Yoksul ölümü!*
PAZAR
Hacer kendisine söylenen sözleri duymamış gibiydi. Dalmış
gitmişti derinlere. Boşluğa diktiği gözleri camlaşmıştı sanki. Neden sonra
uykudan uyanır gibi kaldırdı bakışlarını. Karşısında soran gözlerle
dakikalardır duran adama baktı.
Yan atölyedeki kıvırcık saçlı işçi iş çıkışı yine yürümüştü
kendisiyle mahallesine kadar. ‘Gelme’ demesi artık işe yaramıyor, evlilik
teklifine kaç kez ‘hayır’ demesi yıldırmıyordu adamı. “Sevdim seni, senin her
şeyini. Elinin değdiğini, gözünün gördüğünü! Evinin yolunu, siyah saçlarındaki
akları, kızını, yüzünü, hüznünü... Gel tut elimi. Tut bir kez olsun!..” dedi
kaç kez. O sustu hep. Gönlünün yavaşça aktığını görüyor ama içindeki ölüyü bir
türlü toprağa veremiyordu. Hiçbir şey demedi o gece de ayrılırken, yine
bakışlarını yere dikti ve yürüdü gitti...
Adam öylece kalakaldı yerinde. Kayada can vardı onda yoktu o
zaman içerisinde. Kıpırtısız, nefes bile almadan baktı kadının ardından.
Sokağın köşesinde başındaki atkının püskülleri rüzgarda son kez uçuşup
kaybolduğunda bile ayırmadı gözlerini gidenden. Sokak direğinin solgun ışığının
altındaki o boşluğu içine çekti neden sonra. Yüreğindeki korkunç boşluğu
boşlukla doldurmak istedi. İçini gece gündüz kemiren ve işte tam da şimdi
boğazına kadar yükselen sızının bir zehir gibi yudum yudum tüm vücuduna
yayılmasını bekledi...
Hacer sokağı dönüp yokuşun başındaki evinin yolunu
tuttuğunda akşam geceye evrilmişti. Sokaklarda kuru yaprakları önüne katıp
sürükleyen rüzgarın peşi sıra yürüdü. Rüzgar da kendisi ile geldi, onunla
adımladı Arnavut kaldırımlı yolları. Kabanının cebindeki elleri üşüyordu.
Çenesini atkısının içine çekti. Gözlerinden yaşların aktığını damlalar
yanaklarını ıslatıp rüzgar yüzüne soğuk soğuk üflediğinde anladı.
Evinin bulunduğu sokağa girmeden önce altından geçtiği yüksek
binalara yan döndü her zamanki gibi. On beş katlı blokların tüm lambaları ışıl
ışıl yanıyor, açık pencerelerinden yemek kokuları ve bölük pörçük konuşmalar
yayılıyordu geceye. Hacer bir yılanın ininden kaçıyormuşçasına hızlandırdı
adımlarını. Koşar gibi geçti binaların yanından. Buradan geçmemek için her şeyi
yapardı ama ne çare ki başka yol yoktu evinin bulunduğu gecekondulara giden.
Sanki o kan birikintisi hâlâ o binaların altında öylece duruyor, her geçip
gittiğinde ayağına bulaşıyor, kendisiyle eve geliyordu!..
*
Eve girdiğinde küçük kızı koştu geldi, sarıldı. Annesi
kapının önünde durmuş kızına bakıyordu. Kızı ile torununun sımsıkı
kucaklaşmaları gözlerini doldurdu yaşlı kadının. “Hadi bakalım içeriye, çayımız
da yeni demlenmişti” dedi. Kızının kabanını çıkarmasına yardım ederken
yalancıktan torunundan şikayetlendi; “Ne desem dinletemedim kızına. İlla da
annemi görmeden uyumayacağım diye tutturdu yine. Hadi götür yatağına yatır da
uyusun artık. Saat 10 oldu!”.
“Biraz benimle kalsın anne, uyur şimdi götürür yatırırım
uyuyunca” dedi Hacer.
Sobanın yanındaki sedire oturup, kızını kucakladı. Altı
yaşındaki küçük kız sokuldu annesinin kucağına, yüzünü boynuna gömdü. Annesi
daha ilk bardak çayı yudumlarken uyudu kucağında. Götürüp yatağına yatırdı öpüp
koklayarak...
Eşini iki yıl önce kaybetmişti Hacer. Biraz önce önünden
kaçarcasına geçtiği inşaatın en son katından düşmüştü duvarcı Nadir usta.
İnşaatın müteahhidi eşini suçlu çıkardı, ‘koruyucu halatı takmamış’ dedi. Bir
miktar para verip susturdular acılı aileyi. Gelen para borçları bile kapatmaya
yetmiyordu ki Nadir’in cesedi soğumadan alacaklıların kimi kendi geldi kimi
haber yolladı. “Başınız sağ olsun! Rahmetlinin şu kadar borcu vardı. Öbür
tarafta üzerinde kul hakkı olmadan rahat uyusun...” dediler.
Çaresiz, kızı Rüya'ya hamile kaldığında bıraktığı işine
tekrar döndü. Mahallelerindeki tekstil atölyesine hemen aldılar Hacer’i.
Ustaydı, disiplinliydi, çalışkandı... İşini biliyordu, zorluklarına genç
kızlığından bu yana başladığı işçilik yaşamında alışmıştı artık. Şimdi tek
derdi kızı ve yanına taşınan dul annesiyle yeterince zaman geçirememekti. Günde
on iki saat çalışıyordu bu aralar. Hemen her akşam mesaiye kalıyorlardı
atölyede. Mecbur gecenin bir yarısı çıkıyordu işten. Kızı çoğu zaman uyuyup
kalıyordu kendisini beklerken. Bazen de işte böyle bekliyordu küçük gözlerinden
uyku aka aka. Özlüyordu annesinin kokusunu, sıcaklığını...
O gece oldu deprem! Tam da Hacer son bir bardak daha çay
içelim diye, sobanın üzerindeki çaydanlığa uzanmak için ayağa kalktığında.
Tabandan bir ‘küttt’ sesi geldi önce. Ayaklarının altındaki zeminin sırtına
binen birisini atmak isteyen bir hayvan gibi yükselip titrediğini hissetti.
İkinci sarsıntıda yere düşerken sobanın borusunun yerinden çıkarak kendisine
doğru devrildiğini gördü. Göz ucuyla annesine bakmak istedi. Daha ilk ‘kütt’
sesinde ortalık zifiri karanlığa kestiği için hiçbir şey göremedi. Sobanın
devrilmesi ile ortaya saçılan korlaşmış kömürün ışığında biraz önce içi kaynar
suyla dolu çaydanlığın ters bir şekilde bacaklarının üzerinde durduğunu
görebildi. Acı duymuyordu hiç! “Kızım” diyebildi son nefesinde. Odanın içi
kömürün tutuşturduğu halı nedeniyle kesif bir dumanla dolmuştu. Ne düştüğü yerden
kıpırdayabildi ne nefes alabildi Hacer...
Molozlar kaldırıldığında küçük Rüya'yı öbür odada
yatağında hâlâ uyur gibi buldular. Bir parmak toz vardı sımsıkı kapalı
gözlerinin, dudaklarının üzerinde. Hacer ile annesinin cansız bedenleri de
yan yana idi. Öyle ki saçları birbirine karışmıştı.
Gecekondu yerle bir olmuştu. Mahalledeki tüm gece kondular
hurdahaştı! Oysa hemen yan taraflarına dikilen yüksek bloklar ufak tefek
çatlaklar dışında sapasağlam duruyordu.
Hacer’in kocası yapmıştı bu yüksek binaları. Duvar ustası
Nadir, almaya 20 yıl çalışsa gücünün yetmeyeceğini bildiği bu daireleri sanki
kendi evini yapıyormuşçasına örmüştü. Ördüğü duvardan düşerek öldü!..
Patronun aksi sözlerine rağmen kalasların üzerinde gezerken
kendisini yaşama bağlayacak bir güvenlik halatı yoktu takmak için. Patronun
ihmal ettiği önlem yüzünden yaptığı bina eceli oldu!.. İki sokak ötede kirada
oturduğu gecekondu ise ailesinin geri kalanını yuttu depremde. Yoksul olduğu,
sağlam bir evde oturmaya gücü yetmediği için öldü Nadir usta ve ailesi...
Hacer’in, annesinin ve küçük Rüya›nın cenazeleri
gecekondulardaki yıkıntılardan çıkarılıp gömülürken, “Takdiri ilahi. Depremler
Allahtan gelir” diyen imamın lafını ağzına tıkadı kıvırcık saçlı işçi. “Ecel
değil yoksulluk öldürdü onları. Tüm depremler de hep yoksullar ölür!..” dedi
öfkeyle.
Yoksulların her depremde, selde, çığda, inşaatlarda,
fabrikalarda ölmeye devam edeceklerini çok iyi biliyordu işçi. Yoksulluğa,
ölümlere kader dedikleri sürece yoksul ölümleri de bitmeyecekti...
*Öykü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder