02 Şubat 2020 03:40
"Gurbet bize biz gurbete alıştık..."
Tek tük yağmur damlalarının atıştırdığı kasvetli bir günün
öğleden sonrası vardık Köln’e. İnsanların, hayvanların, sokakların ve gri
bulutların dahi alışkın bir düzen içerisinde hareket ettiği tipik bir Alman
kenti idi Köln.
Bizi kente getiren arkadaşımız yıllardır Almanya’daydı.
Dortmund’da oturuyordu ve onlarca kez gördüğü Köln onun için misafirlerini
gezdirmeye getirdiği bir kentti artık sadece. Türkiye’den misafirler
geldiğinde, onları yüz kilometre uzaklıktan Köln’e getiriyor, nehrin yanındaki
özel hastanenin otoparkına aracını park edip, Ren Nehri’nin kıyısına iniyor,
“Buyurun, Köln’ü gezmeye buradan başlayabiliriz” diyordu.
AŞIKLAR KÖPRÜSÜ
Bize de aynısını yaptı. Nehir boyunca sıralanan Alman
evlerinin güzelliğini fotoğraflamaya çalışırken sabırla bekledi bizi. Sonra,
her iki ucunda ata binmiş yeşile boyalı imparator heykellerinin bulunduğu
Hohenzollern Köprüsü’ne doğru yürüdük. Üzerinden neredeyse dakikada bir tren
geçen köprünün girişindeki demir korkuluklara on binlerce rengarenk kilit
asılmıştı. Anadolu’da çaput, bez bağlanan adak ağaçlarının yerini burada köprü
korkulukları almıştı! İrili ufaklı kilitlerin üzerinde sevgililerin adları
yazıyordu. Sevgililer bu asma kilitlerin anahtarlarını Ren Nehri’ne
atıyorlardı. Böylece anahtar nehirden çıkarılıp kilit açılmadığı sürece
aşklarının ölümsüz olacağına inanıyorlardı.
Asma kilitlerle dolu korkuluklar tren rayları ile yaya
yürüyüş yolunu ayırarak Köln Katedrali’ne doğru uzayıp gidiyordu. Biz de
köprünün üzerinden katedrale doğru memleket muhabbeti yaparak yürüdük.
KÖLN KATEDRALİ
Yüzlerce insan vardı katedralin içinde. Dilek mumları ve
pencereden giren solgun gün ışığının aydınlattığı katedraldeki her bir köşe bir
başka sanat eseriydi. İncil’den sahnelerle süslü renkli camlar, heykeller,
taştan oyulmuş vaftizhane, etrafı taş işlemeli bir lahdin üstünde elinde kılıç
ve İncil tutan sırtüstü uzanmış bir şövalye heykeli, yüzlerce yıllık ahşap dua
masaları ile saatlerce seyretseniz doymayacağınız görsel bir şölendi katedrali
gezmek.
Katedrali görmeye gelen turistlerin kovana gelen arılar gibi
dolandığı batı kesimindeki giriş kapısının önünde dizlerinin üzerine çökmüş bir
adam, futbol topu büyüklüğünde çizdiği dairelerin içine renkli tebeşirlerle
ülke bayrakları resmediyordu. O ülkenin vatandaşı olan turistler de kendi
bayraklarının olduğu dairenin içine bozuk paralar bırakıyorlardı. En çok para
Türkiye bayrağının olduğu dairenin içinde birikmişti.
KUŞLARIN ŞARKISI
Katedralden çıktıktan sonra modern sanatlar müzesini es
geçip “illa da çikolata müzesi” diye tutturan çocukların ardı sıra Ren kıyısı
boyunca 1.5 kilometre
yol yürüdük. Köln de gün akşama doğru devrilirken, yol boyunca etrafta bulunan
çınar ağaçlarındaki kuşların şarkısını duymalıydınız!.. Yüzlerce kuş dalların,
tek tük kalmış yaprakların arasında sanki akşamın gelişini, havadaki kasveti,
Ren’in huzurla akışını, nehre bir kemer gibi dolanan köprüleri, köprülerden
geçen arabaları, insanları, sularda hafif hafif salınan gemileri, ışıklarını
yakmaya başlayan katedrali, kiliseleri ve kuzey göğünün gittikçe koyulaşan
maviliğini anlatıyor, şakıyorlardı...
Çikolata fabrikasına kapanış saatinden yarım saat önce
gidebildik ve dönüşte, serin sularıyla sessiz sakin akan nehrin kıyısında bir
kafeye oturduk. Köln Katedrali’nin sivri kuleleri tam tepemizdeymişçesine
yakındı bize. Akşam olmak üzereydi. Puslu, kasvetli soğukça bir ocak günüydü.
Bulutsuz ama kapalı bir havada akşamın ilk alacası nehrin lacivert yanağını
okşarken gökte tek tük erkenci yıldızlar parlamaya başlamıştı bile...
Sağıma kendine özgü bir güzelliği, estetiği olan
Hohenzollern Köprüsü’nü, soluma heybetli Köln Katedrali’ni alarak oturmayı
tercih ettim. Karşımdaki arkadaşım ise bana muhteşem gelen her iki yapıya da
sırtını dönmüş, önümüzde uzanan Ren Nehri’nin sularına dalıp gitmişti. Ben
yerel biralardan birisini söyledim o yeşil çayı tercih etti. Çocuklar biraz
ötede nehrin yanı başındaki yeşil alanda kendi dünyalarına dalmışlar,
birbirlerinin, akşam üzeri yanan ışıkların yansıdığı renkli suları ile her
geçen an daha da büyülü bir güzelliğe bürünen Ren’in fotoğraflarını
çekiyorlardı.
Boynumu kabanımın içine çekip soğuktan korunmaya çalışırken
arkadaşım yeşil çayını acele etmeden yudumlayarak bıyık altından bana
gülüyordu. “Biz alıştık artık bu soğuklara” dedi. “Gurbet bize biz gurbete
alıştık...”
MÜLTECİ ÖYKÜLERİ
Bir bira içimi süresince oturduk ve bana siyasi mülteci
olarak Almanya’ya gidişini anlattı. Gurbete alışmak hiç de kolay olmamıştı
aslında.
Meriç Nehri’nden geçerken iki kere boğulma tehlikesi
geçirişini, nehrin karşı tarafında sazlıklarla kaplı bataklıkta saatlerce Yunan
askerlerinden kaçışını ve en sonunda dayanamayıp insanlıktan çıkmış bir halde
askerlere teslim oluşunu, mülteci kampı günlerini, sonra bir pasaport uydurup
Almanya’ya gidişini anılara, acılara dalıp giderek anlattı.
Almanya’da olduğumuz birkaç gün boyunca böylesine birçok
mülteci öyküsü dinledik. Her birinin kendine özgü bir kederi, her birinde
özgürce yaşayabilmek için ölümü göze alanların gözü pekliği ve dil-diş
bilmediği topraklarda iliklerine kadar hissettikleri eziklik duygusu vardı.
Bugün de başka biçimlerde, farklı yol yöntemlerle ve son
yıllarda sayıları hızla artan bir şekilde mülteci göçü devam ediyor batıya.
Yaşamak, çalışmak, çocuklarına güvenli bir gelecek bırakabilmek için savaşı,
kanı, mahpus duvarlarını geride bırakıp bilinmezliğe yol alıyorlar. Tarifsiz
acılara katlanıyorlar. Hep çok özlüyorlar doğdukları, büyüdükleri toprakları.
Yine de kan doğruyorlar ekmeklerine, yaralarına tuz basıyorlar. Gurbet onlara
onlar gurbete alışıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder