17 Aralık 2023 04:47
Fotoğraf:Özer Akdemir / Evrensel
PAZAR
Lâpseki Dumanlı Dağ’ın eteklerindeki dar yoldan Nusratiye köyüne ilerlerken, geride bıraktığımız Şahinlideydi hâlâ aklımız. Köyünü, suyunu, ormanını üç kuruşa satan bir muhtarın zorbalığına maruz kalmıştık. Köy kahvesinde, utançlarından kafalarını önlerinden kaldırmayıp, olan biteni sessizce kabullenen köylülerin yanından üzgün bir şekilde ayrıldık. Muhtarın zorbalığından çok köylülerin o sinik halleriydi bizi üzen!
Çanakkale Boğazı’nı arkamıza alarak hafif bir rampa ile tırmandığımız eski Biga yolunun sol tarafı parça parça maden yaraları, sağ yanı ise kesilip üst üste dizilmiş binlerce ağaç istifi ile doluydu. Dibine gün ışığı sızmayan çamlarla kaplı yemyeşil tepelerin, maden kazması vurulmuş perişan halleri insan vücudundaki açık bir yaraya benziyordu. Eteğinden zirvesine doğru basamak basamak kemirilen tepeler acı içindeydiler. Kesilen her bir çamdan reçinelerini sızdırarak ağlıyorlar, inliyorlardı adeta! Geçtiğimiz yüzyılın başında, yüz binlerce insanın şimdi hallaç pamuğu gibi delik deşik edilen bu topraklara karışmış kanı, canı olduğunu bilmek içimizi daha da acıtıyordu.
Neyse ki yolumuzun üstündeki Çamyurt köyünde bir çay içimi soluklanıp güler yüzlü köylülerle sohbet etmek birazcık olsun morallerimizi düzeltti. Kış ayları olmasına rağmen hâlâ ılıman giden havalarda köylüler, boz ayıların bir türlü kış uykusuna yatamadıklarını bu yüzden arı kovanlarını daha korunaklı yerlere taşımak zorunda kaldıklarını anlattılar.
Köyün hemen çıkışından sola dönüp girdiğimiz dar orman yolu bizi Nusratiye köyüne götürecekti. Yörenin en önemli su kaynaklarından Nusratiye Göleti’nin uzaktan görünen bir avuç kalmış gümüş sularının arka tarafında, Çanakkale Boğazı’nın döne kıvrıla akan maviliğine kadar yemyeşil bir ova uzanıyordu. Kilometrelerce uzakta olsak da, boğazın maviliğinin hemen kıyısına yapılmış İÇDAŞ termik santralinin bacasından çıkan dumanlar görünüyordu.
Bize o günkü çekimlerimizde Harita Mühendisi Lâpsekili Gülay Güney eşlik etti. Yol boyunca pencerelerini açık tuttuğumuz aracın içerisine giren çiçek kokularının pürenlerden (‘piren’diyordu) geldiğini söyledi Gülay Hanım. Köye yaklaşmışken çiçeklerin şenlendiği bir orman kıyısına aracımızı yanaştırıp demet demet topladık. Yöredeki bal üreticiliği bu pürenlerin eseriydi ancak her geçen yıl kovan sayısı da çiçekler de azalıyormuş.
Bölgenin can damarı sayılan Nusratiye Göleti’nde bir yudumcuk su vardı neredeyse. Göletin yanında konuştuğumuz Nusratiye köylüsü Nuri Korkmaz “Göl neredeyse tamamen kurudu. Görünen su derenin suyu, göl değil. Bulunduğumuz yeri geçer, yola kadar taşardı su” diye anlattı gölün bugünü ve dününü. Söyleşi yaptığımız yer ile göldeki azıcık su arasında 100 metre, bizim ötemizdeki asfalt yol ise 20-30 metre uzağımızdaydı.
Köy kahvesinde çoğunluğu kadınlardan oluşan 30 kadar köylü karşıladı bizleri. Hepsi konuştu mikrofonlarımıza. Söyledikleri ortak cümle; “Maden istemiyoruz!” oldu.
Bir arıcının sözleri ise bin dersle doluydu anlayana; “100 kovan arımdan şimdi 30 kovan ya kaldı ya kalmadı. Köydeki arıcıların durumu benden de beter! Bir gün bu kahvede otururken bir arı geldi tam masamızın orta yerine kondu. Kanatlarını açar gibi kımıldattı ve oracıkta öldü. Arı bize dedi ki; ‘Sizin yüzünüzden ölüyoruz”...
***
YALNIZ EFE’Yİ ZİYARET
Lâpseki çekimlerimizden iki hafta kadar sonra İzmir Efemçukuru’ya gittik. Koca kentin suyunu tek başına koruyan koca yürekli keçi çobanı, Ahmet Karaçam’ı ziyaret etmekti amacımız. Onu köy girişindeki zeytinliğinde bulduk. Yarım saat kırk dakika kadar hem zeytin toplayıp hem de sohbet ettik Yalnız Efe’yle. Köyde, bağını altın madenine astronomik para tekliflerine rağmen satmayan, üstelik dava açan tek kişi olduğu için ‘Yalnız Efe’diye tanınıyordu Ahmet Abi.
Ahmet Abi’ye onun yaşamı ve mücadelesini anlattığımız, yönetmeliğini Sevgi Halime Özçelik ile birlikte yaptığımız “Yalnız Efe” belgeselimizin artık gösterime açıldığını söyledik. Çok sevindi belgeselin gösterime açılmasına. Yalnız Efe'nin bir direniş destanı olan belgeselini okurlarımız buradaki linke tıklayarak izleyebilirler.
Yalnız Efe’den ayrılıp köyün biraz dışında, altın madenini gören bir orman yoluna saptık program anonsu yapmak için. Hava serince, rüzgarlı ama tertemizdi. Yol boyunca denk geldiğimiz mantar toplayan birkaç kişi haricinde rüzgarın sesinden başka ne bir ses ne bir soluk vardı ormanda. Karşı tepelerin üzerinden bulunduğumuz yere doğru pamuk gibi bir bulut yavaş yavaş süzülüyordu.
Yolun sağ tarafında iki bilek kalınlığında siyah borular ormanın bittiği yerdeki sivri kayalıklı tepeye doğru uzuyordu. Boruların geçtiği güzergahta arazi yaklaşık 100-150 metre aralıklarla iki üç metre yarıçaplı bir daire şeklinde düzlenmişti. Geçtiğimiz yıllarda aynı bölgede maden sondajları yapılmıştı. Bu çalışmalar da büyük olasılıkla madenin genişleme hazırlıkları idi. Bulunduğumuz yere kuş uçuşu 400-500 metre ötede bulunan TÜPRAG Efemçukuru Altın Madeni köyün batısına doğru yayılmak istiyordu anlaşıldığı kadarıyla.
Çekimlerimiz bittiğinde hava da açmıştı. Güneşli, cam gibi berrak bir hava vardı şimdi. Biz de tepelerde oyalandık bir süre. Çamların altlarında maviş maviş boy veren çiğdemleri görünce oradan ayrılmak gelmedi içimizden.
Gözlerimizi kapatıp rüzgarın yüzümüze, saçımıza, kirpiklerimizin ucuna dokunuşlarına bıraktık kendimizi.
Çok değil on gün kadar önce Dumanlı Dağ’ın eteğinde kokladığımız pürenlerin kokusu çıktı geldi yeniden burnumuza.
Kahveye gelen arıyı düşündük sonra. Baygın kokulu pürenler, taze tomurcuk vermiş kekiklere değil gelip sigara yanıkları ile dolu masa örtüsünün üzerine konan ve oracıkta ölen arıyı...
Uzandığımız yerde etrafımızı saran çiğdemlerin bir gün bir maden kepçesinin paletleri altında ezilip gideceğini bilmenin acısı gelip oturdu içimize.
İzmir’in damında, kentin su havzasında, Yalnız Efe’nin keçi otlattığı ormanlarda bu pürenler, bu çiğdemler, bu arılar bize ne diyorlar!
Dinleyin sizde!
Rüzgarın fısıltıları arasında, eğer biz dur diyemezsek, yok olacak yarınlarımızın çığlıklarını da duyacaksınız!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder