ağacı vardı. Pelitin etrafı ise 20-30
yıllık olduğu anlaşılan zeytinlerle doluydu.
Heyetin ardında gezerken sorduğum soruları zeytin ağacının
altına oturduğumuzda yanıtladı. Kürt şivesi hemen belli oluyordu
konuşmasında.
“Madem sordun dinle o halde benim babam. Memleketten geleli
30 yılı geçti. Gönüllü gelmedik, tövbe. Ardımıza baka baka, gözlerimizden yaş
akıta akıta geldik buralara. Ağlaşa, çığrışa denkleştirdik göçümüzü!..
Aç açıkta değildik evelallah. İki lokma bir hırka geçinip
gidiyorduk. Çobandık. Mor dağların yüksek yaylalarında yemyeşil otların
koynunda yayardık sürülerimizi. Başı karlı dağlardan süzülüp gelen, dibi
alabalıklı soğuk suların kenarına kurardık obamızı. Sütten memelerini
taşıyamazdı koyunlarımız, keçilerimiz. Çocuklarımızın elma elma olurdu
yanakları. Tertemiz, buz gibi hava ile dolardı ciğerlerimiz.
Oysa şimdi bir kokla şu havayı! Çürük soğan gibi kokuyor!
Leş kokuyor. Cılk yumurta gibi...
Reklam
Neyse, burası sonraya kalsın. Dağlarımızdan niye mi
ayrıldık, kurbanım? Mecbur kaldık, mecbur bırakıldık... Ya kalıp canımızdan
olacaktık, ya göçü yüklenecektik.
İki sene yayla yasaklandı terör var diye. İki sene ovanın
sıcağında açlıktan kırıldı sürülerimiz neredeyse. Yazın serin yaylaların taze
otlarına alışkın hayvanlarımız kuru kenger dikenlerini ağızları kanayarak yediler.
Cılız otları, acı ayrıkları, dokunanı dalayan ısırganları kemirişlerini bir
görseydiniz!..
Akşam aç eve dönen koyunun aç kuzusuna iki damla süt
veremeyişindeki çaresizliği izleseydiniz, ağlardınız siz de. Biz iki yıl
ağladık. En sonunda dayanamadık. Sattık yok pahasına bütün hayvanlarımızı.
Göçmeden iki gün önce karakola dedik ki; “Biz artık
gidiyoruz buralardan. Kalırsak hayvanlarımız da biz de acımızdan öleceğiz. Son
bir kez yaylamıza çıkmak, bir gece orda konaklamak istiyoruz”. Olmazlandı
komutan önce. Sonra çaresizliğimize, ezikliğimize acımış olacak ki izin verdi.
“Tamam” dedi. “Tüm timlere haber edeceğim şimdi. Şu güzergahtan çıkmadan gidin,
ertesi gün öğle olmadan da dönmüş olun”.
Çoluk çocuk kalan bir iki katır ile çıktık yaylamıza. Gün
boyu yürüdük. Akşamın ilk yıldızları göz kırparken vardık dere kenarına. Çadır
madır kurmadık. Gökte yıldızları yorgan yaptık ve sabaha kadar gözümüzü
kırpmadık.
Kadınlarımız ağıt yaktılar, içli içli, yavaş seslerle.
Kürtçe, Türkçe, Zazaca ağıtlarla inledik tüm gece. Kürt, Türk, Zaza karışıktır
köyümüz. Adana’dan gelin gelmiş mesela benim ebem yıllar önce. Anam anasından
Türkçe öğrenmiş, babasından Kürtçe. Ben de iki dili de iyi bilirim bu yüzden.
Zazacayı da anlarım. Kürtçeye çok benzer zaten.
Gece, küçük bir çoban ateşi yaktık. Üstüne isli büyük
demliğimizi çattık. Odunlar kızıl kora kesmişken, birbirine sokulup uyuklayan
çocuklarımızdan az ötede, kan kızıl bir testi şarabı paylaştık. Bizim gibi
uykusuz, dertli kadınlarımızdan da içen oldu, öte tarafta. İçmeden sarhoştuk
zaten benim babam. Şarap bize neyler ki?!..
Hıdır Zazaca bir türkü tutturdu, gece yarısı. “Daye hal
yamano / Bawo hal sebeno - Anne, halim yamandır/ Baba neye varacak bu
halim”.
Ben, yıllarca ebemden dinlediğim bir Çukurova türküsü
söyledim, elimi kulağıma atıp.
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar
Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık”
Kadınların sessiz ağıtlarını ise bugün bile yüreğim
kabararak anımsarım. Gece de, hafif hafif esen yayla yeline, uzak dağlardan
gelen kurt ulumaları eşlik etti. Arada tek tük mavzer sesleri de geliyordu.
Günün ilk ışıkları yaylaya çöken pusu dağıtmaya başlayana kadar gözünü kırpmadı
kimse. Tanyeri her geçen an yavaş yavaş büyüyen ve gittikçe turuncuya kesen mor
bir çizgi halinde atmaya başladığında o zamana kadar tuttuğum göz yaşlarım
yanaklarımdan süzüldü indi aşağıya. Kimse görmesin diye yüzümü çevirdim dağın
dumanlı doruğundan tarafa. Bu daha beter etti beni. Dağın duman çökmüş
zirvesine son kez baktım ve içimi çeke çeke ağladım...
Diğerleri de benden aşağı değildi. Sabahın seher vaktinde
inledik, meledik durduk, kuzusu yitmiş koyunlar gibi. Kuşluk vakti özlem,
ayrılık acısı daha da oturdu yüreğimize. Ve artık bu acı ile bir dakika daha
duramayacağımızı anlayıp yüz geri, ardımızdan kovalar var gibi indik
ovaya...
*
Otuz yıl oldu göçeli Salihliye. Biz, böğürtlen çalıları ile
dolu bu tepenin eteğine evlerimizi kurduğumuzda hiç kimse yoktu buralarda.
Sonradan İç Anadolu’dan gelen Alevi komşularımızla da çok iyi anlaştık. Şehre
gitmek için yarım saat yürürdük. Şehir büyüdü yıllar içinde, yanımıza kadar
geldi. Üç tane okul yapıldı mahallemizin dibine. Sevindik elbet buna.
Çocuklarımız yol yolak tepmeyecekti artık uzak okullara gitmek için.
Bir gün, hemen evimin önüne, bir taş atımı bile uzaklıkta
olmayan yeşil tepeye birileri ellerinde ölçüm aletleriyle geldiler. Ne
aradıklarını sorduk gelenlere, hoş geldiniz edip. Biri camii dedi, biri villa
yapacağız dedi. Biri de dedi ki sıcak su çıkaracağız, sizlere de vereceğiz
sıcak sudan. Sıcak su deyince ayıktım ben. Aydınlıların, Germenciklilerin zar
ağladığını biliyordum ne zamandır. “Eyvah” dedim, “Eyvah ki ne eyvah!..”
Gece yarıları toplandık komşularımızla. Direnelim dedik,
buradan da göçemeyiz dedik, yetti artık göç yolları, ayrılıklar dedik. Çadır
kurduk tepeye giden yolun üstüne, günlerce direndik. Mahkemelere davalar açtık,
dilekçeler verdik. “Mahkeme sonucu beklensin” dedik, kimseye
dinletemedik.
Dayak yedik, kadın, kız, çoluk - çocuk! Gözaltına alındık,
yerlerde sürüklendik. Darmadağın ettiler bizi! Bir mahalleydik biz, bin
jandarma gönderdiler üzerimize. Evimizin önüne bile çıkamadık. Şirket getirdi
kurdu kulelerini, araç gereçlerini ve hâlâ kuyu vuruyorlar dümdüz ettikleri
tepeye.
Bugün keşifte hakime hanıma dedim ki, “Benim evim şurası,
burası da zeytinliğim. Siz olsanız izin verir misiniz dibinize kuyu
çakılmasına? Zaten göç gelmişim memleketin öbür ucundan. Buradan öte nereye
gidelim?” Hiçbir şey demedi, dinledi sadece.
Yaz bunları benim babam. Yaz Zeynel’in derdini,
garibanlığını! Gurbetin acısını yaz. Bir de ayrılığın ölümden elli dirhem fazla
geldiğini...”
Ender Balkır: Ölüm ile Ayrılığı tartmışlar: https://youtu.be/UTCGpDvB3Q0?list=RDyWVaSS6TX0w
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder