07 Ocak 2018 06:42
“Yalnız Efe” diyorlardı 60’lara merdiven dayamış bu kara
yağız keçi çobanına. Lakabı ona biçilmiş kaftan gibi uyuyordu.
Ay bulutta henüz. Akşam çoktan çöktü tepenin başına. Köy
aşağıda, biraz ötemizde. Evlerden, sokaklardaki elektrik direklerinden sarışın,
titrek bir ışık yayılıyor. Belli belirsiz insan sesleri, köpek havlamaları,
rüzgarın uğultusu geliyor kulaklarımıza kadar. Köyün doğusundaki tepeden doğru
soğuk bir yel esiyor bulunduğumuz yere. Tam tersi yönden, deniz tarafından
gelen ıslak yel de ondan aşağı değil hani. Arabanın dışında kalıp köyü,
arkasında İzmir Körfezi’nin gece böcekleri gibi ıpıldayıp duran ışıklarını
çekmeye çalışıyoruz iki kişi. Açıkta kalan ellerimiz, yüzlerimiz on dakikada
buza kesiyor. Henüz sonbahardayız ama bu gece başka bir soğuk var Efemçukuru’nun
tepesinde.
Yalnız Efe’yi ve sürüsünü bekliyoruz. Köyün kuzey
taraflarında, madenle köy arasında bağlara ve oradan çamlarla kaplı dağa doğru
uzanan yolun kıyısındaki küçük bir tepecikteyiz. Tepenin altından köye kadar
olan 200-300 metrelik alanın hemen hepsi üzüm bağları. Bağların çoğu bozuldu
artık. Gündüz vakti olsa doyulmaz bir kırmızılık, sarılık cümbüşünü seyre
dalardık bulunduğumuz yerden. O akşam ise koyu bir boşluk, rüzgarın fısıltıları
vardı. İki ayı bulan belgesel çekimlerimiz boyunca bu görsel şölenin her hafta
faklılaştığını, yeşilden kızıla doğru değiştiğini izlemiştik.
***
Üzüm bağlarını madene satmayan tek Efemçukuru Köylüsü Ahmet
Karaçam’ın belgeselini çekmeye girişmiştik. Kanadalı altın madeninin milyonları
bulan tekliflerini elinin tersiyle itip, “Para bana işlemez, ben de cavura
verecek toprak yok” diyecek kadar gönlü zengin, ancak gelin görün ki kıt kanaat
geçinebilmek için keçi çobanlığı yapmak zorunda olan bir yalnız adamın, ‘Yalnız
Efe’nin öyküsünü anlatmaya çalışacaktık.
“Yalnız Efe” diyorlardı 60’lara merdiven dayamış bu kara
yağız keçi çobanına. Lakabı ona biçilmiş kaftan gibi uyuyordu. Bir su kadar
sessiz hareket ediyordu çoğu zaman. Durgun, sakin, hep düşünceli bir edası
vardı. Bütün gün dağlarda sürüsünün başında yalnız kalmasının bir etkisi gibi
geliyordu bu bize ama köylülerden kime sorsak ‘O hep öyleydi’ diyorlardı.
Sadece, sabahları yaylıma çıkardığı acıkmış keçilerin köyün
üzüm bağlarına girmeye kalkmasına hiddetleniyor, bağırıp, çağırıp, önlerine taş
fırlatarak sürünün bağlara zarar vermemesi için koşturup duruyordu. Zaten maden
nedeniyle limoni olduğu köylülerinden laf söz gelsin istemiyordu.
***
Son çekimlerimizden birisi olacaktı o akşam ki çekim. O
gece, 21. yüzyılın dünyaya en yakın dolunayı doğacaktı. Bu, çekimlerimiz için
çok büyük bir fırsattı, yüzyılın fırsatı! Gece çekimleri için son derece
yetersiz olan kameralarımız ancak bu yüzyılın en parlak ayının altında işe
yarayabilirdi. Ama gelin görün ki ay bulutların ardından bir türlü çıkmak,
laciverte çalan karanlığın ötesinde görünen daha koyu renkteki tepelerin
ardından doğmak bilmiyordu.
Sabırla bekledik. Hem ayın yükselmesini hem Yalnız Efe’nin
gelmesini. Bu arada dışarıdaki rüzgarın sesine biraz ötemizde madenin hiç
durmadan çalışan iş makinelerinin homurtusu, geri geri giderken çıkardığı uyarı
sireni eşlik ediyordu.
Nihayet, ay hiç de acele etmeden bulutların ardından nazlı
nazlı çıkmaya başladı. Onu daha iyi görebilmek için bulunduğumuz yerden
yüksekçe, üzeri deve dikenleri, kuşburnu çalıları ile kaplı bir tepeciğe
çıktık. Boyumuza kadar gelen dikenlerin ardından gördüğümüz ayın, yüz yılın
değil bin yılın en yakın ayı da olsa bu teknik araç gerecimizle bir işe
yaramayacağını o zaman anladık.
Çaresiz tepeden aşağıya inip Yalnız Efe’nin sürüsünün
gelmesini bekledik. Artık tek amacımız sürü gelirken sesini duymak, arabamıza
binip köyün içine girmek ve sokak lambalarının altında sürünün köye girişini
çekmekti. Sokak lambasının bizim gereksindiğimiz ışığı sağlayacağını ummaktan
başka bir seçeneğimiz yoktu.
Neyse ki ay ışığı hüsranının ardından çok beklemedik. Bir
süre sonra, gecenin koyu karanlığının çöktüğü tepelerden köye doğru uzanan
yolun başında önce koyunların boynundaki çıngırakların sesini, sonra küçük
çoban köpeği Tonik’in havlamalarını duyduk. Sürü geliyordu!
Arabamızı köyün içinde, Yalnız Efe’nin evine giden yolun
başına çekip beklemeye başladık. Şansımız dönmüştü sanki, buradaki iki sokak
lambası işimizi görecek gibi duruyordu. Sapsarı yoğun bir ışık toprak yolu,
civarındaki evleri ve sokağı kaplıyordu.
Önce Tonik’in sesi geldi. Bizi hissetmiş havlıyordu.
Ardından koyunların aceleyle yürümesi, çıngırakları ve onların eve dönüş
heyecanına ayak uydurmaya çalışan Yalnız Efe’nin yorgun seslenişlerini işittik.
Tonik yanımıza geldiğinde havlamayı kesti. Belki bizi tanıdığından belki zaten
başkaca yapacağı bir şey olmadığını bildiğinden. Havlamış, uyarmış, korkutmaya
çalışmış, görevini yapmıştı. Gerisini umursamıyormuşçasına döndü Yalnız Efe’nin
yanına gitti. Keçiler, koyunlar alışkın bir şekilde hemen yanı başımızdaki
yokuştan inip eve doğru koşturdular.
Yalnız Efe bizi gördüğünde şaşırdı. O güne kadar hep gündüz
yapmıştık çekimleri. Üstelik gece çekimi yapacağımızı ona haber verememiştik.
Cep telefonu kullanmıyordu, kullansa da dağda çoğu zaman işe yaramadığını
biliyorduk.
Günlerdir süren çekimlerin getirdiği bir alışkanlıkla
yanımıza gelip ‘hoş geldiniz’ dedi. Kısa bir süre durakladı yanımızda, üç beş
cümle konuştuk. İyi akşamlar dileyip sürünün ardı sıra yokuştan aşağı inmeden
önce “İşte Ahmet Abinizin durumu bu” dedi ve evinin yolunu tuttu.
Ay tepemizdeydi artık. Sokak lambalarının sarı ışığına ayın
ışığı da karışıyordu. Akşama kadar dağlarda gezmiş, karnını doyurmuş sürüde
yavrusu ağılda olanlar en önde koşuyorlardı. Yaşlı çınar ağacının yanından
geçip sokağa giren sürünün en arkasında, omuzlarına ve tüfeğinin ucuna yüz
yılın en büyük ayının ışığı vuran yorgun argın yalnız bir efe yürüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder