24 Aralık 2023 04:20
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
PAZAR
Kartal Dağı, cepkenini Aydın’a yaslamış, çakşırını İzmir Ovası’na yaymış başı dumanlı bir efe heybetiyle gelip iki ilin tam sınırına bağdaş kurup oturmuştur. Dağyeni köyü Kartal Dağı’nın koynuna sıralanmış köylerden birisidir. Her biri efelerin fesinin üzerine iğne oyaları ile işlenmiş kefiyeler gibi gösterişli ve güzeldir bu köylerin.
Dağyeni’nin kilit taşlarla döşenmiş yokuşlu ve dar sokaklarından geçip meydanına vardığınızda Atatürk büstünün hemen yanı başında bir çeşme ile karşılaşırsınız. Yunan İşgalinin başlarında bulunduğu Tire’den kaçıp’ Galip Hoca’ takma adını kullanarak bir süre Dağyeni köyünde kalan Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra köye armağanı olarak 1957 yılında yapılmıştır.
Dağyeni köylüleri 2020 yılının kış aylarında günlerce bu çeşmenin önündeki meydanda kadını, erkeği çoluğu çocuğu ile eylem yaptılar. Köyün en önemli geçim kaynağı olan incir bahçelerinin bulunduğu yaylaya çıkan yolun kenarında, üzeri çam ağaçları ile örtülü tepeyi de oyarak başlatılan maden arama sondajlarına sanki köylerine Yunanlılar işgal etmek için gelmiş gibi sert tepki gösterdiler.
Kadınlar, çeşmenin yanından geçip köyün içine doğru giden yolun üzerine oturdular. Bir ellerine bayrak, diğerine incir sopası alıp oturdukları yerden öfkeli, direngen, üzgün ağıtlar yaktılar.
Her gün yüzlerce köylü sondaj yapılan yere yürüdüler. Yürüyemeyecek kadar yaşlı ya da engelli olanlar traktör römorkuna binerek düştüler yürüyenlerin peşine.
Köyün batısında, yaylaya giden yolun daha başında jandarmalar kesti önlerini.
O güne kadar askerleri kendi çocuklarından ayırmayan kadınlar incir sopalarını havaya kaldırıp jandarmaları ellerinin tersi ile itip geçtiler. Zılgıtı yiyen, incir sopasının her an sırtlarına ineceğini gören askerler annelerinden azar işiten çocuklar gibi kafalarını öne eğip yolu açmakta buldular çareyi. Birçoğu annelerinin, nenelerinin yaşında olan kadınların karşısında şaşkın, güçsüzdüler…
Köylü kadınlar gibi bu yürüyüşün oyun olmadığını bilecek kadar olgunlaşmış çocuklar da seslerini kalınlaştırarak katıldılar sloganlara. “Köyümüzde maden istemiyoruz!” Bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar, ellerine kına, gözlerine sürme çekmiş genç kızlar yaşamlarında ilk kez böylesi bir direnişin içinde yer alıyorlardı. Buna karşın kırk yıllık bir örgüt disiplininden geçmiş gibi davranıyorlar, ne yapacaklarını bilen kişilerin kararlı tavırları ile birbirlerini gözeterek hareket ediyorlardı.
Köylüler, kol kola girerek sondaj yapılan alanı etten bir barikat olup kuşattılar. Ne jandarmanın gözdağı, ne iktidar partisi milletvekillerinin aba altından sopa gösteren telkinleri, ne vali, ne kaymakam onları kararlıklarından döndüremedi.
“Karşıyız” diyordu köylülerden her ağzını açan, “Bizim incirlerimiz, zeytinimiz var o yaylada. Suyumuz oradan geliyor. Ölürüz de maden açtırtmayız”.
“Maden açılmayacak, sadece sondaj çalışması bu. Nerede ne var kayıt altına almak için ülkenin her yerinde yapıyor devlet” sözlerini sinek vızıltısı sayıp ciddiye almadılar.
“Bu sondajlar açıldığı anda burası maden alanı olur. Sonra artık kime satar MTA buraları kim bilir! Kanadalıya mı, Amerikalıya mı, İngilize mi?... Gerçi bizimkilerin de onlardan kalır yanı yok ya!” deyip, santim geri adım atmadılar.
Sonunda el mahkum, MTA da halkın sert kayasına toslayan tüm şirketler gibi bir gün içinde alet edavatı sırtlayıp ayrıldılar köyden. Ertesi gün köyde şenlik vardı…
***
O günlerden bugüne aradan üç yıl geçtikten sonra bir kez daha yolumuz düştü Dağyeni’ye. İzmir Aydın otoyolundan Selatin Tüneli’ne girmeden Belevi çıkışından ayrılıp, otoyolu bir viyadükle geçerek Kartal Dağı’na tırmanmaya başladık. Viyadüğün hemen yanında, bu mevsimde bütün yapraklarından soyularak çırılçıplak kalan ve pembe dallarıyla utancından kızarmış gibi duran incir bahçeleri sıralanmıştı. Bu incir bahçelerinin yerini bir süre sonra yeşilin yetmiş tonunun görülebildiği çam ormanları aldı.
Dar parke taşı döşeli dağ yolu, keskin virajları ve dik yokuşlu rampaları ile Selatin köyünün içinden geçip Tire’ye doğru uzuyordu. Selatin’i çıkar çıkmaz, güneşin kendini bir gösterip bir bulutların arasına gizlendiği gökyüzünde dönüp duran bir alıcı kuş gözümüze takıldı. Kuş, kendisini rüzgarın cazibesine bırakmış tepemizde süzülüp duruyordu. Bir virajı döndüğümüzde aracımızın ön camından gördüğümüz kuş, başka bir virajda bu sefer arkamızdan geliyordu.
Bu dağa boşuna Kartal Dağı dememişlerdir. Bu kuş da olsa olsa kartaldır diye akıl yürüttük. Köyün ilk evlerine kadar göz temasımızdaki kuş, sonrasında ortadan kayboldu.
Köy meydanının hemen üstündeki bir avuç kadarlık boşluğa park eden keşif minibüsünün etrafında, sokağın girişinde, yolun köy içine doğru uzayan dönemeçlerinde, tüm köşe başlarını tutan arazi araçları içindeki jandarmaların etrafta kuş uçurtmadıklarını görünce bizim kuşun neden arazi olduğunu anlamıştık.
Günlerdir yağan yağmurların iyice çamurlaştırdığı çukurlarla dolu toprak yolun bir kısmından sonra arazi araçlarına geçti bilirkişi heyeti. Jandarmalar da arazi vitesli araçlarıyla onları takip ediyordu. Biz de köylülerle birlikte üç yıl önce olduğu gibi traktör römorkunun arkasına doluşarak çıktık Kartal Dağı’na. Yol o kadar bozuktu ki önümüzdeki araç konvoyu bir süre sonra araçları sağa çekip sarp bir tepeyi yürüyerek çıkmak zorunda kaldılar. Biz ise köylülerin çok iyi bildiği bu dağda, ara bir yoldan döne kıvrıla dağın zirvesine kadar çıktık traktörle.
Çıktığımız tepede köylülerin “Eren Mezarı” dedikleri taşlarla çevrelenmiş bir ören yeri vardı. Bu örenin hemen bir metre dibine dikmişlerdi rüzgar ölçüm direğini. Belki de 50 metreyi bulan bu demir yığınını dört bir yanına gerdikleri çelik halatlarla ayakta tutuyorlardı.
Tepenin uzaktan bakılınca bir kaya yığını gibi duran kayalık zirvesinin 2 bin yıllık Bizans Kalesi olduğunu öğrendik. Bilirkişi heyeti dibine kadar çıktı kalenin, kayaların. Aydın Ovası’nı ve Menderes Deltası’nı kuş bakışı gören bu hakim tepede yapıldı sunumlar.
Köylüler, incir bahçelerine birkaç yüz metre uzaklıkta kurulmak istenen bu direklerin tepeye çıkarılırken on binlerce ağacı yok edeceğini söylediler. “Keçilerimiz otluyor bu tepelerde, arılarımız var, onlar ne olacak?” diye sordular. Köylülerin avukatları yasalardan, yaşam hakkından, orman ve zeytin kanundan dem vurdu, “Bu direklerin buraya dikilmesi hukuksuz” dedi.
Heyetteki genç hakim ilgiyle dinledi anlatılanları, hatta konuşanların uzağında manzaraya dalan bilirkişi üyelerini de “Hocam dinliyorsunuz değil mi?” diye uyardı.
Öğleden sonra, Kartal Dağı’nın zirvesinde bilirkişi keşfi yapılırken ne gariptir ki etraftaki meyveleri dalında kurumuş kalmış ahlat ağaçlarının tek bir yaprağını ırgalayacak kadar bile yel efilemiyordu! Dağ da diyeceğini böyle diyordu sanki! İşgal yıllarında efeleri koynunda saklayan Kartal Dağı o gün de rüzgarını saklamıştı!
Dönüşte, traktörün arkasından geldiğimiz o bozuk yollardan beşik gibi sallana salana inerken “Rüzgar hiç yoktu fark ettiniz mi? Dal kıpırdamıyordu dağda. Nasıl elektrik üretecekler ki” diye sordum orta yere.
Yanımda oturan 65-70 yaşındaki köylü teyze bir şiirle yanıt verdi soruma;
Bulut gelmiş ala çama yaslanmış
Kartal Dağı rüzgarını saklamış
Bir derdim var idi bine katlanmış
Gayri ne diyeyim oğul ben sana…
Teyzem o kadar güzel anlatmıştı ki her şeyi. Tek bir sözcük dahi edemedim bu dizelerin üstüne. Kafamı gökyüzüne kaldırdığımda bizim alıcı kuşun tekrar tepemizde süzüldüğünü gördüm. Bir tanışa rastlamış gibi el salladım göğe doğru.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder